Hızla Değişen Neoliberal Dünyada Kamusal Alanlar Üzerindeki Kontrolü Yeniden Ele Geçirmek

Neoliberalizmin egemen olduğu günümüzde kamusal alanı, kamu alanlarını ve toplumun tüm mensuplarının kullanımına açık kaynakları inşa etmek, savunmak ve yönetmek küresel ölçekte acil bir ihtiyaç hâlini almıştır. Kapitalizm herkese refah, kalkınma ve eşitlik vadetmiştir. Bu vaat, su ve kamusal alanlar gibi kamu kaynaklarına eşit erişim hakkını da içerir. Buna karşın, bu konularda karar alma yetkisinin, politikacılar tarafından desteklenen çokuluslu özel şirketlerin sahiplerine, yani sadece birkaç güçlü kişiye ait olduğu gitgide daha açık bir şekilde görülmektedir. Bu durum, dünya çapında kitlesel tepki ve protestolara yol açmıştır (Örneğin, 2019 yılı Ocak ayında Hindistan’da 15 milyon insan iki gün süren bir greve gitmiştir). Dolayısıyla, akademik çevreler toplumun kamusal alanlar üzerindeki haklarını yeniden elde etmesini sağlayacak yeni yönetim modelleri geliştirmek konusunda sorumluluk almaya başlamıştır. Çözüm önerileri üretmek içinse, aralarında şu konuların da olduğu pek çok konu gündeme getirilmiştir: karar verme ve yönetim süreçleri, katılımcılık, ortak mülkiyet, paylaşımcılık, kamu kurumları ve özel sektör arasındaki ilişkilerin inşa edilmesi ve yeniden tanımlanması. Kültürde Kamusal Alan(lar)ı Tasarlamak başlıklı kitap bütün bu konuların; sanat, kültür, kültür politikaları ve kültür yönetimi bakımından daha iyi anlaşılmasına yönelik değerli katkılarda bulunuştur. Bu kitap, dünyanın dört bir köşesinde, kendilerini kamu yararı ve çıkarları için mücadele etmeye adamış olan kültür icracıları ile kültür üzerine çalışan araştırmacıları daha da cesaretlendirecektir.

Yüzyılda çok sayıda sol eğilimli aktivist ve toplum bilimci (özellikle “şehir hakkı” kavramını ortaya atan Lefebvre ve daha sonra da Habermas) bu konuyu ilk kez gündeme getirdiler. Daha sonra, kültür yönetimi ve kültür politikalarına ilişkin çağdaş akademik ve mesleki tartışmalarda konu gitgide daha çok ele alınır oldu. İlkin kültürel mirasın korunmasına ilişkin olarak (özellikle de 2005 yılında Faro Sözleşmesi’nin imzalanmasının ardından) gündeme gelen konu,—özellikle Richard Florida’nın 2017’de yaptığı meşhur özürden sonra— kentsel dönüşümün eleştirisi ve yaratıcı bir ekonominin gelişimine yönelik tartışmalarla daha da ön plana çıktı. Günümüzde, başta MacGuigan olmak üzere, kültür politikası üzerine çalışan araştırmacılar ekonomi politik teorisini, kültür ve kültürel politikalar ile ilişkilendirmektedir. Katılımcılık, katılımcı ve ortak yönetim, kolektif eylemlilik ve tabandan tepeye doğru girişimler sıcak gündem maddeleri olarak öne çıkmaktadır.       

Sosyalist geçmişleri ve öz-yönetim deneyimlerinden dolayı eski Yugoslavya ülkeleri kültür politikalarına dair yapılan tartışmaya büyük katkı sunma potansiyeline sahiptir. Yugoslavya, işlerlikli bir sosyalist özyönetim (işçi özyönetimi) sistemi inşa etmeyi hedefleyen uluslarüstü bir devletti. Ne yazık ki, yaşanan iç savaş sonrasında bir dizi ulus-devlete ayrıldı ve sonrasında bu ulus-devletler kapitalizmle tanıştı. Dolayısıyla, Yugoslavya’nın ve parçalanmasının tarihi, bize toplumsal (kamusal, ortak) ve özel mülklerin yönetimi, demokratik karar verme süreçleri ve sosyalizmden neoliberal kapitalizme geçişin ekonomik ve kültürel sonuçlarına dair birçok kıymetli ders verir. Bu bağlamda, Dea Vidović’in editörlüğünü yaptığı Do it Together – Practices and Tendencies of Participatory Governance in Culture in the Republic of Croatia (Beraber Yap – Hırvatistan Cumhuriyeti’nde Kültür Alanında Katılımcı Yönetim Pratik ve Eğilimleri, 2018) başlıklı yayını mutlaka anmak gerekir, çünkü bu yayın sözü edilen bölgede kültür yönetiminde katılımcılık meselesini gündeme getiren ilk ve en popüler yayınlardan biridir. Ancak bu yayının kapsamı Hırvatistan örneği ile sınırlıdır. Aynı yıl yayımlanan Kültürde Kamusal Alan(lar)ı Tasarlamak: Kültür ve Tarihsel Devamlılık (ve Devamsızlıklar) Açısından Kurumsal Pratikleri Yeniden Düşünmek ise daha geniş bir coğrafyayı (eski Yugoslavya ülkelerini, Batı Avrupa ve ötesini) konu eder. Bu kitap, farklı ülkelerden pek çok akademisyen, araştırmacı, sanatçı, yönetici, küratör ve aktivisti aynı konu etrafında buluşturduğu için zengin bir içeriğe sahiptir. Üstelik bu kişiler, üzerine çalıştıkları konuları (kültür sosyolojisi, kültür politikaları, sahne sanatları, mimari, vs.) farklı yöntem ve yaklaşımlarla, hatta farklı ideolojik bakış açılarıyla (Marksist, neo-Markist ve liberal) ele almışlardır.

Kitabın editörlüğünü, kültür alanında uzman olan üç kadın üstlenmiştir: Lokomotiva – Yeni Sanat ve Kültür Girişimleri Merkezi’nden (Üsküp, Makedonya) Biljana Tanurovska Kjulavkovski ve Violeta Kachakova ile Slobodne Veze Çağdaş Sanat Pratikleri’nden (Zagreb, Hırvatistan) Nataša Bodrožić. Kitap, 2017 yılı Ekim ayında Lokomotiva tarafından Üsküp’te düzenlenen “Kültürde Kamusal Alan(lar)ı Tasarlamak” adlı konferansta sunulan bildirilerden derlenmiştir. Kamusal mekânların kültür açısından tarif edilmesi ve yönetilmesi konusuna odaklanan bu konferans, Lokomotiva (Makedonya), Jelena Šantić Vakfı (Sırbistan) ve Slobodne Veze’nin (Hırvatistan) ortak projesi olan “Uyumsuz (Ortak) Alanlar” adlı projenin bir parçası olarak düzenlenmiştir. Söz konusu proje, Balkan Sanat ve Kültür Fonu (Kalkınma Ajansı ve Avrupa Kültür Vakfı yoluyla İsviçre devleti) tarafından desteklenmiştir.  

Kültürde Kamusal Alan(lar)ı Tasarlamak adlı kitap, kültür konusunda uzmanlaşmış 26 kişinin hızla değişen dünyaya yönelik son derece siyasi ve şahsi görüşlerini içerir. Bu bakımdan bu kitap, kültür uzmanlarının kendi deneyimleri üzerinden çağdaş toplumların yaşadığı bu tarihi anı açıklama ve tanımlama çabası olarak değerlendirilebilir. Kitapta, bu hızlı toplumsal, siyasi ve ekonomik dönüşüm —bu dönüşüm “tarihin hız kazanması” olarak da adlandırılır—ile bu dönüşümün beraberinde getirdiği tüm savrulmalar, çeşitli kültürel olgulara yansımaları üzerinden ele alınır. Kitapta ayrıca —kamusal alana erişim hakkının tehlike altında olmasından “uyumsuz bellek”e kadar— bu dönüşümden kaynaklanan sorunlarla nasıl mücadele edilebileceği sorusuna da yanıt aranır.      

Kitabın üç ana tematik ekseni, aynı zamanda üç ana bölümünü oluşturur: “Kültür Kurumunu Yeniden Kurmak” (kitabın, kültür politikası ile ilgili meselelere ve kurumsal eleştiri, konumlandırma ve yönetim meselelerine odaklanan birinci bölümü), “Kolektif Kurumsallaşma: ‘Artık’ ve ‘Henüz’ Arasında” (temelde sanat ve küratörlük açısından ortaklaşma pratiklerini ele alan ikinci bölüm) ve “Geleceğin Arkeolojileri” (kültürel bellekle ilgili konuları ele alan üçüncü bölüm). Dolayısıyla, kitapta karşımıza bir dizi anahtar kavram çıkar: kamusal alan, kamu alanları, toplumun tüm mensuplarının kullanımına açık kaynaklar, ortaklık, katılım, paylaşım, ortak yaratım, içerme, dışlanma, unutma, adem-i merkezileşme, siyasi kültür, kamu kurumları ile özel kurumlar arasındaki işbirliği ve kamu-sivil toplum işbirliği, vs.

Yazarların bu kavramların anlamlarına ve yorumlanma biçimlerine yönelik görüşleri her zaman koşutluk arz etmez. Bu nedenle kitapta yer alan metinleri karşılaştırmalı olarak ele almak ilginç sonuçlar verecektir. Örneğin, yazarlardan bazılarına göre kamu-sivil toplum işbirliği kamusal alanda daha üst düzey bir demokrasiye ulaşmayı mümkün kılarken ( Milena Dragićević Šešić ve Rada Drezgić, Ana Žuvela, Biljana Tanurovska Kjulavkovski, Violeta Kachakova, Iskra Geshoska, Yane Calovski), diğer yazarlara göre bu işbirliği kamu kaynaklarının özel sektör tarafından yeniden ele geçirilmesini kolaylaştıran bir adımdan ibarettir (Prnjat, s.  104). Birçok yazara göre kültürel projeler çerçevesinde yapılan işbirlikleri hayati önemi haizken, diğerleri işbirliğine yönelik bu tür taleplerin, diğer tüm tepeden-tabana talepler gibi reddedilmesi gerektiğini ileri sürerler. Öte yandan, bazı yazarların uyum ve rızayı beraberinde getirdiği gibi, çatışma ve mücadeleyi dışladığı için katılımcılık kavramını eleştirdikleri görülür (Ivana Vaseva, “Ortak Kamusal Alanı Bilinçli Bir Şekilde İnşa Etmek: ‘Çatışmacı’ Sanat ve Küratörlük Pratikleri). Bu bakımdan, kitabın içerdiği metinlerin kültürel faaliyetlerin neliğine dair ikilemleri gün ışığına çıkardığı söylenebilir: Örneğin, bu faaliyetlerin hedefi “daha eşit” bir kamusal alanın inşası mı yoksa “bütünüyle eşitlikçi” bir kamusal alanın inşası mı olmalı? “Yatay” kavramı otoriterlik karşıtlığına ve hiyerarşinin her türünün ortadan kaldırılmasına mı, yoksa hiyerarşik olmayan yeni karar verme süreçlerini, yani gelenekselleşmiş olan dikey kültürel hiyerarşileri, bunları sayısal ölçülebilirlik yasasına tabi tutarak yapısöküme uğratan yeni yönetim modellerinin benimsenmesine mi işaret eder (Gielen, s. 21)?

Kitabın temel varsayımının şu olduğu söylenebilir: Fiziksel mekânlar esasen bilgi ve değerlerin üretilerek paylaşıldığı, dolayısıyla da toplumun dönüştürüldüğü mekânlardır. Diğer bir deyişle, Gielen’in önsözde ifade ettiği gibi: “Kurumlar [kiliseler, müzeler, vs] gerçek dünya ile hayal edilen dünya arasında her daim hayati bir aracılık rolü üstlenegelmiştir” (Gielen, s. 16). Dolayısıyla, kamusal alanları tasarlayan kurumlar ve diğer aktörler aynı zamanda toplumsal dönüşümün de bayraktarı olurlar. Kitapta, çağdaş demokrasinin önündeki temel engele, şu sorular yoluyla işaret edilmesi de bu sebepledir: Kamusal alanlara nasıl girilmeli, buralar nasıl işgal edilmeli ve yeni kamusal alanlar nasıl yaratılmalı? Kamusal alanlar nasıl tasarlanmalı, kimler tarafından ve nasıl yönetilmeli? Hangi kurallar koyulmalı ve bunun gerekçeleri neler olmalı? Hangi değerler teşvik edilmeli? Hangi içerik, nasıl üretilmeli?  Hangi yönetim ve karar verme modelleri benimsenmeli ve hayata geçirilmeli? Buradan hareketle, yazarların odaklandıkları ana mevzu şu soruyla özetlenebilir: Hızla değişen neoliberal dünyada, kamusal alan ve kamu kaynakları üzerindeki kontrol, yine kamusal alanların kullanımı yoluyla nasıl ele geçirilebilir?  

Yugoslavya’nın parçalanmasının ardından kurulan ülkelerde ihmal edilerek yok olan üç kurum sosyalizmden neoliberalizme geçiş döneminde, fiziksel mekânların geçirdiği dönüşümleri ortaya koyan en çarpıcı örneklerdendir. “Uyumsuz (Ortak) Alanlar” projesinin örneklemi olarak seçilmiş olan bu üç yapıdan biri, Makedonya’da bulunan Kino Kultura’dır. Kino Kultura, Yugoslavya’nın parçalanmasının ardından özelleştirilmiş olan eski bir sinema salonudur. Günümüzde bu bina, çağdaş sahne sanatlarının icra edildiği kamusal bir mekân olarak işlev görmektedir (“Kino Kultura – Çağdaş Sahne Sanatları ve Çağdaş Kültür Proje Mekânı”, Biljana Tanurovska Kjulavkovski ve Violeta Kachakova). Bu üç yapıdan ikincisi, Hırvatistan’da bulunan eski Soline Moteli’dir. Sosyalizm dönemini anımsattığı için devlet tarafından ihmal edilen bu yapı, Slobodne Veze tarafından çağdaş sanat pratikleri için bir platform ve mekân olarak yeniden işlevselleştirilmiştir (“Motel Trogir Projesi: Hırvatistan’ın İkinci Dünya Savaşı Sonrası Mimarisini Korumak”, Lidija Butković Mićin ve Nataša Bodrožić). Üçüncü yapı ise, eski Yugoslavya’da çocuklara yönelik sağlık, spor ve eğitim faaliyetlerinin gerçekleştirildiği bir kompleks olan Pionirski Grad’dır. Sırbistan’da bulunan bu yapı, sosyalizm sonrası dönemde harabeye dönmüştür (“Belgrad’daki ‘Öncü Şehir’: Meşru Unutuş ya da Hatırlamanın Kültür Dışılığı”, Milica Božić Marojević ve Marija Stanković). Kitapta ele alınan, eski Yugoslavya döneminden kalan kurumlar bunlarla sınırlı değildir; pek çok başka örneğe de yer verilir (örneğin Üsküp’teki Jadro ve Goran Janev’in “Sovyet Sonrası (Karşıtı) Makedonya’da Kamusal Alanın Neoliberalizm Tarafından Temellük Edilmesi” başlıklı yazısında ele aldığı diğer mekânlar). Bütün bu örnekler, özellikle de eski sosyalist deneyimleri ortaya koymaları bakımından önemlidir. Dragana Alfirević, “Mukavemet, Yumuşak Yapılar ve Parıltılar: Göçebe Dans Akademisi ve Göç Eden Kurumsal Bir Dizi Pratik Olarak Potansiyeli” başlıklı yazısında bunun altını şu sözlerle çizer: “Bizler [yani eski Yugoslavya coğrafyasında yaşayan insanlar] devletin ve toplumsal olanın aynılığı olarak ifade edilebileceği sosyalist deneyimi paylaşıyoruz. Bizler, kamusal alanın inşasına dâhil olmak istiyoruz. Kamusal alan, devlet tarafından güvence altına alınabilir ve daha da önemlisi devletin görevi, herkese eşit haklar verilmesini temin etmek kadar kamusal alanın korunmasını ve geliştirilmesini sağlamaktır” (Alfirević, s. 92).

Eski Yugoslavya coğrafyasında yaşayan önemli kültür politikası uzmanları ve aktivistler tarafından (Milena Dragićević-Šešić, Rada Drezgić, Claske Vos, Ana Žuvela ve Danilo Prnjat) kaleme alınan yazılarda, eski Yugoslavya bağlamı, yani yönetim biçimi ve devletin rolü incelenmiş, daha geniş bir bakış açısından kültürel politikalar değerlendirilmiş ve günümüzde bu coğrafyada sanat ve kültürün durumu aktarılmıştır. Şunu belirtmek gerekir ki, eski Yugoslavya coğrafyasında kültür alanında uzmanlaşmış olan bu kişilerin temel kaygılarından biri, devletin kültür ve sanatı finanse etmekten geri durmasına ve kamu, sivil toplum ve özel kurumlar arasındaki ilişkilerin tanımlanış biçimine ilişkindir. Bu süreçte, bir yandan kamu kurumları zayıflayarak çökerken, diğer yandan özel sektör (yaratıcı ekonomi, sanat sektörü) yavaş yavaş güçlenmiştir. Ayrıca, sivil toplum kurumları muğlak ve çelişkili bir şekilde konumlandırılmıştır: Bu kurumlar, hem kamusal alana yönelik mücadelede hayati önem taşıyan ve kamu yararının savunulmasında sorumluluk taşıyan aktörler, hem de neoliberal değerleri savunan, kamu ve özel sektör arasında aracılık rolü üstlenen ve özel sektörün kamu kaynaklarını ele geçirmesini sağlayan aktörler olarak görülmeye başlamıştır.       

Elbette, bu süreçte Avrupa’nın ve dünyanın diğer bölgeleri, neoliberalizmin farklı şekillerde tezahür eden baskılarından azade olmamıştır. Kitapta yer alan pek çok metin, buradan hareketle bu geniş bir coğrafyaya da atıfta bulunur. Örneğin, performans kuramcısı Adham Hafez ve “ilkin antropolog, daha sonra ekonomist, son olarak da şehir plancısı olan” Adam Kucharski beraber kaleme aldıkları “AKÜB: Arap Kültürünün Ülkedışı Bakanlığı” başlıklı yazıda, meşruiyetini kaybeden kurumların yeniden inşasına yönelik isteği tarif ederler ve bu bağlamda “sosyalizmin kamusal kültür kurumları olarak tesis ettiği ve sonrasında itibarını büyük ölçüde kaybetmiş olan kültür bakanlıklarına” odaklanırlar (Hafez, Kucharski, s. 183). Dahası, performans üzerine çalışan araştırmacı, kuramcı, yönetmen ve küratör Gigi Argyropoulou, “Eksik Mekânlar” başlıklı yazısında, okurların dikkatini Yunanistan ve İtalya’da yaşanan işgal girişimlerine çekerek, kamusal alanı “neoliberalizmin toplumsal koşullarını yeniden üretme” tuzağına düşmeksizin ele geçirmeye yönelik verilen mücadeleleri anlatır (Argyropoulou, s. 140). Benzer şekilde, Corrado Gemini de, İtalya’da neoliberal sola muhalif olan ve yeni örgütlenme biçimleri için mücadele veren sanatsal ve kültürel eylemlilik örneklerini ele alır (“Otomasyon Çağında Mülkiyeti ve Kültürel Üretimi Ortaklaştırma Eğilimleri”). Gemini, kültürel eylemlilikten bahsederken, özellikle ekonomi, emek ve bilgi mülkiyeti konularında eyleme geçilmesi gerektiğini ileri sürer.     

Editörler, Gielen’in “Düz, Islak Dünyada Kültürü Tahayyül Etmek” başlıklı yazısını kitabın baş kısmına koyarak konuyu daha geniş bir jeopolitik bağlama ve anti-kapitalist söyleme yerleştirirler. Sanat ve kültürel politikalar alanında çalışan bir araştırmacı ve sosyolog olan ve Hollanda’da Groningen Üniversitesi’nde görev yapan Gielen, neoliberal baskı biçimlerini açık bir şekilde ele aldığı yazısında, kültür kurumlarının piyasa mantığının gölgesinde kalmasına sebep olan neoliberalleşme sürecinin bir dizi olumsuz sonucunu örneklerle ortaya koyar. Gielen, sayısal ölçülebilirlik yasasına boyun eğmenin —bunun bir örneği Bolonya Anlaşması’dır—, üniversitelerde sanat eğitimi müfredatına işletmeciliğe dair konuların dâhil edilmesinin ve sanat ve kültür alanlarında türdeşliği, ussallığı, uyumluluğu, esnekliği ve disiplinlerarasılığı teşvik eden bütün süreçlerin profesyonellik yitimine, şirketleşmeye, yüzeyselliğe, derinliğin kaybedilmesine ve kolektiflik bilincine sebep olduğunu ileri sürer. Gielen’in bazı görüşlerini paylaşan Claske Vos ise, “Avrupa’ya Özgü Kültür Mekânları İnşa Etmek: Avrupa Kültür Politikalarının Güney Doğu Avrupa Üzerindeki Etkisini Tartışmak” başlıklı yazısında yerel (milli) kültür pratiklerini şekillendiren Avrupa Birliği politikalarından bahsederken Avrupa Birliği’nin kültür projelerinin biçiminden çok içeriğiyle ilgilenmesi gerektiğini ileri sürerek Birlik’in kısa vadeli başarılara odaklanmaktan ziyade uzun vadeli projelerin hayata geçirilmesine fırsat vermesini önerir (Vos, s. 38–40). Claske Vos şöyle der: “Politika modelleri oldubittiye getirilip empoze edilemez” (Vos, s. 39). Benzer şekilde, Danilo Prnjat da, kültür yönetimine işletmecilik mantığı ile bakılmasının beraberinde getirdiği tehlikenin altını çizer: “Yeni kamu yönetimi adı verilen şey, kamu kurumlarının faaliyetlerini azami derecede dönüştürerek bunları piyasada kendine yeterli olan özel şirketlerin faaliyetlerine benzer hâle getirecektir” (Prnjat, s. 107). Benzer bir düşünceyi, “Yeni Kurumların İnşasında Özgürlükçü Bir Eğilim Olarak Kamusal Mülkiyet” başlıklı yazısında Ivana Dragšić da dile getirir: “[…] Bir pratik olarak kamusal mülkiyet ve itici güç olarak piyasa ölçüm ve değerlendirmelerinin değil, kültürün ya da kültürlerin kullanılması eskiden kamusal olan şeyleri (kaynaklar, mekânlar ve hizmetler) yeniden kamusallaştırmayı mümkün kılabilir (Dragšić, s. 152). Hafez ve Kucharski ise, farklı müsadere biçimlerini, müşteri-merkezciliği ve “[...] verimlilik ve maliyet etkinliği adına kurumsal sorumluluğun özel sektöre devredilmesini” eleştirirler (Hafez ve Kucharski, s. 183).

Küçük ölçekli bazı projeleri ve belirli vakaları inceleyen diğer yazarlar da benzer sonuçlara varırlar: “Kültür emekçileri geç kapitalizmin toplumsal koşullarına, birliğe dayalı, katılımcı yapılar ile keyifli mekânlar üreterek ve kente müdahale ederek karşılık vermeye çalıştılar. Kültür kurumları, günümüzün verimlilik, işbirliği ve gereklilik söyleminden kendini sıyırarak ve ‘antibiyotiğin etkisine maruz kalmadan’ süregiden müzakerelerin mekânı hâline gelmelidir... (Argyropoulou s.140–144). Yeni kurum modelleri, “doğrudan demokrasi, ortak yönetim, sorumluluğun paylaşımı ve ortak mülkiyet” ilkelerini temel almalıdır” (Geshoska, Calovski, s. 101). “[…] Platformların ortak mülkiyeti [Bu durumda maddi birikim söz konusu olmayacaktır] ve düzgün bir telif feragati sisteminin yanı sıra birlikte yaşam ve işbirliğinin teşvik edilmesi [müzik ve diğer sanatlar] için bütünüyle sürdürülebilir bir çevre oluşturur”   (Gemini, s. 162).

Kültürde Kamusal Alan(lar)ı Tasarlamak adlı kitap içerisinde kamusal alan(lar) için verilen mücadeleye ilişkin pek çok kavram, kuramsal yaklaşım, bilimsel atıf, bakış açısı, tutum ve örnek yer alır. Eski Yugoslavya ve Avrupa bağlamında ve küresel ölçekte ele alınan konular hem tarihsel hem de güncel bir bakış açısından değerlendirilir. Kitap bu şekilde, kolektif, çoğulcu, çatışmacı, katılımcı ve merak uyandıran yaklaşımıyla konunun karmaşıklığının hakkını verir. Kitapta yer alan metinlerin çoğu hızla dönüşen neoliberal dünyada kamusal alan üzerindeki kontrolü yeniden ele geçirmek için çözüm üretmeyi amaçlar, ki bu hiç şüphesiz günümüz entelektüellerinin, aktivistlerinin ve araştırmacılarının üzerine düşen en büyük sorumluluklardan biridir. Bazı yazarların sosyalist geçmişi unutmayı mümkün kılacak koşullara işaret ettiği, bir tür şahsi ve siyasi tanıklıklar derlemesi olan kitabın bütünü, çağdaş neoliberal toplumun baskıcı ekonomik, toplumsal ve kültürel politikaları ile bellek politikalarına direnmeye yönelik kolektif bir çaba olarak değerlendirilebilir. Bu doğrultuda bazı çözüm önerileri sunan bu kitap, kamusal alan için verilen mücadeleye destek vermekte ve bu da kitabın temel özelliği olarak öne çıkmaktadır. Bu nedenle konu hakkında daha fazla bilgi edinmek isteyenlerin bu kitabı okumalarını şiddetle tavsiye ediyorum.

Çeviren: Öykü Terzioğlu Özer

 

Kaynakça
Kjulavkovski, B. T., Bodrožić, N., Kachakova, V. (2017). modelling public spaces in culture: Rethinking Institutional Practices in Culture and Historical (Dis)Continuities. Üsküp: Lokomotiva.