Bir Giriş: Istanbul Walkabouts
Bu makale, kuzey İstanbul’un halen dönüşmekte olan bölgelerinde gerçekleştirilen ve bir “kayıp olma” biçimi olarak yürüyüşler yapma ve böylece misafir haline gelerek peyzajı (tersten) öğrenme hali hakkındadır. Mimarlar, peyzaj mimarları ve şehir plancıları olarak bizler bugünün kentsel mekanlarıında meydana gelen pek çok girift dönüşüm üzerine kafa yormak durumundayız. Öte yandan, birkaç on yıldır “kentsel mekan”ın ne olduğunu tartışan fikirlerde muazzam kaymalar gerçekleşti. 20. yüzyılın ortalarından itibaren ölçeği hızla artan kentleşme süreçleri sebebiyle, “kentler” ile onların “kurucu dışarıları” arasındaki ikili karşıtlık anlamsız hale geldi (Brenner & Schmid, 2012). Günümüzde kentleşmenin yalnızca kentlerle sınırlı tutulamayacak karmaşıklıkta bir süreç olduğu tartışmasız bir durumdur çünkü kırsal kesimler; yoğun kentsel bölgelerin dışında kalan, cennetvari ve durağan peyzajlardan ibaret değildir. Aksine, kentleşme süreçleri gezegenin her yerinde kırsal alanların içine sızar. Dolayısıyla, kent çeperlerinde meydana gelen; ölçekleri, hızları ve yoğunlukları son birkaç on yılda kademeli olarak artmış olan dönüşümleri gözardı etmek mümkün değildir. Buna karşılık ben, İstanbul’a odaklanan araştırmaların çoğunun kentin dışında konumlanan bu alanları es geçtiğini düşünüyorum. Dahası, çoğu kent araştırmasında, araştırmacıya dışarıdan biri gibi davranan sedanter ve durağan yöntemlerin kullanıldığını iddia ediyorum.
Bu bağlamda, bu makaledeki amacım, kent araştırmaları ve bilgi üretimi için yürüme pratiği üzerinden alternatif bir biçim önermek olacak. Bunu yapabilmek için performatif, projektif ve katılımcı bir yürüme araştırması projesi olan Istanbul Walkabouts’a odaklanacağım. Bu proje, Kuzey Marmara Otoyolu rotası üzerinde ve etrafında yürüyerek, kentin kuzeyindeki bölgelerde süregiden operasyonları araştırıyor. Kuzey İstanbul’un geçirdiği dönüşümlere, yalnızca tanrısal göz perspektifine indirgenmiş alışılmış mekânsal yaklaşımlarla bakmanın bölgeye dair eksik bir anlayış üreteceğini ileri sürüyorum. Bu türden incelemelerde bölgenin yerel tarihi, ekolojisi ve hatta mitolojisine dair birçok hassasiyet kaybolacaktır Dolayısıyla tepeden inme araştırma yöntemlerini benimsemek yerine, Istanbul Walkabouts, kuzey İstanbul’un dönüşmekte olan peyzajlarını keşfetmek, kaydetmek, haritalamak ve bu dönüşümlere direnmek için, yürümeyi eleştirel-mekansal bir pratik ve yaratıcı bir eylem olarak kullanır (Rendell, 2007). Bu proje bir doktora çalışması[1] esnasında ortaya çıkmış ve sonrasında bağımsız bir yürüme araştırması projesine evrilmiştir. Haziran 2018’den beri de otoyolun etrafında gerçekleştirilen bu seferleri kamuya açık ve ücretsiz yürüyüşler olarak yapmayı sürdürüyorum.
Öncelikle İstanbul’un yakın dönemdeki kentsel tarihçesine dair kısa bir giriş sunduktan sonra, kuzey İstanbul’da devam etmekte olan ve bu coğrafyada yürümeye başlamamı tetikleyen dev ölçekli operasyonlar hakkında bilgi vereceğim. Ardından, Istanbul Walkabouts’un içinde barındırdığı iki yönlü terra incognita kavramını irdeleyeceğim. Bunu yaparken hem yürüyüşlerin İstanbul’un daha az uğranan kuzey çeperlerinde yapıldığını vurgulayacak hem de yürüme yönteminin kendisinin de kent araştırmaları kapsamında daha az incelenmiş bir alan olduğunun altını çizeceğim. Bu durumu daha da vurgulamak için “kayıp olma”yı bilinmeyen bir bölgeyi icra ederek kendini dönüştürmenin bir biçimi olarak yorumlayan Solnit ve La Cecla’ya atıfta bulunacağım. Bu savı derinleştirmek için, projeye de adını veren walkabout kavramını açacağım. Sonrasında, bu yürüyüşleri neden “yakına seferler” olarak ele aldığımdan bahsedeceğim ve burada Istanbul Walkabouts kapsamında 2 Kasım 2016’da yaptığım bir yürüyüşü örnek olarak ele alacağım. Bu sonuç olarak beni, hem coğrafi hem de kuramsal açıdan, kuzey İstanbul’un içinde önce “kayıp olarak” sonra da onu “keşfederek” bir misafire dönüşmemle ilgili sonucuma getirecek.
Kıyı Odaklı Biçimlenişten Ad Hoc Coğrafi-Şehirciliğe
Birçok başka kentte de olduğu gibi, İstanbul’un makroformunun biçimlenişinde de otoyollar bir hayli belirleyici olmuştur. Sanayileşme ve onun etkileriyle köyden kente göçün tetiklenmesinin öncesinde, İstanbul’un makroformu da alışıldık biçimde kendi coğrafyası ve topoğrafyasıyla uyum içinde gelişmiştir. 20. yüzyılın ilk yarısında büyük modernleşme hamleleri görülmüş olsa da (Akpınar, 2003), kentin makroformundaki asıl dönüşüm; ulaşım altyapısı projelerinin bu yüzyılın son otuz yılında başlatılmasıyla birlikte ortaya çıktı (Bilgin, 2010; Tekeli, 2010). İstanbul Boğazı üzerinde sırasıyla 1973 ve 1988 yıllarında inşa edilen asma köprülerin ve otoyolların kenti doğu-batı ekseninde bölmesiyle, İstanbul’un Orta Çağ’dan kalma kıyı odaklı biçimlenişi, otoyol odaklı bir şekle dönüştü. Kent, Boğaz boyunca kuzeye doğru, otoyolların hattında ise doğu-batı yönünde büyüdü (Güvenç, 2012). 20. yüzyılın sonlarına doğru, kentin güney bölgeleri yoğun nüfuslu, sanayileşmiş ve kentleşmiş bir hale gelmiş; köy yerleşimleri, çiftlikler, tarım arazileri, otlaklar, taş ocağı göletleri ile ormanlar ve yeraltı suyu havzaları gibi doğa alanlarından oluşan kuzey bölgeleri ise İstanbul’un yeşil kuşağını oluşturmuştur. Bu yeşil kuşak; yerüstü ve yeraltı su rezervlerini barındırır, hava kalitesini artırır, kentsel ısı adası etkisinden kaynaklanan sıcaklık artışını hafifletir, endemik bitki ve hayvanlara ev sahipliği yapar (Tema Vakfı, 2014). İstanbul kuzeyde Karadeniz, güneyde Marmara Denizi’yle sınırlanmış olduğundan ve Boğaz ile ikiye ayrıldığından, doğa alanları için alternatif bir mekan yaratma olasılığı da yoktur. Dolayısıyla, bu yeşil kuşağı korumak kentin ekolojisi için her zaman büyük önem arz etmiştir.
Yüzyıla geçişle birlikte İstanbul’daki kentleşme süreçleri de vites değiştirdi. Bunun başlıca nedenlerinden biri, 1999 İzmit Depremi’nin yıkıcı sonuçlarının, bu bölgedeki mevcut kentleşme biçimlerinin değişmesinin gerektiğini işaret etmesiydi. Depremi takiben 2001’de yaşanan ekonomik kriz, büyük bir siyasi kaymaya da zemin oluşturdu. AKP (Adalet ve Kalkınma Partisi) bu kriz sırasında kuruldu ve 2002 seçimlerinde oyların çoğunluğunu alarak hükümeti kurdu. AKP inşaat sektörünün büyümesini ekonomiyi düzeltmek için kestirme bir çözüm olarak gördü ve İstanbul bu uğurda birincil operasyon sahası olarak seçildi. 2004’te İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından yönetilen İstanbul Büyükşehir Belediyesi Yetki Alanı’nın idari sınırları 1.830 km2’den 5.343 km2’ye yükseltildi ve bu değişiklik İstanbul’u dünyanın en büyük büyükşehir alanlarından biri haline getirdi (Turan, 2011; İstanbul Büyükşehir Belediyesi, tarihsiz). Bu değişiklikle, Büyükşehir Belediyesi önceden bağımsız biçimde idare edilen kırsal bölgeler için de ana idare merci haline geldi. 2005 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin[2] içerisinde bir araştırma birimi olan İMP (İstanbul Metropoliten Planlama) kuruldu ve İstanbul için 1:100.000 ölçekli bir Çevre Düzeni Planı hazırladı. Bu plan 2009’da güncellendi (İstanbul Büyükşehir Belediyesi, 2009). Bu imar planı, kentleşmenin İstanbul’un güney hattında devam etmesini, kuzey hattında yer alan orman ve su havzalarına ise dokunulmamasını öngörüyordu. En önemlisi, bu imar planında üçüncü bir otoyol önerisi yer almıyordu ve her ne kadar üçüncü bir havalimanı öneriliyor olsa da Karadeniz kıyısında değil, Marmara Denizi kıyısında yer alan Silivri ilçesinde olması öngörülüyordu (İstanbul Büyükşehir Belediyesi, 2009). O dönemde kentin anayasası olarak kabul edilen bu imar planında, altyapı projeleri de dâhil olmak üzere kentleşme süreçlerinin kentin güney bölgelerine odaklanması; kuzey bölgelerin ise ekolojik koridorların, flora ve faunanın, diğer bir deyişle mevcut ekosistemin bozulmaması için korunması gerektiği açıkça belirtilmişti.
Her ne kadar 21. yüzyılın ilk çeyreğinde İstanbul, kentleşme süreçleri bakımından muazzam değişikliklere tanıklık etmiş olsa da, kentin 2010 yılından sonra deneyimlediği neoliberal kentleşme biçimleri daha öncesine göre inanılması güç olan bir hız ve ölçek kazandı. Kentin kuzey bölgeleri üzerinde uygulanan “mega” söylemi cisimleştirmek için devlet tarafından kullanılan operasyonel teknikleri simgeleyen bu dönemi ben “ad hoc coğrafi-şehircilik” olarak adlandırıyorum (Tümerdem, 2014; Tümerdem, 2017; Tümerdem, 2018). Bu teknikler, ülkenin ekonomik istikrarını, kentin doğa rezervlerinin yok olması pahasına olsa da sürdürebilmek için kısa yol işlevi görüyor. Jeo-şehircilik veya coğrafi-şehircilik, kentleşme biçimlerinde yaşanan paradigmatik bir kaymaya atıfta bulunuyor; öyle ki artık kentlerin nasıl biçimleneceğinin belirleyicisi doğal coğrafya ve topoğrafya değildir. Bugün yeryüzü üzerindeki yeni coğrafyaları şekillendiren, devasa ölçekli insan faaliyetleridir. (Katsikis, 2014). Buna göre, coğrafi-şehircilik kavramından türetilmiş olan “ad hoc coğrafi-şehircilik” ile kuzey İstanbul’da ve Türkiye genelinde meydana gelmekte olan güncel kentleşme süreçlerine açıklık getirmektir. Dolayısıyla coğrafya üzerindeki vurgu, bir bölgeyi, oranın mevcut coğrafyasını, topoğrafyasını, tarihini, insan ve insan-olmayan sakinlerini silerek dönüştüren bu operasyonların “coğrafi etkileri”yle ilgilidir. Kentin resmi nazım planını ihlal eden bu operasyonların, belirli aktörlerin belirli amaçlara ulaşabilmeleri uğruna, uzman görüşlerini ve kamu yararını gözardı ettikleri halde gerçekleştirilmiş oldukları gerçeği de bunları “ad hoc” süreçler haline getirir.
Öncelikle 2010 yılının İstanbul’un “mega” kentleşmesinde bir dönüm noktası olduğunu belirtmek gerekir. Zira Üçüncü Boğaz Köprüsü’nün kuzey İstanbul’da inşa edileceği kamuya Nisan 2010 yılında duyuruldu.[3] Bu, hükümetin kentsel söylemindeki sert dönüşümün yalnızca başlangıcı ve 1:1.000.000 Çevre Düzeni Planı’nda tavizsiz biçimde korunması gerektiği belirtilen kuzey İstanbul’da yapılması öngrörülen büyük-ölçekli ve devlet-kaynaklı operasyonların habercisiydi. Üçüncü Boğaz Köprüsü’nün yapılacağının açıklanmasının ardından 2011 yılında Kuzey Marmara Otoyolu’nun inşa edileceği de duyuruldu. Uzman görüşlerinin İstanbul’un neden yeni bir köprüye ihtiyacı olmadığına dair sunduğu geçerli sebeplere (Gerçek, 2014) ve STK’lar ve kent sakinleri tarafından yapılan tüm itirazlara rağmen, otoyol ve köprü 2016 yılında tamamlandı.[4] Şaşırtıcı olmamakla birlikte, bu otoyol kentin kuzey bölgelerini transit geçerek Asya ile Avrupa kıtalarını birbirine üçüncü kez bağlayan, faydacı ve teknik ulaşım altyapısının bir parçası olmakla kalmıyor; aynı zamanda yeni tamamlanan ve yakında bitirilmesi beklenen diğer megaprojeler için ana altyapısal omurga işlevi de görüyor. Dünyanın en büyük havalimanı olacağı ileri sürülen yeni İstanbul Havalimanı’nın inşa edileceği 2011’de duyuruldu ve inşaatı 2018’de tamamlandı.[5] Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından yayınlanan Çevresel Etki Değerlendirme Raporu’nda otoyol ve havaalanının inşası için alan açmak üzere yalnızca 2,5 milyon ağaç kesileceği belirtilmiş olsa da, Kuzey ormanlarını korumak için kurulan ve bağımsız bir hareket olan KOS’un (Kuzey Ormanları Savunması) yakın zamanda yaptığı gözlemler çerçevesinde, gerçek sayının aslında 13 milyon olduğunu açıkladı (Güvemli, 2019). Bu da gösteriyor ki, bu projelerin kentin ve bu bölgelerin geneli üzerindeki zararlı etkilerini doğru biçimde yansıtmak açısından resmi raporlar ne güvenilir ne de yeterlidir. Tüm bunların üstüne, ekolojik bir felaket olan Kanal İstanbul da yine 2011’de, dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından kamuoyuna “çılgın proje” olarak duyuruldu.[6] Bu kanal kentin batı yakasını ikiye bölecek, Boğaz’a paralel ikinci bir geçit yaratacak ve Marmara Denizi ile Karadeniz’i birbirine ikinci kez bağlayarak İstanbul’un batı anakarasından kopan bir ada oluşturacak. Böylesi bir kanalın inşasını haklı göstermek için ileri sürülen gerekçe, tanker geçişleri için bu kanalı kullanmak ve böylece Boğaz’da patlayabilecek bir yağ tankerinin yaratacağı dev faciayı ve bunun Boğaz kıyıları üzerindeki zararlı etkilerini önlemektir. Buna karşılık, 2011’de İstanbul içinde yeni bir kent olacağı duyurulan Yeni İstanbul’un, Kanal İstanbul’un rotası boyunca uzanan ve yakın zamanda özelleştirilmiş kamu arazileri üzerine inşa edilecek olması da, bölgede gelişen emlak projeleriyle doğrudan bağlantılı üst bir gerekçenin varlığına işaret eder.[7] Kuzey İstanbul’da deneyimlenen ad hoc coğrafi-kentçilik örnekleri içerisinde yürüme pratiğinin, bilinmeyen bir coğrafyanın anlaşılabilmesini nasıl sağladığı ve kent araştırmaları kapsamında alternatif yöntemleri nasıl tetikleyebileceği üzerine derinlemesine düşünebilmek için iki yönlü bir kavram olan terra incognitayı tartışacağım ve bilinmeyen bir coğrafyayı araştırırken “kayıp olma”nın aslında nasıl yararlı hale gelebileceğini daha ayrıntılı bir biçimde inceleyeceğim.
İki yönlü Terra Incognita
“Bak arkadaşım” dedi Don Quijote, “bütün şövalyeler saraylı olamaz; bütün saraylılar da gezgin şövalye olamaz, olmamalıdır zaten; dünyada her şeyden biraz olmalı. Hepimiz şövalye olsak da, aramızda çok fark vardır. Saralı şövalyeler, odalarından, saraylarının kapısından dışarı çıkmadan, bir haritaya bakarak, hiç masrafsız, sıcak, soğuk, açlık, susuzluk nedir bilmeden bütün dünyayı gezerler; halbuki bizler, yani gerçek gezgin şövalyeler, güneş, soğuk, rüzgâr, tabiatın her türlü şiddeti, gece, gündüz demeden, kâh yaya, kâh at sırtında, bütün dünyayı kendi adımlarımızla arşınlarız [...]”
― Miguel de Cervantes Saavedra, Don Kişot
İki yönlü terra incognita kavramını açmadan önce, Istanbul Walkabouts projesini ortaya çıkmasını tetikleyen arkaplandan bahsetmek gerektiğini düşünüyorum. Devlet eliyle uygulanan mevcut “mega” söylem, ağırlıklı olarak kent için hayati öneme sahip doğa alanlarını barındıran kuzey İstanbul’a odaklanmıştır. Yakın zamanda, bu bölge bu dönüşümlerin gözlemlenebildiği operasyonel bir peyzaj haline geldi ve Kuzey Marmara Otoyolu’nun inşası da bu coğrafyanın deneyimlediği ad hoc dönüşümün tetikleyicisi işlevi gördü. Bu bağlamda, Istanbul Walkabouts kentin kuzey bölgelerinde yaşanan kentleşme süreçlerini, özellikle otoyol güzergahı boyunca ve civarında yürüyerek inceliyor. Dolayısıyla, ben Istanbul Walkabouts’un başlıca katkısının, hareketli etnografik araştırmalarda sıkça kullanılan (Sheller & Urry, 2006) yürüme yöntemini; mimarlık, peyzaj ve kent çalışmalarına aktarmak olduğunu ileri sürüyorum. Don Kişot’un bahsettiği sadece “bir haritaya bakarak bütün dünyayı gezme”ye çalışan saraylı şövalyeler örneğinde olduğu gibi (Cervantes Saavedra, 2005 [1605], p. 492), yapılı (ve yapılı olmayan) çevreye odaklanan araştırmaların çoğunda kullanılan yerleşik yöntemler ve tanrısal bakışa sahip yaklaşımların aksine, Istanbul Walkabouts yeryüzünü ölçmek için onun yüzeyi üzerinde dolanan gezgin bir şövalye gibi bedenin kendisini kullanır[8] (Cervantes Saavedra, 1996 [1605]; Solnit, 2014). Tıpkı bilinmeyene doğru bir yolculuğa çıkıp arazide olmanın tehlike ve mucizeleriyle karşılaşan gezgin bir şövalye gibi, İstanbul’un kuzey bölgelerinde bir yürüme araştırması sürdürerek benim, hem coğrafi hem de kuramsal anlamda, iki yönlü bir terra incognitada gezindiğimi iddia ediyorım.
Öncelikle şunu söylemek gerekir ki İstanbul’da yaşayan insanlar için kuzey İstanbul başlı başına bir coğrafi terra incognitadır. Esasında, 2004’e kadar bu bölgedeki alanların çoğu Büyükşehir Belediyesi’nin parçası değildi (Istanbul Metropolitan Municipality, n.d.). Dolayısıyla da bugüne dek bu bölgeler kentin “dışı” olarak algılanmıştır. Dahası, tarihi yarımadadan yaklaşık 30 kilometre uzaklıkta bulunmalarına karşın toplu taşıma araçları sınırlı sayıda ve az sıklıkta olduğundan, bu alandaki köy yerleşimlerinden birine ulaşmak 2 ile 3 saat sürer. Bu yüzden mesafe açısından uzakta olmasalar da, erişim açısından uzaktadırlar. Bu bölgeler işe gidip gelen insanların günlük güzergahları üzerinde olmadığı gibi, çoğu insan için sembolik bir öneme de sahip değildir. İnsanlar bu alandaki mevcut dönüşümlerin farkında olsalar da, verilen tepkiler küçük gruplar ve çoğalamayan hareketlerle sınırlı kalmıştır. Üzücü bir şekilde, gözden ırak oldukları için gönülden de ırak kalmışlardır. Üstüne üstlük, İstanbul’a yoğunlaşan araştırmaların çoğunun odak noktası genellikle kentin tarihi alanları veya kalabalık, kentleşmiş ve sanayileşmiş alanlar ile kentsel merkezlerle doğrudan bağlantısı olan çeper bölgeleridir. Bu sebepten ötürü kent-merkezli ve doğal olarak insan-merkezli olan kentsel çalışmaların perspektifinden bakıldığında bu alanlar kentsel alemin ötesindeki “kırsal” alanlar olarak değerlendirildiklerinden çoğunlukla dışarda bırakılmışlardır.
İkinci olarak, genellikle coğrafya, antropoloji, etnografi ve sanatsal pratiklerde kullanılan bir yöntem olan yürüme araştırmasını, mimari tasarım alanında yürütülen bir araştırmaya uyarlamayı kendi içinde kuramsal bir terra incognita olarak ele alıyorum. Mimari ve kentsel araştırmaların genelinde, kent içerisinde yürüme pratiği üzerinde sıkça durulan bir konu olduğu su götürmez bir gerçektir. Benjamin’in flâneurü (1983), de Certeau’nun Wandersmänner’i (1988), Jacobs’un sidewalk balletsi (1961), sayısız kez atıfta bulunulmuş başlıca kaynaklardır. Ancak bu kaynaklar özellikle “kentsel” bağlamla uğraşırlar. Dolayısıyla yürümeyi kentin kırsal hinterlantını incelemenin bir yöntemi olarak kullanmak bu tasarım disiplinleri içinde pek keşfedilmemiş bir alandır. Bu nedenle ben Istanbul Walkabouts ile, kendimizi haritalar, uydu görüntüleri ve plan çizimleriyle sınırlandırıp dünyayı başka birinin temsili üzerinden görmek yerine; stüdyodaki, masa başındaki ve ekran karşısındaki sedenter ve tanrısal konumlarımızı geride bırakıp dışarı çıkmayı öneriyorum. Bu haritalandırılmamış bölgelerde dolanarak ve kentsel-olmayan ile insan-olmayana odaklanarak; bu topoğrafyayı icra ederek ve bu peyzajın mekan-zaman dönüşümlerine katılarak, İstanbul’a odaklanan mevcut araştırmaların merceğini kaydırmanın ve böylelikle kenti, kentsel ile kırsal arasındaki dikotomiler üzerinden değil, çok daha zengin ve karmaşık bir anlayış çerçevesinden öğrenmenin mümkün olacağını savunuyorum. Bu bağlamda, Solnit ve La Cecla’nın bir peyzajı hakikaten bilebilmek ve onun tarafından dönüştürülebilmek için öncelikle bu peyzaj içerisinde “kayıp olma” hakkındaki yorumunun izini sürecek, sonrasında ise walkabout kavramının Istanbul Walkabouts ile nasıl ilişkilendiğini inceleyeceğim.
Kaybolmayı Öğrenmek
“Bir şehirde yolunu bulamamak pek bir şey ifade etmez. Bir şehirde, ormanda kaybolur gibi kaybolmak ise eğitim ister. Bunu başarana cadde isimleri kuru dalların çıtırtısı gibi seslenmeli, şehir merkezindeki dar sokaklar, ona günün hangi saati olduğunu dağ başındaki bir gölcüğün kesinliğiyle yansıtmalıdır. Ben bu sanatı geç öğrendim; öğrenince de, ilk bıraktığı izleri defterimin arasındaki kurutma kağıtlarında beliren labirentler olan rüyayı gerçeğe çevirdi bu sanat.”
― Walter Benjamin, Bin Dokuz Yüzlerin Başında Berlin’de Çocukluk
Coğrafi ve kuramsal bir terra incognita’da (bilinmeyen topraklar) yürüme fikrini başlangıç noktası olarak alıp, incognita’dan (bilinmeyen) cognita’ya (bilinen) geçişin ancak “kayıp olma”yla mümkün olabileceğini savunuyorum. Kişi bilinmeyen bölgeleri haritalayabilmek ve onları kendi açısından bilinir hale getirebilmek için öncelikle bu bölgeler içerisinde kaybolmak zorundadır. Solnit (2006) kayıp kavramını iki farklı anlamı üzerinden ayrıştırır. Biri, şeyleri kaybetmekle ilgilidir ve tanıdık olanın uzaklaşmasıyla ortaya çıkar. Diğeriyse kayıp olmayla ilgilidir ki burada tanıdık olmayan bir şey karşınıza çıkar ve siz onun etrafınızı sarmalamasını kabul edersiniz (Solnit, 2006). Solnit kayıp kavramının ikinci anlamını vurgulamak için Keats’in “negatif kabiliyet” kavramından alıntı yapar. Şairin yorumuna göre Kazanımların Adamı [Man of Achievement] “belirsizlikler, Gizemler, şüpheler içinde, olgu ve akla doğru irkiltici uzanmalar olmaksızın durabilmeye kabil”dir (Keats, 2005, s. 60). Solnit ayrıca kaybı “bir ruh hali”, hatta kişinin öngörülemez olanı buyur etmesine ve “bilinmeyende evde” olmasına izin veren bir güç olarak yorumlar (Solnit, 2006, s. 14). Öyleyse “kayıp olma” pejoratif bir durum olarak değil, tam tersine kendi içinde olumlu bir deneyim olarak ele alınır.
Bu bakımdan walkabout kavramını açmanın ve bu kavramın Istanbul Walkabouts ile nasıl ilişkilendiği üzerinde durmanın çok önemli olduğuna inanıyorum. Walkabout, yayan yapılan ve haftalar, aylar, hatta yıllar sürebilen bir yolculuktur (Chatwin, 1987). Kavram, Avustralya Aborijin kültürüne aittir ve geçici hareketlilik haline dayanan bir ergenliğe geçiş töreni olarak kabul edilir. Genellikle erkekler tarafından yapılan ve yetişkinliğe geçişi simgeleyen bu törende kişi bir yürüyüşe, yani walkabouta çıkar ve geri dönerse, yabanda tek başına hayatta kalabileceğini kanıtlar. Yeryüzü üzerinde bırakılmış doğal veya insan yapımı izleri okuyabilir ve Avustralya’nın çöl peyzajı üzerinde yolunu bulabilir (Careri, 2002; Chatwin, 1987). Ancak, bu ruhani göç sırasında Aborijinler, etrafta amaçsızca ve bir haritaları olmaksızın dolaşmazlar. Tam tersine, tüm kıta şarkı hatları (songlines), diğer bir deyişle rüya izlekleriyle sarılmıştır. Şarkı hatları “dolana dolana Avustralya’yı boydan boya kat eden görünmez patikaların oluşturduğu labirent”lerdir (Chatwin, 1987, s. 2) ve Aborijinlere göre bunlar, binlerce yıl boyunca rüya aleminde tüm kıtayı yorulmak bilmeden dolaşan ve canlı ve cansız her şeyi şarkı söyleyerek yaratan ataları tarafından oluşturulmuştur (Careri, 2002; Chatwin, 1987). Şarkı hatları’nın bilgisi, diğer bir deyişle bütün kıtanın sözlü haritası, kuşaktan kuşağa şarkılar biçiminde aktarılır. Her bir izleğin kendi şarkısı vardır ve her kabile kendi bölgesine ait şarkıları bilir. Şarkıyı bilmekle, kendi tarihinizi de bilirsiniz ve bu çorak arazi üzerinde seyir edebilir, yiyecek, su ve sığınak bulabilir; yani hayatta kalabilirsiniz. Belirli bir kabilenin bölgesi sonlandığında şarkının dili değişir ancak ezgisi aynı kalır. Bu da, “aynı ezgiyi mırıldanabilen” kişinin (Chatwin, 1987, s. 59) bütün kıta üzerinde yolunu bulabileceği anlamına gelir.
Walkabout kavramıyla Solnit ve La Cecla’nın “kayıp olma” tarifi arasında bir bağlantı olduğuna inanıyorum. Walkabouta gitmek, kendi kendini tekrardan bulup dönüşmüş olarak geri dönmek adına kaybolmak üzere çıkılan bir yolculuktur. Solnit kayıp olmanın “geriye dönerek değil başka bir şeye dönüşerek” kaybolmayı sonlandırmak olarak tarifler (2006, s. 71). Yeni Dünya’nın bilinmeyen topraklarına doğru uzun seferlere giden Amerika kıtasının ilk kaşiflerinin başlangıçta gurbet çektiklerini söyler. Yeni çevrelerine karşı kendilerini yabancılaşmış hisseder ve bu çevrenin barındırdıklarını garipserler. Önce uyum sağlamaya çalışırken bocalarlar. Fakat zaman içinde bu yeni çevreye alışmaya başlarlar. Bu yeni bir dil öğrenmek gibidir; zamanla bir kekemeden bu dili akıcı bir şekilde konuşan birine dönüşürler (Solnit, 2006). La Cecla bu durumu büyümekle bağdaştırır ve kayıp olmanın “kendi kendini yönlendirmeyi öğrenmek ve çevrenin dolambaçlı yollarını ve tuzaklarını geride bırakmak için bir rehbere ihtiyaç duymamak” ile ilgili olduğunu ileri sürer. (La Cecla, 2000, s. 33).
Bu anlayış, Chatwin’in bölge kavramı ile ilgili tarifine çok benzer. Chatwin bölgenin “içinde kaldığın… köşe bucak tanıdığın… tüm korunaklarını canı gönülden bildiğin… yer” olduğunu ileri sürer (Chatwin, 1987, s. 113). Walkabout öncesinde, bu deneyimi edinmeden önce, o peyzajı aslında bilemezsin. Ancak walkabouta giderek, peyzajın şarkılarını öğrenir ve onları akıcı bir biçimde söyleyebilmeye başlarsınız, uçsuz bucaksız bir bölgeyi baştan sona öğrenip, ustalaşırsınız. İşin aslı, tüm kıtayı sarıp sarmalayan şarkı hatlarıyla “totemik” bir coğrafya yaratılır. Fakat kıta ölçeğindeki bu sözlü harita henüz yenilgiye uğramamış bir toprağın sahiplenilmesi ya da belirli bir mekânın fethedilmesiyle ilgili değildir. Aksine, animist inançtaki Aborijinler için toprak yaralanmamış ve dokunulmamış halde kalmalıdır çünkü toprağı incitmek kendini incitmek demektir. Onların bir araziyi arşınlama fikri değişiklik yapmak üzerine değildir; bu arazi üstünde usulca yürümek, hayatta kalmaya yetecek kadar yiyip içmek ve geride yalnızca ayak izleri bırakmakla ilgilidir. Karşılığında önkollarından bir damarı kesip kendi kanlarını toprağa serpiştirerek verdiği hediyeler için ona teşekkür etmek gibi zararsız fedakarlıklarda bulunurlar (Chatwin, 1987). Sonunda, yeryüzünün kabuğu adeta usulca dönüşürken, yürüyen kişi de tamamen değişir. Yeryüzü üzerinde dolaşmakla yürüyen kişi şarkı hattı’nın, sözlü tarihin bir parçası haline gelir. Solnit’e göre “kayıp olma” bir varoluş biçimidir. Yabancı topraklara sefere gitmekle, kendini kaybetme riskini atmakla, başka bir şeye dönüşme olasılığına da kucak açmış olursunuz. La Cecla’nın kayıp olmayı büyümekle bağdaştırması Solnit’in iddiasını güçlendirir. Animistik bir ergenliğe geçiş töreni olan walkabout aynı zamanda bilinmeyene doğru gitmekle, kendi bölgeni ve kendi kendini bu deneyim sayesinde öğrenmekle ilgilidir. Bu doğrultuda, ben de Istanbul Walkabouts’un bilinmeyene doğru sefere çıkmakla ilgili olduğunu öne sürüyorum. Ancak kendinizi yabancı bir peyzaja maruz bırakırsanız onu gerçekten bilebilmemiz mümkün olur. Doğal olarak, yakına yaptığınız bu seferler sonrasında, siz de peyzajla birlikte dönüşürsünüz.
Seferler
İstanbul’un bir parçası olmakla birlikte kuşkusuz kendi içinde bir gerçeklik de olan bu bölgelerde Istanbul Walkabouts kapsamında bir düzineden fazla yürüyüş gerçekleştirdikten sonra, bu yürüyüşleri “yakına seferler” diye anmaya başladım. Bu yürüyüşler için, başlangıç alanına ulaşabilmek adına uzun yolculuklar yaptık ve sonrasında bu peyzaj üzerinde saatlerce gezinerek başka türlü öğrenemeyeceğimiz şeyleri öğrendik. İlk başlarda sendeledik çünkü nerede yürüyüdüğümüzü ve hatta orada nasıl yürünmesi gerektiğini bilmiyorduk. Ancak zamanla yürüyüşlerimizde daha akıcı hale geldik. Bu süreçte Arapça kökenli sefer kelimesinin Istanbul Walkabouts’un “kayıp olma” fikrine nasıl açıklık getirebileceğini de öğrendim. Sefer ya da Arapçadaki orijinal telaffuzuyla safar “uzun bir yürüyüş, yolculuk” anlamına gelir. Kökenleri Aramice ve Akatçaya uzanır ve “ayak izi bırakmak, patika açmak, sınır çizmek” gibi çağrışımları barındırır (Nişanyan Sözlük, tarihsiz). Öyleyse, bir sefere çıkmak aslında yayan olarak uzun bir yolculuğa çıkmak, toprak üzerinde ayak izlerini bırakmak, bir patika yaratmak, bir sınır çizmek, yeryüzü üzerinde çizim yapmak, kaybolmak ve sonra bulunmaktır. Bunu takiben, 19. yüzyılda yaygınlaşan ve pek çok dilde, spor olarak yapılan hayvan avı, ya da daha kibarca söylemek gerekirse yaban hayatını gözlemlemek için yapılan yolculuk anlamına gelen ve Swahili diline ait olan safari kelimesi (Online Etymology Dictionary, tarihsiz) ile ilgili başka bir aydınlatıcı farkına varış yaşadım. Swahili dilinde “yolculuk, sefer” anlamına gelen safari kelimesi de Arapça safar kelimesinden gelmekte (Nişanyan Sözlük, tarihsiz; Online Etymology Dictionary, tarihsiz).
Harita, çizim, uydu görüntüleri gibi bilinen bölgeleri terk ederek ve kentleşmiş merkezleri, dolayısıyla da kentsel olan ile ilgili genelleştirilmiş kuramları ve kavramları geride bırakarak, bana tanıdık olmayan bir yöntemi takip edebilmek adına, İstanbul’un benim için bilinmedik bir kısmına doğru yola koyuldum. Kuzey İstanbul’a yaptığım bu deneysel seferlerle hem coğrafi hem de kuramsal anlamda “bilinmeyen evde” olmayı öğrendim. İlk yürüyüşlerde bir ya da iki kişi bana eşlik etti ve kat ettiğimiz mesafeler kısaydı. Nasıl ve nereye yürüneceğiyle ilgili belli bir plan yoktu. Birkaç saat süren yürüyüşler otoyol civarında bulunan, toplu taşımayla ulaşılabilen bir köy yerleşiminden başlayıp, yine yakınlarda bulunan ve toplu taşımayla geri dönebilme imkanımızın olduğu bir başka köy yerleşimine erişmemizle son buldu. Temel fikir iki yerleşimi birbirine bağlamak ve o veya bu şekilde otoyolla karşılaşmaktı. Yürümeye başlamadan önce, alanla ilgili bir miktar fikir edinmek için uydu görüntülerini inceledim; ancak elbette harita arazinin kendisi değildir ve bu yüzden haritada üzerinden hesaplanan rota, bizim aslında arazi üzerinde tuttuğumuz rotadan daima çok farklıydı.
Yürüyüşlerin tanınmayan içerisinde kaybolmayı öğrenmemize nasıl olanak verdiğini daha ayrıntılı bir biçimde aktarmak için, 2 Kasım 2016 günü Anadolufeneri’nden Poyrazköy’e yaptığımız bir yürüyüşü seçtim. Bu yürüyüş için İstanbul’un Anadolu yakasının kuzey kısmında 2 saat 20 dakika boyunca 6,2 kilometrelik bir mesafe kat ettik. İnsanlar için ortalama yürüme hızının yaklaşık 5 km/saat olduğunu düşünürsek, kat edilen mesafe aslında “kaybolduğumuzu” gösteriyor. Anadolufeneri, Boğaz ile Karadeniz’in buluşma noktasındaki ufak yarımadada bulunan küçük bir balıkçı köyüdür. Konumunun sağladığı avantaj sebebiyle, burun kısmında muhite de adını veren bir deniz feneri bulunur. Boğaz’ın kuzey ucunda konumlanan Poyrazköy de bir balıkçı köyüdür. Korunaklı bir koyun içine yerleşmiş olan bu köyün olası beklentileri de değişmiştir. Yürüyüş sırasında bu alanın mevcut durumunu ve otoyolun yarattığı etkileri çok yakından gözlemleme imkanı bulduk:
Bir kavşağa vardığımızda, asfalt yolu takip etmek yerine vadinin tabanına doğru inen patikayı seçiyoruz. Bu patika üzerinde tarlalar ve birkaç özel konut var. [1 km; 59 m; 13:59] Daha da ilerledikçe, muhtemelen tarla sahiplerince kullanılan bazı prefabrik kulübeler ve basit beton yapılar da görüyoruz. Bazı taş duvarlar ve orada bulunan ağaç dalları ve birkaç demir filizin birleştirilmesiyle oluşturulmuş bazı çitler var. Toprak yolun üstünde büyükbaş ve küçükbaş hayvan izleri dikkatimizi çekiyor. Bir süre sonra tarlalar gözden kayboluyor ve otoyolun uğultusunu duymaya başlıyoruz. Vadinin tabanında kurumuş küçük bir derenin izi var ve vadinin iki yanı da sık ormanlarla kaplı. Bu noktada, viyadüğün ayakları da beliriyor. [V21] Tarlalar, çayırlar, dikenli çalılıklar ve orman ağaçlarıyla çevrili toprak bir yoldan ya da patikadan yürürken birdenbire devasa viyadüklerin, kolonların ve plakaların içine düşmek kayda değer bir deneyim. İnsana “İstanbul’da mıyım gerçekten?” diye düşündüren pitoresk peyzajlardan, çok yoğun bir endişe hissinin içinizi kapladığı, Ballardvari oluşumlara.
Yürüyüş × Anadolufeneri – Poyrazköy (Tümerdem, 2018)
Haritalama araçlarını kullanırken öngörülemeyen zorluklar, yavaş yavaş kendilerini göstermeye başlıyor:
Otoyolu uzaktan seçmeye başladığımızda fiziksel engeller de kendilerini belli etmeye başlıyor. Dikenli çalılar ve oraya biri(leri) tarafından konulmuşa benzeyen dallardan oluşan küçük bir kısım var. Bu engeli bir şekilde aşabilsek de otoyola kadar yükselen toprak setin ötesine geçmemiz mümkün olmuyor. Aynı patikadan geri yürüyoruz ve düzlük bir alana onu çevreleyen çitin üstünden atlayarak giriyoruz. Birinin bu alanı kullandığı belli çünkü üzerinde ekinler görüyoruz. Bu alan aynı zamanda ormanla arasına sınır çeken, metal ve ahşap çitlerle çevrilmiş. [3 km; 38 m; 14:57] Elimizdeki olasılıklar ya tüm yolu geri yürümek ya da ormanın içinden geçerek otoyolun etrafından dolanıp bir sonraki yürünebilir patikaya ya da yola varana kadar “kestirme” yapmak. İkincisini olasılığı seçiyoruz. Çift yönlü ahşap bir merdiven bulup, oradan ormanın içine giriyoruz.
Yürüyüş × Anadolufeneri – Poyrazköy (Tümerdem, 2018)
Ormanda yolunu bulmaya çalışmak kolay olmuyor. Orman zemininin büyük bölümünü kaplayan sık ağaçlar ve dikenli çalılar ile tamamıyla sarmalanmış olduğumuzdan, çevremizden tamamen yalıtılmış hissediyoruz. Bir röper noktamız olmadığından kendi kendini doğru bir şekilde yönlendirmek de bir hayli zor:
Orman çok sık ve dikenli çalılarla dolu. Doğal olarak ortada herhangi bir patika yok, belli belirsiz olan vardıysa da çok uzun zamandır kullanılmıyor olmalı. Katetmenin en kolay olduğunu hissettiğimiz yöne doğru yürümeyi sürdürüyoruz. Orman içindeki yürüyüş yaklaşık 500 metrelik bir mesafe ancak yaklaşık olarak 45 dakika sürüyor. Orman öylesine sık ki içinde kaldığımız süre boyunca telefonlarımız çekmiyor. Çalılar yürümeyi çok zorlaştırıyor. Dikenler giysilerimize takılıyor ve hatta derimizi sıyırıyor. [...] Neyse ki bir süre sonra, otoyolu görmesek de uğultusunu duymaya başlayoruz ve böylece doğru yolda olduğumuzu anlıyoruz. Yürüyüşün en zor kısım burası ve ortalama hızımız 1,6 km/saate düşüyor. Otoyolu ve Üçüncü Boğaz Köprüsünü ancak ormandan çıkıp Anadolufeneri Yolu’na vardığımız zaman fark ediyoruz. [4 km; 104 m; 15:34]
Yürüyüş × Anadolufeneri – Poyrazköy, (Tümerdem, 2018)
Ormanın derinliklerine daldığımızda yalnızca fiziksel mekanda değil, telefonlarımızın çekmemesi sebebiyle dijital mekanda da kaybolduk. Orman zeminini kaplayan sık çalılar tarafından yutulduk. İlerlemek zor, yönümüzü şaşırmak kolaydı. Öte yandan, bu talihsizlik dolayısıyla yapabileceğimiz tek şey algılarımıza güvenmekti. İçgüdülerimizi takip edip ormandan çıkış yolunu bulmak zorundaydık. Nihayet, görme yerine işitme duyumuza öncelik vererek ve bedenin bir adım sonrası başka bir adım daha atabilecek olması failliğine güvenerek, bu balta girmemiş ormanın içinden çıkmayı başardık. Peyzaj içerisinde yolumuzu bulmak gibi ilkel bir duruma ancak onun içinde tam anlamıyla kaybolduktan sonra ulaşabilirdik.
Bu, Istanbul Walkabouts kapsamında İstanbul’un kuzey bölgelerinde gerçekleştirdiğim ilk yürüyüşlerden biriydi ve nasıl kayıp olunacağını öğrenmenin başlangıç eylemi olarak işlev gördü. Yanımda bir tane yol arkadaşım vardı ve yürüyüş boyunca birbirimize yardım ettik. Zamanla, daha çok yürüyüş yaptıkça, bilinmezin içinde olmak konusuna aşina olmaya başladım. Yürüyüşler kulaktan kulağa yayıldıkça katılımcıların sayısı da arttı. İstanbul’un kent merkezlerinin hinterlantında yer alan kuzeydeki bölgeler hem benim gibi İstanbul’da doğup büyümüş biri için ve hem de 2016’dan beri yürüyüşlere katılan pek çok kişi için terra incognita bölgelerdi. Her bir yürüyüş için, başlangıç noktamıza varana kadar birkaç saat yol gittik ve oradan peyzajın içine doğru sürüklenmeye başladık. Hava koşulları yeniydi, topoğrafya kentleşmiş bölgelerde alışık olduğumuzdan farklıydı, flora ve fauna çeşitli ve alışılmadıktı. Dolayısıyla, bu yabancı bölgelerde dolaşmak, yeni bir kıtada keşif seferine çıkmak gibiydi.
Bir Sonuç: Misafir Olmak
Bu makale ile, kuzey İstanbul’da meydana gelen ve süregiden dönüşümlere bir tepki olarak ortaya çıkan yürüme projesi Istanbul Walkabouts’a açıklık getirmek istedim. Bu operasyonel peyzajlarda kayıp olmayı bu alanı (tersten) öğrenmenin bir usulü olarak nasıl ele aldığım üzerinde durdum. Bu (tersten) öğrenme, size haritalarla verilenden tatmin olmayıp bunu doğrulamak üzere sahaya indiğinizde ortaya çıkar. Kendi bilginizi, kişisel haritalarınızı yaratırsınız.
Etimolojik uğraşlarım sırasında yine Arapça musafir kelimesinden dilimize geçen misafir kelimesinin, sefere çıkmış olan, seferi kişi anlamına geldiğini keşfettim. Elbette bu kelime de daha önce açıkladığım, “uzun yürüyüş, yolculuk” anlamına gelen safar kelimesiyle aynı kökten geliyor (Nişanyan Sözlük, tarihsiz). Benim gerçekleştirdiğim walkaboutlar ile “kayıp olma” fikri arasındaki bağlantının bu kelimede yattığına inanıyorum. Öncelikle misafir yolculuğa çıkan ve geçici olarak bir yerde konaklayan bir gezgindir. Misafirler, kendileri için bilinmedik bir yerdeki yabancılardır. Ne var ki onlar için tanıdık olmayan bu yer aslında bir başkasının evidir. Misafirler oraya geçici olarak gelmişlerdir ve saygı göstermeleri beklenir. Talepte bulunmak ya da talimat vermek yerine razı gelir ve kabul ederler. Yine de “bilinmeyende evde” hissedebilirler (Solnit, 2006, s. 14). La Cecla’ya göre bir “yabancı”, “ev sakinlerinin misafirperverliğiyle karşılanması gerektiğini” bilen ve “kendi aykırı kimliğinin risklerinin farkında olan” kişidir. Ona göre “yabancı rolünü oynamayanlar “turistler”, muhriplerdir” (La Cecla, 2000, s. 40). Diğer yandan, bir yere misafir olarak gittiğinizde, birileri sizi evine buyur ettiği anda onların hayatına dahil olursunuz ve nasıl yaşadıklarına dair bir içgörü edinirsiniz. O yerin geçici bir sakini haline gelirsiniz. Bu, bilinmeyeni buyur etmenin içerisinde bir karşılıklılık olduğu anlamına gelir; misafir bilinmeyenin içine dalmayı göze alırken, ev sahibi de bilinmeyeni karşılamakla bir risk alır.
Bu anlamda, misafir olmak, hem coğrafi hem de kuramsal anlamda algılanabilir. Coğrafi olarak misafir olmak, öncelikle, arazi üzerinde dolaşmakla ilgilidir. Herhangi bir karşılıklılık olasılığı taşımayan, iki boyutlu harita-bölgesinden üç boyutlu bir bölgeye doğru geçerek yeryüzü üzerinde dolaşırız. En azından bizim bildiğimiz anlamda tanımlı bir yürüyüş patikası yoktu, ama biz “tanıdık olmayanı reddetmek yerine onu kucakladık ve böylece o da tanıdık olan haline geldi” (Solnit, 2006, s. 72). Bu şekilde, bu peyzajın içinde yavaş yavaş kendi rotalarımızı yarattık. Böylelikle, kuzey İstanbul’da seferlere çıkarak, bu “gözden ırak” bölgelere ve onların insan ve insan-olmayan sakinlerine misafir oluruz. Biz otoyolla bölünmüş ve tepeden inme mega-ölçekli altyapı projeleriyle başkalaştırılmış bir coğrafyayı keşfetmek, kaydetmek ve teğellemek için yürüyen misafirleriz. Onun ormanlarında kaybolmaya ve onun şarkılarını söylemeye hevesli konuklarız[9]. Biz, bu bölgelerin muhrip “turistleri” değil; onların içerisinde yürüme deneyimiyle dönüşen ve böylece onların bir parçası haline gelen misafirleriz.
Bunu takiben, misafir olmak; aynı zamanda kuram içerisinde gezinip/düşünen araştırmacının, tanıdık ve sedenter yöntemleri arkasında bırakıp etkin, performatif ve deneysel olan, gezgin bir yöntemin bilinmez bölgesine girmesidir. Öyleyse, bu yürüyüşlerin amacı, geleneksel bilgi üretim biçimlerini sorgulayan; çöğul ölçekleri, bugüne kadar çoğunlukla gözardı edilmiş insan ve insan-olmayan yaşamları, canlı ve cansız özneleri öne çıkaran ve bedeni araziyle etkileşime sokan, programlanmış bir öneriyi formüle etmektir. Yüzlerce kilometre yürüdükten, çoğul karşılaşmalar yaşadıktan ve bu bölgeyi değişen mevsimler, hava durumları ve saatlerde deneyimledikten sonra, adım adım; mimarlık, peyzaj mimarlığı ve şehircilik gibi disiplinler kapsamında herhangi bir şehir veya coğrafyada yürütülecek bir araştırmada takip edilebilecek bir yöntemi kurmaya başlıyoruz.
Bu bakımdan, artık her rota kuzey İstanbul’da bir şarkı hattı gibi görülebileceğinden Istanbul Walkabouts’un walkabout kavramına bir yorum getirmiş olduğuna inanıyorum. Biz, bu haritalanmamış bölgelere gidiyor ve onların bilinmeyen peyzajları içerisinde dolanıyoruz. Yoruluyor, susuyor, acıkıyoruz. Bedenlerimiz çiziliyor ve biraz da kan döküyoruz. Yine de bu bölgeyi kentleşme adına sömürülebilen, tanımlanabilen ve temsil edilebilen fethedilebilir bir toprak parçası olarak görmüyoruz. Onu değiştirmek istemiyor, onun içinde kaybolarak biz değişiyoruz. Her bir rotayla peyzajın şarkılarını söylüyor, neresinin yürünebilir ve yürünemez olduğunu keşfediyoruz. Bu bölgede yürümeyi (tersten) öğreniyor, peyzajın göstergelerini tanımaya başlıyor, bölgeyi “köşe bucak” ezberliyor, insan ve insan-olmayan ötekilerle birlikte yürüyor, engelleri aşıyor ve bölgede kendi kendimizi nasıl yönlendireceğimizi kavrıyoruz. Nihayet, Benjamin’in de dediği gibi, yolumuzu nasıl kaybedeceğimizi öğreniyoruz (Benjamin, 2004), kelimenin tam anlamıyla nasıl kayıp olacağımızı buluyoruz.
Çeviren: Yonca Cingöz & Nazlı Tümerdem
Kaynakça
Akpınar, I. (2003). The Rebuilding of Istanbul after the Plan of Henri Prost, 1937-1951, Londra: Bartlett School of Graduate Studies, University of London.
Benjamin, W. (1983). Charles Baudelaire. A Lyric Poet in the Era of High Capitalism. Londra: Verso Books.
Benjamin, W. (2004). Bin Dokuz Yüzlerin Başında Berlin'de Çocukluk, İstanbul: YKY.
Bilgin, İ. (2010). “To Start With”, Istanbul 1919-2010: City, Environment, and Architectural Culture Exhibition.
Brenner, N., & Schmid, C. (2012). “Planetary Urbanisation. In M. Gandy”, Urban Constellations (s. 10-13). Berlin: Jovis.
Careri, F. (2002). Walkscapes: Walking as an Aesthetic Practice. Barcelona: Gustavo Gili.
Cervantes Saavedra, M. d. (1605 (2005)). The adventures of Don Quixote de la Mancha. Londra: Vintage.
Chatwin, B. (1987). The Songlines,. Londra: Vintage Books.
De Certeau, M. (1988). The Practice of Everyday Life, University of California Press.
Güvemli, Ö. (2019, June 22). “3. Havalimanı için 13 milyon ağaç kesilmiş”, Retrieved July 2019, from https://www.sozcu.com.tr/2019/gundem/3-havalimani-icin-13-milyon-agac-kesilmis-5191955/
Güvenç, M. (2012, July). “Kent Tarihi Işığında Kentsel Dönüşüm”, Dosya(28), 120-124.
Gerçek, H. (2014). “Transportation Planning and Big Transportation Projects in Istanbul”, The Case of Beyoğlu, Istanbul Dimensions of Urban Redevelopment. (G. S. Erkut, Ed.) Berlin: Technische Universität Berlin. Retrieved September 2014, from Urban Management: https://www.urbanmanagement.tuberlin.de/fileadmin/f6_urbanmanagement/Study_Course/student_work/UM-Report_istanbul.pdf
Istanbul Metropolitan Municipality. (2009). 1 / 100.000 Ölçekli İstanbul Çevre Düzeni Planı, Retrieved September 2014, from Istanbul Büyükşehir Belediyesi: http://www.ibb.gov.tr/tr-TR/kurumsal/Birimler/SehirPlanlamaMd/Documents/100.000%20%C3%96l%C3%A7ekli%20%C3%87evre%20D%C3%BCzeni%20Plan%C4%B1%20Y%C3%B6netici%20%C3%B6zeti%20raporu.pdf
Istanbul Metropolitan Municipality. (n.d.). Yetki Alanı, Haziran 2019, from Istanbul Büyükşehir Belediyesi: https://www.ibb.istanbul/SitePage/Index/82
Jacobs, J. (1961). The Death and Life of Great American Cities, New York: Randon House.
Katsikis, N. (2014). “On the Geographical Organization of World Urbanization”, MONU, 20(Spring), 4-11.
Keats, J. (2005). Selected Letters of John Keats, (G. F. Scott, Ed.) Cambridge: Harvard University Press.
La Cecla, F. (2000). “Getting Lost and the Localized Mind”, A. Read, Architecturally Speaking: Practices of Art, Architecture, and the Everyday (s. 31-48). Londra: Routledge.
Nişanyan Sözlük. (n.d.). Nişanyan Sözlük, http://www.nisanyansozluk.com/
Online Etymology Dictionary. (n.d.). “method”, Ağustos 2018, Online Etymology Dictionary, https://www.etymonline.com/word/method
Rendell, J. (2007). “Site-Writing: Enigma and Embellishment”, J. Rendell, J. Hill, M. Fraser, & M. Dorrian (Eds.), Critical Architecture (s. 150-162). New York: Routledge.
Sheller, M., & Urry, J. (2006). “The new mobilities paradigm”, Environment and Planning A, 38(2), 207-226.
Solnit, R. (2006). A Field Guide to Getting Lost, Edinburgh: Canongate.
Solnit, R. (2014). Wanderlust: A History of Walking, Londra: Verso.
Tümerdem, N. (2014). “A Case Study of the Third Bridge: An Exploration of the Impacts of the Transportation Infrastructure on the City’s Geography”, EURAU Composite Cities (pp. 116:001-116:007). İstanbul: European Symposium on Research in Architecture and Urban Design.
Tümerdem, N. (2017). “Ad Hoc Geo-Urbanism: An Exploration of the Impacts of the Third Bosphorus Bridge on the City's Geography”, G. Sağlamer, M. Aksoy, F. Erkök, N. Paker, & P. Dursun Çebi, Rethinking, Reinterpreting and Restructuring Composite Cities (s. 269-279). Newcastle upon Tyne: Cambridge Scholars Publishing.
Tümerdem, N. (2018). “Istanbul Walkabouts: A Critical Walking Research of Northern Istanbul”, Unpublished doctoral dissertation, Istanbul Technical University, Department of Archtiecture, Istanbul.
Tümerdem, N. (forthcoming). “The School of Site: Istanbul Walkabouts”, Journal of Public Pedagogies.
Tekeli, I. (2010). “The Story of Istanbul's Modernisation”, Architectural Design, 80(1), 32-39.
Tema Vakfı. (2014). İstanbul'un Geleceğini Etkileyecek Üç Proje: 3. Köprü, 3. Havalimanı, Kanal İstanbul, İstanbul: Atölye Omsan.
Turan, N. (2011). “Towards an Ecological Urbanism for Istanbul”, A. Sorebsen, & J. Okata, Megacities: Urban Form, Governance, and Sustainability (s. 223-243). Tokyo: Springer.
Url-1. (n.d.). https://bimtas.istanbul/
Url-2. (n.d.). http://megaprojeleristanbul.com/#3-bogaz-koprusu
Url-3. (n.d.). http://megaprojeleristanbul.com/#kuzey-marmara-otoyolu
Url-4. (n.d.). Erişim: Eylül 2014, http://www.megaprojeleristanbul.com/#3-havalimani
Url-5. (n.d.). Erişim: Eylül 2014, http://megaprojeleristanbul.com/#kanal-istanbul
Url-6. (n.d.). Erişim: Eylül 2014, http://www.megaprojeleristanbul.com/#yeni-istanbul-projesi
[1] Istanbul Walkabouts, İstanbul Seferleri: Kuzey İstanbul’un Eleştirel Yürüme Araştırması başlığını taşıyan ve İstanbul Teknik Üniversitesi Mimari Tasarım Programı’nda, Prof. Arzu Erdem’in danışmanlığıyla 2018 yılında tamamladığım doktora tezimin bir uzantısı olarak ortaya çıkan ve halen sürmekte olan bir yürümea/araştırma projesidir.
[2] Boğaziçi İnşaat Müşavirlik A. Ş. (Bimtaş) resmi sitesi, erişim: https://bimtas.istanbul/
[3] Mega Projeler İstanbul, “Boğaz Köprüsü”, tarihsiz, erişim: http://megaprojeleristanbul.com/#3-bogaz-koprusu
[4] Mega Projeler İstanbul, “Kuzey Marmara Otoyolu”, tarihsiz, erişim: http://megaprojeleristanbul.com/#kuzey-marmara-otoyolu
[5] Mega Projeler İstanbul, “Üçüncü Havalimanı”, tarihsiz, erişim: http://www.megaprojeleristanbul.com/#3-havalimani
[6] Mega Projeler İstanbul, “Kanal İstanbul”, tarihsiz, erişim: http://megaprojeleristanbul.com/#kanal-istanbul
[7] Mega Projeler İstanbul, “Yeni İstanbul Projesi”, tarihsiz, erişim: http://www.megaprojeleristanbul.com/#yeni-istanbul-projesi
[8] Cervantes’in muhteşem başyapıtı Don Kişot’ta saraylı ile gezgin şövalye arasındaki ayrımı bana hatırlattığı için (yürüyüş) arkadaşım Aytaç Fener’e teşekkür etmek isterim.
[9] İngilizce metinde yer veremediğim ancak Türkçe metinde anlam kazanan konuk kelimesini de burada açmak istiyorum. Arapça kökenli misafir kelimesinin Türkçe kökenli karşılığı olan konuk kelimesi “kendini koymak, yerleşmek” (Nişanyan Sözlük, n.d.) anlamına geliyor ve Istanbul Walkabouts’un arkasındaki “misafir olmak” kavramını da destekliyor. Kendimizi geçici olarak bu bölgelerin içerisine koyarak, bir süreliğine bu bölgelere konup buraları arşınlayarak ve sonra buralardan göçerek bu bölgeleri öğreniyoruz.