Göç Hakikati: Tutulamayan Sözler, Çalınan Hayaller

Yalnızlık ya da Tecrit
Göç, göçebelik, mültecilik, sığınmacılık, madun(iyet), hayalet olma, yok sayılma terimleri hedef sanatçı/göç etmiş kişiden söz ederken kişisel tarih ayrıntıları içerisinde göç hikayesinin önemli, değişmez figüranlarıdır. Her ferdin hikayesi farklıdır, ancak birbiri ile bağlantıları muhatap oldukları iktidar tahakkümlerinin aynı olmasından kaynaklanmaktadır.

Güncel sanat, iktidar ile ilişkilerinde daha diyalektik bir ilişki içerisine girmiştir ve farklı disiplinlerle karşısına çıkıvermektedir. Bu iktidar tahakkümleri ve tahrik oyunları, sanatın yeni bir estetik disiplinine sahip olması ile sonuçlanmaktadır. “Sanatsal etkinlik, formları, tarzı ve işlevleri değişmez bir özne değil, çağlara ve toplumsal içeriklere göre evrilen bir oyundur” (Baurriaud, 1998, s. 5). Bu açıklaması ile Nicholas Bourriaud, İlişkisel Estetik adlı kitabında göçmenliğin ve göçebelik hareketlerinin güncel sanat içerisinde kapladığı alanı destekler. Göç ve göçebelik artık iletişimin hızlı ve yoğun olduğu dönemimizde kaçınılmaz bir gündelik eylem olmuştur. Sonsuz sayıda göç hareketi ile karşılaşırız, artık kanıksamadığımız için göçebe olduğumuzu bile unuturuz.

İlişkisel bir sanatın olabilirliği (kuramsal anlamda özerk ve özel bir simgesel uzamı ifade etmekten çok, insanların karşılıklı-eylemlerini ve bunun toplumsal içeriğini barındıran alanı hedefleyen bir sanat), modern sanatın ortaya attığı estetik, kültürel ve siyasal amaçların kökünden sarsılmasının kanıtıdır. Sanatın insana dair olması örneği olarak Adem’in Cennetten Kovulması hikâyenin başlangıcıdır. ‘Adem’in Cennetten Kovuluşu’, bütün insanlığın kovuluşu olarak toplum hafızasına kodlanmıştır ve esaret başlamaktadır. Adem’in göçe zorlanmış olması ilk coğrafi göçtür. İnsanlığın hikayesi böylece, Ian Chambers’ın sözünün hatırlattığı gibi: kimlik hareket halinde şekillenmektedir (Chambers, 2014, s.45).

Michelangelo’nun Sistine Şapeli’ne dört yılda tamamlamış olduğu resimlerden bir parçası Cenetten Kovuluştur. Elbette, bu konuyu pek çok sanatçı resmetmiştir. Adem’in kovuluşu ilk yola çıkmayı, hikâye başlamayı sürgün ve yer değiştirmeyi ilk kez dile getirir. Adem’in ve Havva’nın kovulması insanlığın kovulmasıdır, insanlığın hikayesinin başlangıcıdır. Eve dönmenin verdiği önlenemez istek insanlık için bir arzu haline gelmiştir. İnsanlığın soykütüğüne kazınan Cennetten Kovulma sürgünün ta kendisidir. Dinler, hep bir cennete kavuşma hayali kurdurmaktadır, insanlığın nihai ödülüdür. Sonuçtur, mutlu sondur. Hayallerin tümüne ev sahipliği yapan bir kavramdır. Dünya ise, bu sonuca ulaşmak için kurgulanmış bir mekandır, distopyadır. Ya şöyle olacaktır, ya da böyle. İnsanlığın yolculuğu uzun olacaktır, onu yolundan saptırmak isteyen pek çok engellerle dolup taşmaktadır.

Göçün tarihsel hikayesinde, Doğuya Batının Şark anlayışı, okuması ve maduniyet çalışmaları eklenmiştir. Adem bir madundur. Sürgün edilmiştir ve kovulduğu evinin (cennetin) hayali ile yolculuğuna devam etmektedir. Cennet-ev insanlığın hafızasına kazınmış bir ütopyadır. İnsanların hayalleri ile donanmış, her şeyi barındıran bir mekân-ev’dir. Cennet-ev nihai yolcuğun son durağıdır, ulaşılması en zor zirvedir. Cennet-ev’in en’ler üzerinden kodlanması böylece hayalleri sonsuzca çoğaltır.

Hemen ardından Homeros’un kahramanı Odysseus, tanrı Poseidon’u öfkelendirdiği için 20 yıl boyunca yurduna dönmeye çalışmış, engellenmiş ve çabaları bir öykü oluşturmuştur. Günümüzden 2600 yıl önce Herodotos yazılarında “kendi kentinden başka yerlere gidenlere görülmeyen şeytanın eşlik ettiği söylenir” diye not almıştır. Bu kişide oluşan psikolojik tuhaflıkların sebebinin şeytanın eşliği sonucu olduğu yargısı doğurmuştur (Baker, 2009, s. 20). 1920’lerde Alman psikiyatr Grepellin, göçmenlerin yaşadığı psikolojik travmaları ise kökten kopma sendromu olarak adlandırmıştır. Gerçekten de 1989 Bulgaristan göçünden sonra Türkiye’ye göç edip birkaç ay içinde yüzlerce kişi geri dönmüştür. Bunlar, geri döndüklerinde çok farklı bir Bulgaristan ile karşılaşmışlardır. Türkiye’ye gelenler de, geri dönenler de büyük bir travma deneyimlemişlerdir.

Birinci bölümde ‘Adem’in Cennetten Kovuluşu’, bütün insanlığın kovuluşu olarak toplum hafızasına kodlanmıştır ve esaret başlamaktadır. Yahudiliğin hep bir toprak ve yurt arayışı dini hikâyenin devamıdır. Hristiyanlık ve Müslümanlığın kutsallaştırdığı topraklara sahip çıkma çabaları ve uğrunda edilen savaşlar. Tüm bunlar Post-Kolonyalizmin başlangıcna kadar devam eder. Adem’in göçe zorlanmış olması ilk coğrafi göçtür. Veya pek çok Marksist ideolojide Prometheus, ışığı insanlara getirerek, tanrısallığından aforoz edilmiştir, fedakarlığının sonucu olarak göç etmeye zorlanmıştır. İnsanlığın hikayesi böylece, Ian Chambers’ın sözünde olduğu gibi: kimlik hareket halinde şekillenmektedir. Zorla göç ettirilmenin yarattığı evsizlik hissi, yere göğe sığamama, kendini yabancı hissetme, ait olamama ve bunalım kapı simgesinin çarpıklığı ile vurgulanmaktadır. Yorgunluk, değişikliğin oluşturduğu umutsuzluk ve yabancı hissetme, kapının hep açık ve kırık kalması ile ikiye katlanmaktadır. Göç sonrası kriz, zorunlu yapıldığında ise çok daha içinden çıkılmaz hale gelmektedir, daha da ağır hissedilmektedir.

Tarihte sayısız göçebe bulunmaktadır. Örneğin, göçmenler, barbarlar, serseriler ve proleterler. Bana göre göçebe bir sınıf veya kimlik değildir: vektördür (hareket halindeki durumdur). Herkes bölgesel, politik, yasal veya ekonomik faktörlerin değiştiği durumda içinden çıkabilir veya içine girebilir. Bu hareketin temel nedeni gibi görülebilir ve şöyle formüle edilebilir: Göçebe, harekette bulunması ile sosyal olarak kovulan veya yersizyurtsuzlaştırılan politik figürdür. Gücün sosyal gelişmeleri sonucu göçebe, bölgesel, politik, yasal ve ekonomik olarak yer değiştirenin toplam adıdır. Göçebeler tarihselin ve politik değişimin gerçek hareketlileridir. Bu onların bölgeler, ülkelerin veya diğer oybirliği ile gönderme biçimlerine duyarsız oldukları anlamına gelmez. Aslında onların hareketi, sosyal gücün durumudur (kölelik, serflik, ücretli iş, vs.). Aslında hareketlerine devlet karşıtlığı ya da reformist deme basitçe kaçar. Çünkü reformist veya devrimsel hareketler rastlantısaldır ve materyal değildir. Pasaportları yakma eylemi devrimsel olabilir de olamayabilir de; toplam etkilerine bakmak gereklidir (Rosales, 2015, s. 20).

Göç konusu nesnel anlamda sınırsızlık, küreselleşme, oryantalizm (şarkiyatçılık), kolonileşme, gettolaşma, ulus-devlet kavramlarını ortaya çıkartır. Postmodernizmin gönderme yaptığı Berlin Duvarı yıkımı sonrasında sınırsızlık terimi Avrupa Birliği ile somutlaşmıştır. Avrupa Birliği menşei devletler aralarında sınırı kaldırarak dolaşım ve ticaret serbestisi sağlamışlardır. Avrupa Birliğinde göz dolduran bu rahatlama durumu göçe neden olmaktadır. Küreselleşmenin postmodernizm ile ilişkisi ise uluslararası iletişime dayanmaktadır. Siber ortamın kolaylığı kültürel göçün hızını arttırmış, büyük tüketime yol açmıştır. Oryantalizm (şarkiyatçılık) kavramı Edward Said’in kullandığı anlamda ele alındığında, postmodernizmde ötekinin (Şarklının) Garplı tarafından anlatısının hala devam ettiğine işaret etmektedir. Kolonileşme güncel dönemin en acımasız ve sömürüsüne çok daha vahşi olarak devam eden bir eylem olarak devam etmektedir. Gettolaşma ise sıklıkla göç sonucu oluşan şehir içi alternatif yaşam mekânı oluşturulmasıdır. İç göç veya dış göçler, kültür farklılığına maruz kalan göçebeleri rahat, ucuz, mekân arayışına iter. Gecekondulaşma ve gettolaşma şehirlerde istenmeyen, rahatsız edici, dışarıda bırakılması gereken olarak kabul edilmektedir. Ulus-devlet kavramları, devletlerin ulusal özelliklerinin hiper-gerçekliğe büründüğü durumlardır. Göçebenin rahatsız ediciliği, biz-siz ayırımının daha da kutuplaşması, radikal milliyetçiliğin önlenemez artışı, ulus-devlet kimliklere yeni anlamlar katmaktadır. Öznel anlamda ise kimlik sorunları, aidiyet, hayalet olma kavramlarına bürünen bireyler görünmez olma tehlikesine düşerler.

Göç artık Yeni Dünya düzeninde kaçınılmaz bir dinamik olmuştur. Artık Dünya, Birinci Dünya ülkeleri ile Üçüncü Dünya ülkeleri olarak ayrılmıştır. Globalleşmeye rağmen görünmez kapılar (menteşeler) ile bölünme, kutuplaşmaya kadar varmaktadır. Edward Said’in de belirttiği üzere, göç kesintili var olma durumudur (Said, 2014, s.22). Göçebe, yolculuğu boyunca geri dönmemek üzere çıktığı bu seyahat yolunda varlığını kesintili olarak sürdürerek değişikliğe uğrar. Uğrak noktalarına da izler bırakır. İşte bu nedenledir ki göçmenliğe-göçebeliğe tehlikeli olduğu izlenimi oluşturulmaktadır.

Göçün Güvenlikleştiril(me)mesi
Çağlar boyu normal görünen insan hareketliliğinin, belki de hiç olmadığı kadar güvenlik ile ilişkilendirildiği bir dönemden geçilmektedir. Göç olgusu hiç bu denli güvenlik problemi olarak kodlanmamıştır.

Önceleri, sosyal sorunları güvenliksilleştirip sonra normalleştirme yöntemi ile normal düzene geçileceği iddia edilmekteydi. Güvenlikleştirme süreci ise gündelik hayatın tüm hücrelerine işlenmektedir: vize ve pasaport sistemleri, parmak izi kontrolleri, biyometrik teknoloji gelişimi ve tüm güvenlik teknolojileri sayılabilir. Bu konuda devletler birçok paranoyak denilebilecek önlemler almışlardır. “Göç elektronik güvenlik sistemlerinden, ulusal ve çokuluslu sınır güvenlik timlerine, pasaport memurlarından geri kabul merkezi görevlilerine kadar geniş bir güvenlik sektörü yaratmış durumda ve beslemekte. Göçmen karşıtı söylem bütün dünyada, halk nezdinde, bütün diğer siyasi söylemlerin ötesinde yankı buluyor ve bunu gören siyasetçiler tarafından sıkça üretiliyor. Göçmenlerin bir bütün olarak refah avcısı, hastalık taşıyıcı, toplumsal düzene karşı bir tehdit, potansiyel suçlu ve “biz”den farklı olarak ötekileştirilmeleri, uluslararası terörizmin yarattığı tedirginlikle de birleştirildiğinde, toplumun çeşitli katmanlarında birincil tehdit olarak görülmelerine yol açıyor” (Rumelili, 2017, s. 70). Göç korkusu küresel bir salgın haline gelip, distopik bir film kurgusuymuş gibi önlemler aldırmaya sebep olmuştur. Göçmen –öteki, halka dadanan bir virüs, musallat olan bir varlık olarak algılanmaktadır.

Bu belirlenen göç-güvenlik ilişkisi Avrupa toplumlarında 1980’lerin ortalarından itibaren kademeli olarak artan bir şekilde kuruldu ve Suriye İç Savaşı’nın tetiklediği mülteci hareketliliği ile tepe noktasına ulaştı. Süregelen toplumsal ve sosyal girift ilişkiler sonucunda uzmanlar bazı sorular sormaktadır. “Avrupa’nın dört bir yanında “göçmenler” olarak işaret edilenlerin –aslında, karalananların post-kolonyal kökenlere sahip ve alt sınıftan gelen yabancılar olduğu –ve üst-sınıf konuma sahip diğerlerinin ise bütün ülkelerin kendine çekmek istediği ve kovmaktan imtina ettiği “gurbetçiler” olduğu- nasıl görülmemektedir?” (Çakan, 2016, s. 100). Bu gibi sorular, toplumsal bilinç-altında bir korku olduğunu açıkça göstermektedir.

1991 Berlin Duvarı yıkımı öncesi göçleri çok daha farklı kodlanmaktaydı. Toplum algısında yeri çok daha pozitifti. Özellikle de Almanya’nın işçi göçüne devlet desteği verdiği 50li yılar döneminde olduğu üzere. Hemen hemen herkesin bir Almancı tanıdığı vardır. Almancı, terimi ne tam Türk ne de tam Alman olan, arada kalmış bir kişiyi tanımlamaktadır adeta. İki ülke arasında gidip gelen ancak ikisinde tam rahat olamayan kişiyi temsil eder. Almanya’ya alışmış, ailesi içerisinde bile Almanca konuşan fakat sürekli Türkiye ile bağlarını koparmamaya çalışan bir kişi görünümündedirler. Türkiye’de köylerine ev yaparlar, araba ile her bayram cümbür cemaat gelirler, sürekli hatırlanmak isteyen bir komşu, akraba veya tanıdıktırlar, kısaca onlara Almancı denir.

Aynı kronik problem Türkiye’ye göç eden Bulgaristan göçmenlerinde de gözlemlenebilir. 1968, 1972, 1979, 1989 ve sonrasında gelen Türk kökenli vatandaşlar bazı farklı devlet anlaşmaları ile Türkiye’ye yerleşmişleridir. Bir kısmı Bulgaristan vatandaşlığını muhafaza ederken diğer bir kısmı tamamen bu hakkından feragat etmiştir. Fırsat buldukları her an Bulgaristan’a gidip tatil yapmaya, memleketlerinde ev inşa etmeye, uzak akrabaları ve eski arkadaşları ile görüşmeye özen gösterirler. Bulgaristan’da yine Türk kökenli göç etmemiş kişiler tarafından Türkler olarak adlandırılmaktadırlar. Yani yine Türk kökenli olan ancak Bulgaristan’da kalmış kişiler tarafından, tamamen Türkleşmiş olarak kabul edilirler. Almancı ve Türkler sözcüklerinin temsili göçebe düşünce olarak karşımıza çıkmaktadır. Bir temsili olmayan yapıların, toplum tarafından kabul görülen yeni temsiline bürünür.

Güvenlikleştirme, sorun olarak betimlendiği anda gerçek olmuştur. Bir eylemin söz ile adlandırılması, onun kodlandığı vaftiz edilen bir kelime doğurduğu anlamına gelir. Söz edimin öncülü olur ve eyleme yol açar. Rumelili’ye göre, güvenlikleştirme kavramının temeli ise, söz edimi (speech act) kuramı oluşturur. “Austin’e göre dil edimseldir, yani “bir şey söylemek, o şeyin yapılmasıdır”. Bu nedenle performe edilen önerme, bildiği şeyi kuran, yaptığını söylediği şeyi yapan, işi bitiren bir önermedir. Bu nedenle Austin’in kuramında dil doğru ya da yanlış betimlemeler değildir, aksine ifadenin kendisi ile birlikte bir gerçeklik yaratılmış olur” (Rumelili, 2017, s. 73). Göçebe, kelimesinin hastalık ve terörist kelimeleri ile birlikte kullanılmaları, onun anlam yapısını değişime uğratır. Kelime, farklı uğrak noktalarında değişime uğrar ve yapısı değişir. Modern dönemin nevrotik yapısı, kelimelerin anlamlarının da göçebeleşmesinde yatar. Dil, modern dönemde farklı anlamlara bozulmalara uğrar, patolojik bir anlama bürünür. Bu bağlamda, güvenlikleştirme teorisinde göç ve göçmen olgusu şöyle uygulamaya alınmaktadır: “Örneğin, bir siyasi liderin, göçmenlerin toplumsal barışı tehdit ettiklerini ifade etmesi, sadece duruma yönelik bir tespit olarak görülmez. Güvenlikleştirme teorisine göre, bu ifade göçmenlerin varlığını ilk etapta siyaset-dışı alandan (non-politicized) siyasal alana (politicized), sonrasında da güvenlik alanına (securitized) taşımaktadır. Güvenlikleştirici ifadeler bir referans nesnesinin (referent object – devlet, toplumsal gruplar, bireyler vesaire) varoluşsal bir tehdit altında olduğu retoriğini kullanarak, söz konusu soruna öncelik verilmesine yol açar” (Rumelili, 2017, s. 73). Böylece, göçmenlerin polis yardımı ile tutuklanması, zorla kamplarda tutulması ya da yeniden yerleştirilmeleri meşrulaştırılır.

Ancak  güvenlikleştirmede her söz edimi güvenlikleştirme ile sonuçlanmaz. Buzan, Weaver ve Wilde’a göre, bu olgu aktörlerin etkileyebilme gücüne ve söz edimlerinin başarısına bağlıdır. Gerçekleşmesi için, bu söz ediminin alımlayıcı kitle (audience) tarafından bir güvenlik sorunu olarak kabul görmesi ve olağanüstü önlemlerin kitlenin gözünde meşrulaşmasını gerekmektedir (Buzan, 1998, s. 25). Söz gelimi, göç olgusunun toplumsal bir tehdit olarak inşa edilmesi, söz edimi referans nesnesi olarak toplumu ele almaktadır. Toplum, mensupları kendilerini diğer toplumlardan ayırarak benlik kavramı oluştururlar ve kimlik doğrudan inşa edilir. Toplumsal güvenlik kavramı da toplumun bekasına tehdit algısı ile ortaya çıkar. Diğer bir deyişle, toplumun biz kimliğini ve bu kimliğin yeniden üretilebilme sürecini tehdit ettiği düşünülen hususlar güvenlikleştirmenin kapsamına girer. Göçmen, topluluğun homojenlik algısının tahrip edildiğini hatırlatandır.[1] Göçmene dair algı da bu homojenliğe ve biz olma duygusuna potansiyel bir tehdit oluşturmasıdır (Rumelili, 2017, s. 77). Ulus-devlet terimlerinin yapıbozuma uğratıldığı düşünülen modern dönemlerde, bu algı tersine dönmüştür. Biz ve onlar arasındaki yarık gittikçe derinleşmektedir. Yeni terimler, göçmen ifadesine yapışmaktadır, dolayısıyla daha da fazla tecride uğramaktadır. Siyasi bir anlam üstlenip, siyasal-sosyal yapıda ötekileşmiştir. Toplum içerisinde oyun-bozan, hayaletvari görünüme bürünmüştür. İstenmeyen, öteki, dışlanan ve yalnızlaştırılan anlamlar eklemlenmiştir.

Toplumsal yapı içerisinde ötekileşmeden, var olmanın önkoşulu makinenin bir parçası olabilmekte yatar. Göçebe için var olma sorunsalı, kendisinde değil toplum içerisinde çözümlenebilir bir mesele haline gelmiştir. Makinenin bir parçası olabilmek için pek çok kimlik meselesini aşıp kendine yer bulabilmesi gerekir. Aslında göçebe bu mübadele için hazır olduğunu düşünmektedir, lakin tam bir değişim asla söz konusu olmayacaktır. Çözülme kendisinde değil, toplumda olacaktır ve bunu herkes bilir.

Göçün Ütopya/Distopya Gerçekliği
Bir sınır, bina, yerleşim yeri, kent oluşturulurken, tıpkı vahşi doğanın ekolojik yapısında olduğu gibi en yoğun faaliyetler bir direncin olduğu sınırlarda gerçekleşir.[2] Bölgelerin ayrılmış olması bir iç güvenlik ortamı yaratmaktadır. Kentte sosyal düşmanlık olgusuyla karşılaşan plancının gerçek dünyadaki dürtüsü, birbiriyle kavgalı ya da uyumsuz tarafları birbirinden sıkıca ayırmak, araya geçirgen sınırlar değil iç duvarlar çekmektir. Örneğin, otobanlar kentin içinde kendini ayırma pratiğini kullanır. Aynı şekilde, fonksiyonel ayırma da sınırları pekiştirme tekniği haline gelmiştir; konut bölgesinden uzak bir ticaret merkezi, kendi kampüsü içinde bir okul, bir sanayi parkı içinde gizlenmiş bir fabrika, alışveriş merkezi içinde bir mağaza gibi. İlk olarak bahçe şehir planlama hareketiyle barışçı, düzenli bir banliyö yaratmak için başlamış olan bu teknikler şimdi kent merkezinde, birbiriyle temasa geçen sınıfların ve ırkların yaratacağı tehlikeyi önlemek, iç duvarları güvenli bir kent yaratmak için, gittikçe daha çok kullanılmaktadır.

İstanbul’da 2010 sonrası yoğun bir inşaatçılık, hafriyat dolaşımı ve yapılaşma yoğunluğu gözlemlenir. İnşa edilen alternatif kentler İstanbul’un iç içe küpler halinde bölünmesine yol açmaktadır. Bu alternatif yaşam kentleri içerisinde alışveriş merkezleri, hastaneler, bankalar, sinemalar, okullar ve parklar bulunmaktadır. Kişilerin şehir içerisinde dolaşımına gerek duyması sağlanır. Şehirlerin yoğun göç alan yapısına alternatif, korunaklı ve panoptikon yapılar düzenlenmiştir. Göç alan şehirlerin tekinsiz, çoğalan gecekondulaşmasından rahatsız olan burjuva yapı, aslında gettolar ve hipergettoların oluşmasına sebep olurlar. Alternatif şehirler adeta bir duvar ile örülüdürler. Görünmez duvarlar belli sınırlar ile çevrelenmiştir, kültürel farkı katlar. Gözetleme makineleri, bir gözün sürekli onları gördüğünü ima eder. Günümüz farklılık duvarları bunlardır. Göçmen de kendini yalıtacak, ayırıp kendinden olan ile yaşayacak yer arayışına girer. Gecekondular, Almanya’daki Türk mahalleleri, Amerika’da bilinen Çin mahalleleri göçebenin kendini rahat ettiği mekân kurgusudur.

Ulus-devlet yapısını meşrulaştıran duvar çekme faaliyeti sadece Berlin Duvarı ile örneklendirilmez. En çarpıcı üç örneği, Çin’in Türk akınlarını durdurmak için yapmış olduğu Çin Seddi ile Amerika’nın fakir olan Küresel Güney’in Amerikan ekonomisine ve kültürüne yaratacağı etkilerden duyulan endişe ile oluşturulan bariyer ve İsrail’in giderek gelişen sömürgecilik ve işgal mimarinin son ürünü olan duvar. İsrail-Filistin Duvarı’na savunucuları güvenlik duvarı ya da barış duvarı derken, aleyhtarları utanç duvarı ya da apartheid duvarı diye anmaktadırlar. Bu duvar, pek çok yerde olduğu gibi, bölgedeki üniversitenin içinden geçer, tarlaları böler, ailelerin evlerini iki yanda ayırır, ulaşım yollarını ikiye bölerek sosyal yaşamı kesintiye uğratır. Duvar, iktidarın teknolojisinin ve sınırının somutlaştığı yerdir.

Elbette, duvarlar dışarıdaki etkilerden korunmak amacı ile kurulma ihtiyacı sonucu inşa edilirler. Ancak, ev duvarları veya kale duvarları sonradan işlevleri sonucu hapishane duvarlarına dönüşmüşlerdir. Yeni kent anlayışı inşası bu duvar sistemlerine dayanmaktadır.

Berlin Duvarı, direniş sınırının simgesiydi. Komünizm ile Kapitalizmin sınırıydı. Tek bir duvarı geçmeye çalışan insanların öldüğü bir yapıydı. Hayallerin, distopyaların ve ütopyaların ötesiydi. Yıkıldıktan sonra bir sistem çökmüştü. Aslında duvar bir sistem değildir, ancak onun simgesel anlamının ötesinde anlam taşımaktadır. Tarihsel bir uğrakta, zamana kazınmış bir addır. Yıkılması gerekliydi, yoksa kafalardaki sınır kalkamazdı. Kalıntıları, üzerindeki grafittiler ile tarihsel sözlerin mekânı olarak kalmıştır. O sadece bir duvar değildir, yaşanan olayların simgesidir. Berlin duvarının yıkılması, kapitalizmin musallat olan yapısına geniş bir olanak vermiştir. Doğanın boşluğa izin vermeyen yapısı sonucu, kapitalizm en küçük hücrelere nüfuz ederek en nihayetinde yersizyurtsuzluğa sebep olmuştur.

Bu belirlemeler, Abramovich ve Ulay’ın “Aşıklar Performansı”[3] ile benzerlik taşır. Onlar da, sonunda kavuşacaklarının hayali ile yolculuklarında belirli uğraklarda yer almışlar ve izler bırakmışlardır. Said’in sözü gibi, kesintili var olma durumu ile bu yolculuk sonunda pek çok şey yaşanmış ve her ikisi de değişmişlerdir. Sonuca ulaşmak için uzun ve yorucu bir süreçte yapılan yolculuk, yine de kavuşma anına odaklanmaktaydı.

Toprak ve Kan
Günümüzde kültür terimi seyahat bağlamında yeniden inşa edilerek; doğup büyüyen, yaşayan, ölen bir gövde olarak varlığını oluşturur. Tarihsellik, yer değiştirme, mukim[4] olma, karışma, etkileşim, isim değiştirme, kimlik oluşturma başlıkları ile genişletilmektedir.

İkinci Dünya Savaşı’ndan beri yaşanan en büyük göç hareketlerinden biri Suriye göçüdür. Bu göç hareketi sonucu Avrupa’da göç politikaları ve güvenlik tedbirleri yeniden ele alınmaya başlanmıştır. Bunların sonucu olarak ise; Avrupa yolunda hayatını kaybeden mülteciler ordusu, insan kaçakçılarına karşı onların mağdurları, mültecilerin hayati tehlikeleri ve olguları ele alınsa da, devletlerin güvenlikleri ön plana çıkmaktadır. “Mültecilerin göç alan ulus-devletlerin güvenliğini tehdit eden bir problem olarak görülmesi özellikle Soğuk Savaş sonrası küreselleşen dönemi ile birlikte hâkim olan bir bakış açısıdır. Ulus-devletlerin güvenliğini merkeze koyan bu bakış açısı sınırların güvenliğinin arttırılması, mültecilerin sınır dışı edilmesi, temel hak ve özgürlüklerinin kısıtlanması gibi etkenler üzerinde duruyor” (İçduyu, 2017, s. 6). Anlaşıldığı üzere, Post-Fordist dönemin göç algısı artık tamamen değişim göstermiştir.

Son zamanlarda, Suriyeli göç dalgası Türkiye’yi bir geçiş ülkesi durumuna sokmuştur. Bu yoğunluk Avrupa’ya ulaşmaya çalışırken, ülkeler de uluslararası göç politikalarını gözden geçirir oldular. Özetle, göç ve sığınma olguları toplumsal bir sorun, birer güvenlik, hatta suç ve toplumsal adalet ve uyum konuları haline gelmiştir.

Avrupa’nın zorunlu göçü kısıtlamak üzere uyguladığı son dönemdeki politikalar ise insan kaçakçılığı için uluslararası karlı bir iş alanı yaratmıştır. Özellikle 11 Eylül sonrası küresel terör söylemi artmış; göç konusu da sınırlandırılması ve kontrol edilmesi gereken bir probleme dönüşmüştür. Göç olgusu, insani boyutu göz ardı ederek “güvenlik” perspektifi kapsamında değerlendirmiştir ve göç politikaları da sınır güvenliğinin korunması bağlamında geliştirilmiştir (Şimşek, 2017, s. 16). Göç teriminin güvenlik ile eşleştirilmesi 11 Eylül sonrası resmileşmiştir. Göç, güvenlik ihlali olduktan sonra ise, yeni güvenlik önlemleri arayışına yol açmıştır. Göçmen artık, hayatı pahasına yolculuğu göze almış bir figür haline dönüşmüştür. Bu insanların ortak probleminin ayırımcı politikalar, sosyal veya siyasi güvencesiz ortamdan uzaklaşma isteği, deneyimlenen ırkçılık ve ayırımcı politikalar olmasına rağmen, ulus-devletler göçmene bu kavramları işgal eden ve bozuma uğratan öteki bağlamına almaya devam etmektedir.

Sanatçıların, göçmenlere yüklenen tehdit eden etiketine vurguladığı dikkate rağmen, göç-güvenlik ilişkileri çetrefilleşmektedir. Genellikle göç alan ülkeler, göç-güvenlik ilişkisine, göçü tehdit ve çözülmesi gereken bir sorun olarak bakmaktadırlar.

Anlamın Göçü/Göçmenleşmesi
Adların gerçek anlamları üzerine tartışmalarda betimleyiciler ve betimleyicilik-karşıtları olarak ikiye ayrılmışlardır. “Betimleyicilere göre, aradaki bağ bir adın anlamının ürünüdür- yani her ad bir grup betimleyici özellik içerir ve gerçek dünyada bu özellikleri sergileyen nesnelere göndermede bulunur. Oysa betimleyicilik-karşıtlarına göre, ad nesneye, onların deyimiyle “birincil vaftiz” sayesinde göndermede bulunur; nesnenin vaftiz edildiği esnadaki bütün betimleyici özellikleri ortadan kalkmış bile olsa, ad bu nesneye göndermede bulunmayı sürdürür” (Zizek, 1989, s. 11). İsmin göçebe oluşu, yine de toprak ve kan bağını sürdürmesini engellemez. Nesne ne denli uzaklaşırsa uzaklaşsın, toprak ile bağını sürdürür. Zizek, bu durumda bir eksiklik olduğunu vurgular.

Göç bir seyahat değildir asla. Seyahat katarsis noktaları belli olan bir güzergahtır. Göç ise yer değiştirmenin şiddetini, sonunun bilinmemesi sayesinde ikiye katlamaktadır. Göçebe geçtiği her noktada tarihte, kültürde ve sanatta da ikamet ederek yoluna devam eder, yolunu değiştirir veya yoluna son vermeye karar verir. Buralı olmayan, oralı olanın kendini evde hissetmesi beklenmektedir. Bu durumda bu kişiler dikkati her zaman çeken heterotopik[5] figürlerdir; içinde yaşanılan zamanı ve mevcudiyeti sorgulayandır. Buralı olan, kendi yabancılığı ile karşılaşır ve bu yüzleşme ile göç hareketine başlar. Klasik bireyin bilgisi, hakikati ve varlığı sorgulanınca, rasyonalist episteme, Batılı cogito zayıflar ve dağılmaya başlar. Eleştirel düşüncenin akıntılarında sürüklenen Batılı cogito, düşüncesinin yıkılmaz saraylar olmadığı kanaatine varır. Foucault’a göre; “Bizler tarihlerimizi, dillerimizi ve hatıralarımızı bir varış noktası olmaktan çıkarıp bir kalkış noktasına dönüştürmeye çalışırken, “ilerleme” adı verilen fırtınalardan arta kalan enkazlardan ve kırık parçalardan hep yeniden inşa edilen eleştirel düşünce, hafıza tablolarımız yeniden yazar” (Foucault, 1991, s. xvii). 

Post-modern göçmenler, ilişkisel mekân pratikleri üzerinde hareket eder gibidirler. İnternet, sosyal medya ve telefonlar aracılığı ile soykütüğü mekanlar ile bağlarını kopartmazlar. Hep orada arta kalan ile iletişim devam eder. Türkiye’ye gelen Suriyeli göçmenlerin bayramlarda Suriye’ye gidip gelmesi haberleri bu durumu göstermektedir. Güvenlik zorluğu sebebi ile Türkiye’ye gelen Suriyeliler aradan geçen 5-7 yıl sonucu yerleşmiş, mal mülk edinmişlerdir. Suriye ile duygusal bağlarını sürdürmektedirler, lakin geri dönme söz konusu olmamaktadır.

1989 Bulgaristan göçmenleri, geri dönmemek üzere Türkiye’ye geldiler. Zaten ülkeler arası soydaş anlaşması vardı. Ancak turist sıfatı ile gelen 1989 göçmenleri Bulgaristan vatandaşlığından çıkarılmadıkları için mal ve mülklerini geri alma hakkını sürdürdüler (1968, 1972, 1978 göçmenleri için öyle bir şey pek söz konusu değildi. Sonradan yapılan yasalar ile vatandaşlıklarını geri alma hakkı kazanmışlardı). Bulgaristan göçmenleri yine aynı pratikte her bayram veya tatilde doğmuş oldukları yere (memleket özlemi) ziyaretlerini sürdürmektedirler. Özellikle de Avrupa Birliği’ne giren Bulgaristan, vatandaşlarına sağladığı serbest dolaşım ve vize serbestisi avantajları ile bu göçmenlerin daha rahat iş, okul ve gezi dolaşımı yapabildikleri görünmektedir.

Ebedi Göçebelik Sözleşmesi
Çok açıktır ki göç ile ortaya çıkan tüm yeni terimler modernizmi sınavdan geçirmektedirler. Ancak kimlik bunlara arasında en ön plana çıkanıdır. Modernizm de kimlik sorununu ele alırken önce bir kimliğe sahip olunması önkoşuluna dayanmaktaydı. “Ne var ki, durağan ve tanımlanmış, dolayısıyla verili ve belirgin bir kimlik, devingen bir değişim kavramıyla iç içe geçince ortaya çıkan gerilim yeni bir kimlik bunalımının doğuşunu da hazırlıyordu. Öyleyse kimliğe bağlı ‘sorunlar’ modernizmin doğasında vardı ve modernizmin kendi iç sürekliliğini sağlamak için adeta vazgeçilmez bir öneme sahipti” (Kahraman, 2005, s. 306). Fantezi temelde, temel bir imkansızlığın bir yerini dolduran bir senaryo, boşluğu maskeleyen bir perdedir. (Zizek, 1989, s. 143). Dolayısıyla toplumsal fantezi kavramı, antagonizma kavramının zorunlu bir muadilidir: Fantezi tam da antagonistik yarılmanın maskelenme biçimidir. Başka bir deyişle, fantezi ideolojinin kendi başarısızlığını peşinen hesaba katmamasını sağlayan bir araçtır. Laclau ile Mouffe’un Toplum diye bir şey yoktur, toplumsal olan her zaman merkezi bir anatagonizma tarafından katedilen kurucu bir imkansızlık etrafında yapılanmış olan tutarsız bir alandır, şeklinde tezleri, bize sabit bir toplumsal-simgesel kimlik veren bütün özdeşleşme süreçlerinin nihai olarak başarısızlığa mahkum olduğunu ima eder. Faşizm için Yahudi kendi imkansızlığını hesaba katmanın, temsil etmenin aracıdır: Pozitif mevcudiyetiyle, totaliter projenin nihai imkansızlığının –içkin sınırının- cisimleşmesinden ibarettir. İşte bu yüzden totaliter projeyi bütünüyle saydam ve homojen bir toplum kurmak isteyen imkansız, ütopik bir proje olarak adlandırmak yetmez –sorun totaliter ideolojinin zaten bir şekilde bunu önceden bilmesi bunun farkında olmasıdır.

 

Resim 1.  Gyula Pauer, Budapeşte Yahudi Anıtı, Tuna Nehri kıyısı, Macaristan, 2005.

Dünya Savaşı sırasında Budapeşte’de yapılan “Yahudi Anıtı”; 1944 sonu 1945 başında dondurucu soğukta, Tuna Nehri kıyısında kurşuna dizilen Yahudiler, anısına yapılan anıt iştir. Heykel ayakkabılar gerçek ayakkabıların dökümünden alınmıştır ve Can Togay tarafından tasarlanıp, heykeltıraş Gyula Pauer tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu ayakkabıların politik bir duruş sergilemesi, 14 Aralık 2008 tarihinde ABD Başkanı George W. Bush’a ayakkabı fırlatılması ile farklı bir politik eleştiri vardır. Her ne kadar Bush’a atılan ayakkabı bir sanat performansı olmasa da (Fevziye Eyigör’ün deyişiyle), Türk yapımı 42 numara ayakkabısının bir teki için bir iş adamının on milyon dolar önermesi, Bush’un politik mirasının gelecekteki sembolü olacağı ifade edilerek, müzeye kaldırılmasının teklif edilmesi postmodernizm düşüncesine örnek olmaktadır (Pelikoğlu, 2009). Böylece yeni bir anlatıya ihtiyaç duyulduğunu örtük biçimde haber etmektedir.

“Amerikan işgaline uğramış halkının duygularını, sefaletini, isyanını dile getirmek üzere ayakkabısını fırlatan Iraklı El Zeydi’nin, Van Gogh’vari, umutsuz, ütopik bir telafi arayışı içinde olduğu düşünülebilir. Arap kültürüne hakaret sayılan ayakkabı fırlatma eyleminin coşkuyla karşılanarak benimsenmesi ve savaş karşıtı gösterilerde ortak bir acı çekme duygusu içindeki yüzlerce insanın ayakkabısının tekini eline alarak ya da bir sopanın ucuna takarak sallaması, kolektif bir öz-bilinçliliğin parçalandığının göstergesidir. Irak halkının isyanını temsil eden bir göstergeye dönüşmüşken, yirmi milyon dolar değer biçilen ‘ayakkabı’nın, bir müzeye yerleştirilmesi halinde, George Bush’un ani bir manevrayla eğilip bükülme becerisi sayesinde hedefini ıskalamış/işlevsizleştirmiş bir ölü nesne olarak kutsanacak, fetiş nesneye dönüşecektir” (Pelikoğlu, 2009).

Tuna Nehri Ayakkabıları, Van Gogh ayakkabıları nezdinde gerçekçi ve modernisttir. Bir fetiş nesneye dönüşmez, kurşunlanma anının durduğu dakikadır. Mekânın gerçekliği, ayakkabıların orijinalinin kopyası olması ile ikiye katlanmaktadır. Her iki işte de anın unutulmaması hedeflenmektedir. Ancak Zeydi’nin eylemi adeta bir performansa dönüşmekle kalmamış, adeta öyle algılanmıştır. Tuna Nehri ayakkabıları ise, anın unutulmasını şiddetle reddederek gerçekliği üzerinden yola çıkılmıştır. Bu noktada (Pelikoğlu’nun altını çizdiği şekilde) “…sıradan ve günlük hayatın kullanım nesnesi olan ayakkabılar, bir daha giyilmemek üzere toplanarak biriktirilmesi ve kapısında Çalışmak Özgürlüktür yazan Auschwitz müzesindeki ayakkabılara benzemektedir” (Pelikoğlu, 2009).

Arap Baharı ve Suriye İç Savaşı sonrası Suriyeli göçmenlerin yer değiştirmeleri söz konusu olduğunda Avrupa devletleri Türkiye’ye 3 milyon Avro teklif ederek, onların Türkiye’de kalmaları için, ülkelerine gelmemeleri için anlaşma yapmıştı. Suriyeli göçmenlerin onların fantezi karşıtlığını simgelemekteydi. Yahudi, Çingene, eşcinsel, siyah, Arap veya Suriyeli; hepsi bir toplumun semptomuydular. Toplumun aşırılıklarını kateden, fantezinin ötesiydiler ve toplumsal olanın gıcırdadığı durumun göstergeleriydiler. Ancak, toplum kendi aşırılıklarında kendi hakikatini görebilir.

Toplumsal fantezi karşıtlığı her dönemde yeniden cisimleştiği (tecessüm ettiğini) gözlemlenebilir: Davetsiz misafir-Suriyeliye, uzak durulması gereken sapkın kişinin-Sovyet Rusya’sı Komünistiyle, virüsün-eşcinsel veya Yahudi ile yeniden tanımlanmış olması tarihin belli dönemlerinde sunulmuştur. Zizek, Said, Negri, Orwell veya Arendth bu tehlikeye dikkati çekerler.

Bu, günümüzde gelinen noktanın kısa ancak tamamen doğru bir öngörüsüdür. Said ve Zizek’in belirlediği üzere öldürme dürtüsü, siyasi arenadan izdüşümsel olarak sanal yüzergezer alanlara sıçramakta,  yeni bir yaşam için yapıldığı izlenimine dayanmaktadır.

17 Aralık 2010 günü 26 yaşındaki Tunuslu Muhammed Buazizi, bir pazar yerinde kendini yakmış, buna tepki olarak 18 Aralık günü Tunus’ta halkın sokaklara dökülmesiyle de daha sonra “Arap Baharı” olarak adlandırılacak muhalif hareketlerin kıvılcımı yakılmıştı.[6]

Bir internet sitesinde bu şekilde tarif edilen Arap Baharının başlangıcı, Sanders ve Said’in de kitaplarındaki gözlem sonuçlarında tamamen Batı ve Amerika uygulaması olup, ekonomik dolaşım içerisine katılması gereken (kredi kartı kullanıcısı nüfus…) kitle olarak hesaplanmıştı. Mısır’da 30 yıllık diktatör Hüsnü Mübarek ve Libya’da 42 yıllık diktatör Muammer Kaddafi’nin düşürülmesi ve halkın daha eşitlikçi, daha demokratik yönetim ile yaşaması için altzemin oluşturuldu. Aslında, 30-40 yıllık dikatörlüklerin birkaç ay içerisinde hızlı yıkımlarının hangi sebepler ile kolaylaştığı sorgulanmalıydı. Bir başka bakış açısı buna Dijital Devrim de demektedir. Suriye’de Beşar Esad karşıtı başlayan gösteriler ise büyük bir iç savaş başlatmış oldu. IŞİD gibi terör gurupları hortlatılarak, halkın da huzurunun kaçırılması ile büyük bir Suriye mülteci göçü başlamış oldu. Avrupa’ya bir tür kavimler göçü gibi hızla gitmeye çalışan insanlar (Macaristan, Yunanistan, İtalya…vb) gibi ülkelerde insanlık-dışı müdahalelere varan engeller ile karşılaşmış olsalar da büyük bir hızla devam etti. Gelinen noktada, Türkiye’nin açtığı kapılar ile 3,5 milyonu geçen sığınmacı sayısının ülkede kalmasını sağlamak için 28 Avrupa Birliği devletleri bütçelerinden Türkiye’ye 3 milyar Euro para vermeyi kararlaştırıp, mülteci akınını durdurmaya çalışmıştır.[7]

Said iki kapsamlı akımdan söz ederek günümüz dinamiklerini açıklar. “İki kapsamlı akım ayırt edilebilir: Sömürgecilik-sonrası (post-colonialism) düşüncesi ile post-modernizm. Bunlardaki sonrası sözcüğü ve post öneki, ötesine geçme anlamına gelmez pek, daha ziyade Ella Shohat’ın sömürgecilik-sonrasına ilişkin ufuk açıcı makalesinde ortaya koyduğu gibi süreklilikler ile kesintilere işaret eder, “ama vurgulanan şey, bir ‘öte’ değil, eski sömürgeci uygulamaların yeni halleri, yeni biçimleridir” (Said, 1978, s. 364).  “Her şeyden önce, post-modernizmde çok daha güçlü bir Avrupamerkezci eğilim geçerlidir; bunun yanı sıra, yerel ile olumsalın, ayrıca neredeyse süs unsuru haline gelen tarifin hafifliğinin, pastişin, hepsinden önemlisi tüketim düşkünlüğünün üzerinde duran kuramsal, estetik vurgu baskınlığı söz konusudur” (Said, 1978, s. 365). Fakat post-modernizm, büyük bir özgürleşme üzerinde durmaktadır. Oysa Kahraman’a göre göçebelik, modernizmin en temel kavramlarından birisi olan ‘yerleşiklik’ kavramına karşı verilen bir büyük meydan savaşıdır (Kahraman, 2005, s. 306).

Datadan Dadaya
1991 Berlin duvarının yıkılması akabinde yaşanan olaylar silsilesinin en dikkat çekici olanı Bulgaristan Türklerinin zorunlu göçe maruz bırakılmasıydı. Bulgaristan’da ikamet eden Türk soydaşlarının zorunlu göçü oldukça travmatik ve zor gerçekleşti. “Sınırlar ve Hayaller” adlı iş ile; Zorla göç ettirilmenin yarattığı evsizlik hissi, yere göğe sığamama, kendini yabancı hissetme, ait olamama ve bunalım kapı simgesi ile vurgulanmaktadır. 21. yüzyılın en güncel sosyo-politik sorunlarından biri elbette göçtür. Göçebelik hayatın gündelik dinamikleri haline gelmiştir. Bundan rahatsızlık duyanlar kadar, farkında olmadan göçebe yaşayan fertlerle çevriliyizdir. “Sınırlar ve Hayaller” adlı enstalasyonda, göçebenin karşılaştığı ilk engel vurgulanmaktadır. Kapı, sınırları aşmada ilk karşılaşılan adımdır. Sınır kapısı, pasaport kapısı, politikacının kapısı, git-gel yapılması gereken yerler olmuştur. Pasaport almaya giden gezgin-göçebe, kapının hep kapalı olduğunu fark eder. Sıklıkla gider ancak kapıyı açan az kişiye rastlar, ilk engeline takılmıştır. Ses kaydında yer alan ayak sesleri gelip gider kapıyı çalar, sonra ısrarla çalar ve çalar, lakin kapıyı açan yoktur.

 

Resim 2. Semra Sonya Doğan, Sınırlar ve Hayaller, enstalasyon, kapı ve ses kaydı, 150x120cm, 2016, Cer modern, Ankara.

Berlin Duvarının yıkılması sonucu ise, büyük travmatik ve buhranlı yapılar çözülüp, insanların kendi kararları ile göç etmeye karar vermeleri dönemi başlamaktadır. Berlin Duvarı, Doğu Almanya’dan Batı Almanya’ya geçişleri engellemek için bir gecede kurulmuştur. Döşenen mayınlar, 186 gözetleme kulesi, tel örgüler, köpekler, çelik kapılar ve geniş alan ışıklandırmaları ile Soğuk Savaş’ın yaşayan somut simgesiydi. 1990’dan 1992 yılına dek süren yıkımı da Polonyalı, Macar, Alman, Çekoslovakyalı, Yugoslavyalı vatandaşın göçüne olanak sağlamıştır. Duvarın yıkılması simgesel bir öneme sahiptir. Postmodernizm’in Duchamp sonrası kriz ile karşı karşıya kaldığı üzere, Berlin Duvarı’nın yıkılması da bir sendroma, krize sebep olmuştur. Ancak bu kriz olumsuz değildir, olumlu bir tepkimedir, bir rahatlamadır.

 

Resim 3. Semra Sonya Doğan, Göç Serisi: Taşınmazlar, enstalasyon, 150kg kaya ve bavul parçaları, 90x45x50cm, 2018

Küreselci anlayış olguların tam tersini gösteriyor olmasına rağmen ulus-devlet teriminin tedavülden kalktığını ima eder, gazetecilerin düşünceleri ile onların dayanağı olan Avrupa Birliği gibi yapılar sonucunda, ulus-devletlerin daha da vurgulandığı bir döneme girilmektedir. Huzurlu olanın da huzuru kaçmıştır. Göçebe ise bu huzursuzluğu ikiye katlamaktadır. Oysa geri dönmemek üzere çıkılan yolun sebebi huzursuzluktan kaçmaktır. Varılan noktada yine huzur olmamaktadır. Yola tekrar çıkılır ve kesintili var olma durumu devam eder. Aidiyet, sahiplik hep aranır ancak bulunamaz. Geçilen her noktada bir iz bırakılır ve yanında oradan bir parçası da taşınır, bir yük daha eklemlenerek kambur büyütülür. Görünmez kambur, hep ağırlaşır göçebe daha hızlı koşmaya çalışır. Ancak hareket ettikçe sınırlar daha da sert ve güçlü olmaktadır. “Göç Serisi: Taşınmazlar” adlı enstalasyonda, göçebenin hissettiği ağırlığa gönderme yapılmaktadır. Bavulların taşıma kulpları ile hareket halinde olması tasarlanan eşyaların taşınamama durumuna gelmesi, göçebenin bu ağırlığa dayanamayacak durumu vurgulanmaktadır. Göçebe adeta seviye (level) derecesi artan bir bilgisayar oyununda hareket eden siber varlığa dönüşmektedir. Her hareketi daha da zorlaşan bu göç etme durumu, beraberinde getirdiği zorluklar ile taşınamayan bir ağırlığa dönüşmektedir.

 

 

Resim 4. Semra Sonya Doğan, Video Ergo sum/ Vidi Ergo sum – Görüyorum Öyleyse Varım/ Görünüyorum Öyleyse Varım, Gözetleme Kamerası Fotoğraf Çekimleri, 2016

Günümüz gözetleme sistemlerinin arttığı ve teknoloji ile geliştiği dönemdir. Teknoloji gözetleme toplumunun eğlence ve görme biçimlerinde büyük değişikliklere sebep olmuştur. Artık bir kamera objektifinin varlığı her yerde hissedilmektedir. İnsan varlığının, davranışlarının ve düşüncelerinin kayıt altına alındığı bilinmektedir. Ancak bu kayıtlar her ne kadar gerçeği birebir kaydediyor olsa da, gerçeğin varlığı kamera gözünü kontrolüne ve montajına bağlıdır. Descartes “düşünüyorum öyleyse varım/corgito ergo sum” derken, postmodern uygulamalarda bu sözü “görüyorum öyleyse varım/video ergo sum” ve “görünüyorum öyleyse varım/vidi ergo sum” olarak değiştirilmektedir. İnsan varlığı artık kayıt altında kanıtlara, izin verilen röntgencilik sistemlerine dayandırılmaktadır. Yeni medyada, televizyon reality show’ların gözetlenme sistemleri çerçevesinde yapılan (Biri Bizi Gözetliyor, Survivor…vb.) programlara dayanmaktadır. Hemen hemen her yerde kamera vardır ve kamera ile izlenildiği bilinmektedir. Sosyal suç unsurları olduğunda hemen çevrede bir kamera olup olmadığı araştırılmakta ve kanıtlar aranmaktadır. Tüm eğlence, kriminal olaylar, sosyo-ekonomik dinamikler bu gözetleme sistemlerine dayandırılmaktadır. Göçmen de içerisine sızdığı toplumda varlık mücadelesi verirken hayalet olmadığını, görünebilir olduğunu kanıtlama uğraşı içerisine girer. Varlığı, öncelikle siber ortamda kayıt altına alınmalıdır. Tüm kişisel ve fiziksel özellikleri kayıt altına alınıp, kimlik (!) sahibi olduğu andan itibaren sosyal hayat içerisinde (okul, iş, sosyal tesisler…vb.) hareket edebilir. Gözetleme toplumu, sosyal toplumun kanıtı haline dönüşmüştür. Böylece “cogito ergo sum” artık “vidi ergo sum” olmuştur.

Kaynakça

Baker, U. (2014). Sanat ve Arzu (Birinci Baskı). İstanbul: İletişim Yayınları.

Arendth, H. (2012). Kötülüğün Sıradanlığı, (çev. Özge Çelik), İstanbul: Metis Yayınları, (Eserin orijinali 1994’te yayımlandı).

Artun, A. (ed.). (2005). Sanatçı Müzeleri, (çev. E. Gen, A. Berktay ve E. Yılmaz). (Birinci Baskı). İstanbul: İletişim Yayıncılık.

Asimilasyon ve Göç: Bulgaristan Türklerinin Öyküsü. (2014, Temmuz 03). ww.cnnturk.com: https://www.cnnturk.com/haber/turkiye/asimilasyon-ve-goc-bulgaristan-turklerinin-oykusu.

Avar, B. (2004-2005). Bulgaristan'da Türk Olmak... Banu Avar'la Sınırlar Arasında. Youtube. Bulgaristan.

Aytaç, A. M.ve Demirtaş, M. (Editörler). (2014) Göçebe Düşünmek: Deleuze Düşüncesinin Sınırlarında. İstanbul: Metis Yayınları.

Azoulay, A. O. (2005). The Monster's Tail. Against the Wall. New York: The New Press.

Badiou, A. ve Zizek, S. (2011). Bir İdea Olarak Komünizm. (çev. Ahmet Ergenç ve Ebru Kılıç). İstanbul: Ayrıntı Yayınları. (Eserin orijinali 2010’da yayımlandı).

Baudrillard, J. (2011). Simülakrlar ve Simülasyon (İkinci Basım). (çev. Oğuz Adanır) Ankara: Doğu Batı Yayınları.(Esrin orijinali 1981’de yayımlandı.)

Bigo, D. (2002). Security and Immigration: Towards a Critique of the Governmentality of Unease. Alternatives: Global, Local and Political.

Bishop. C. (2011). Something For Everyone, Artforum,  (XLIX).  (6).

Bourriaud, N. (2005). İlişkisel Estetik. (çev. Saadet Özen). İstanbul: Bağlam Yayıncılık, (Eserin orijinali 1998’de yayımlandı).

Boym, S. (2001). Nostalgia and Its Discontents. New York: Basic.

Brown, W. (2011). Yükselen Duvarlar Zayıflayan Egemenlik. (çev: Emine Ayhan). (Birinci Basım). İstanbul: Metis Yayınevi.

Buzan, B., Wever, O., ve de Wilde, J. (1998). Security: A New Framework or Analysis. Lynne Rienner Publisher.

Chambers, I. (2014). Göç, Kültür, Kimlik. (çev. İsmail Türkmen ve Mehmet Beşikçi). (İkinci Basım). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Chibber, V. (2016). Post-Kolonyal Teori ve Kapitalizmin Hayaleti, (çev. Afife Yasemin Yılmaz). (Birinci Baskı). İstanbul: İletişim Yayınları. (Eserin orijinali 2013’te basıldı).

Chomsky, N. (2003). Dünya Düzeni: Eskisi Yenisi. (çev. Ali Çakıroğlu ve Tuncay Birkan). (İkinci Basım). İstanbul: Metis Yayınları. (Eserin orijinali 1994’te yayımlandı).

Chomsky, N. (2013). Bilgi ve Özgürlük Sorunları. (çev. Taylan Doğan). İstanbul: BGST Yayınları, (Eserin orijinali 1971’de yayımlandı).

Connolly, W.E. (1989). Political Theory and Modernity. Oxford & New York: Basil Blackwell.

Çakan, A. (Editör). (2014). Mekan Meselesi, İstanbul: Tekin Yayınevi.

Danto, A. C. (2010). Sanatın Sonundan Sonra. (çev. Zeynep Demirsü). İstanbul: Ayrıntı Yayınları. (Eserin orijinali 1997’de yayımlandı). 

Davis, M. (2010). Gecekondu Gezegeni. (çev. Gürol Koca). İstanbul: Metis Yayınları. (Eserin orijinali 2006’da yayımlandı).

Demirtaş, A. ve Aytaç A. M.  (2014). Göçebe Düşünmek Deleuze Düşüncesinin Sınırlarında. İstanbul: Metis Yayınları.

Eagleton, T. (2004). Kuramdan Sonra. (çev. Uygar Abacı). İstanbul: Literatür Yayınları. (Eserin orijinali 2003’te yayımlandı).

Elshtain, J. B. (2009). The case for Amnesity. Boston review. (Mayıs/Haziran).

Figes, O. (2011). Karanlıkta Fısıldaşanlar, Stalin Rusya’sında Özel Yaşam. (çev. Nurettin Elhüseyni). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. (Eserin orijinali 2008’de yayımlandı). 

Foucault, M. (1991). The Order of Things. Londra & New York: Routledge. xvii.

Freud, S. (1999). Uygarlık, Din ve Toplum. (çev: Selçuk Budak).  Ankara: Öteki Yayınevi. (Eserin orijinali 1961’de yayımlandı).

Galipoğlu, S. (tarih yok). “1989 Zorunlu Göç”, tarih.im. (Röportajı Yapan S. Aşık). İstanbul: Pars Çalışma Grubu.

Ghandi, L. (1998). Postcolonial Theory: A Critical Introduction. New York: Columbia University Press.

Goldfrey, T. (2010). Painting Today. New York: Phaidon Press Limited.

Gottdiener, M. (2005). Postmodern Göstergeler. (çev. Erdal Cengiz, Hakan Gür ve Arhan Nur). Ankara: İmge Kitabevi. (Eserin orijinali 1995’te yayımlandı).

Hall, S. (1987). Minimal Selves, Identity, The Real Me, Post-Modernism and the Question of Identity. ICA Documents 6. Londra: ICA. 44.

Holgate, S. (2006, June 6). Iranian-American Artist Seyed Alavi Takes Travelers on His "Flying Carpet". Iran News. http://www.payvand.com/news/06/jun/1045.html  (erişim tarihi: 16/12/2017).

Holoman, 2009. https://www.aec.at/futurelab/en/project/holoman/ (erişim tarihi 18/01/2018).

http://www.wyoguard.com/education/assistance/ (erişim tarihi 27/06/2016).

https://www.cihan.com.tr/tr/turkiyedeki-multecilere-3-milyar-euroluk-ab-yardimi-onaylandi-1946829.htm (erişim tarihi: 10/01/2016).

https://www.haberler.com/multecilere-ulkelerine-geri-donmeleri-ıcın-para-10357350-haberi/ (erişim tarihi: 03/04/2018).

İçduyu, A. (2017). Türkiye'deki Suriyeli Sığınmacılar: “Siyasallaşan” Bir Sürecin Analizi. Toplum ve Bilim Dergisi. (140).

İnsani Yardım Vakfı. http://www.ihh.org.tr/TR/main/region/misir/40/18-aralik-2010-arap-baharinin-baslangici/1975 (erişim tarihi: 10/01/2016).

Kahraman H. B. (2005). Sanatsal Gerçeklikler, Olgular ve Öteleri…, (Üçüncü Basım). İstanbul: Agora Kitaplığı.

Karadağ, B. R. (2017). “Göç ve Güvenlik: Eleştirel Yaklaşımlar”, Toplum ve Bilim Dergisi. (140).

Kaya, A. (2017). İstanbul, mülteciler için cennet mi cehennem mi? Suriyeli mültecilerin kentsel alandaki halleri. Toplum ve Bilim Dergisi, 140.

Lentrichia, J., McAuliffe, F. (2017). Katiller sanatçılar ve Teröristler, (çev. Barış Yıldırım). İstanbul: Ayrıntı Yayınları. (Eserin orijinali 2004’te yayımlandı).

Marx, K. (2016). Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumair’i, (çev. Tanıl Bora). İstanbul: İletişim Yayınları. (Eserin orjinali 1852’de yayımlandı).

Nandy, A. (1990). “Dialogue and Diaspora”, Third Text 11 .

Negri, A., Hardt, M. (2018). İmparatorluk, (çev. Abdullah Yılmaz). İstanbul: Ayrıntı Yayınları. (Eserin orijinali 2000’de yayımlandı).

Özdoğan, M. (2010, Eylül 13). Bu sergi suça davet ediyor. Hürriyet. http://www.hurriyet.com.tr/bu-sergi-suca-davet-ediyor-15752559 (erişim tarihi : 20/12/2017).

Özyürek, A. E. (2011). Muhacirler (Bitmeyen Göç), Ankara: Alter Yayıncılık.

Pelikoğlu, F. E. (2009). Ayakkabının fırlatıl(a-ma) ması/(Un able to) throw Shoes. Atatürk Üniversitesi Yayınları.

Rosales, J. (2015). On Destroying What Destroys you: An Interview with Thomas Neil. criticallegalthinking.com: criticallegalthinking.com/2015/06/30/on-destroying-what-destroys-you-an-interview-with-thomas-neil/ adresinden 04 Mart 2018’de alınmıştır.

Said, E. (2014). Şarkiyatçılık; Batının Şark Anlayışları. (çev. Berna Ülner). İstanbul: Metis Yayınları. (Eserin orijinali 1978’de yayımlandı).

Sennett, R. (2013). Gözün Vicdanı. (çev. Süha Sertabiboğlu ve Can Kurultay). İstanbul: Ayrıntı Yayınları. (Eserin orijinali 1992’de yayımlandı).

Sönmez, A. (2013). “O Dozer Artık Pembe”, İstanbul: Milliyet Gazetesi. www.milliyet.com.tr/yazarlar/aysegul-sonmez/o-dozer/artik-pembe-1721775/

Süleymanoğlu, N. (tarih yok). Hayatım Spor Naim Süleymanoğlu.

Şencan, M. N. (2013). “Türkiye’ye Göç eden Bulgaristan Türkü Kadınların Göç Hikayeleri”, Yeditepe Üniversitesi Sosyal Antropoloji Doktorası. İstanbul. 53.

Şimşek, D. (2017). “Göç Politikaları ve ‘İnsan Güvenliği’: Türkiye’deki Suriyeliler Örneği”, Toplum ve Bilim (140).

Şimşek, D. ve İçduygu, A. (2017). “Giriş: Uluslararası Göç, Politika ve Güvenlik”, Toplum ve Bilim (140).

Şimşir, B. N. (1990). The Turks of Bulgaria in International Fora Documents. Ankara: Türk Tarih Kurumu.

Şimşir, B. N.  (2012). Bulgaristan Türkleri (1878-2008.) (Üçüncü Basım). Ankara: Bilgi Yayınevi.

Taureck, R. (2006). “Securitization Theory and Securitization Studies”, Journal of International Relations and Development. (9).

Üşür, S. S. (2014). İdeolojlerin Serüveni. İstanbul: İmge Kitabevi.

Weizman, E. (2012). Hollow Land. (İkinci Basım). Brooklyn. NY: Verso.

Wilson, M. (2015). Çağdaş Sanat Nasıl Okunur, (çev. Firdevs Candil Erdoğan). İstanbul: Hayalperest Yayınevi. (Eserin orijinali 2013’te yayımlandı).

www.tarihakli.com. (erişim tarihi: 12/02/2018).

Yıldız, U. ve Sert, D. (2017). “Göçün Jeopolitiği ve Türkiye’nin coğrafi kısıtlaması üzerine farklı bir yorum”, Toplum ve Bilim (140).

Zizek, S. (2015). İdeolojinin Yüce Nesnesi. (çev. Tuncay Birkan) İstanbul: Metis Yayınları. (Eserin orijinali 1989'da yayımlandı).

Zizek, S. ve Badiou, A. (2011). Bir İdea Olarak Komünizm. (çev. Ebru Kılıç ve Ahmet Ergenç). (İkinci Basım). İstanbul: Ayrıntı Yayınları. (Eserin orijinali 2010’da yayımlandı). 

[1] Vurgu yazara aittir.

[2] Vurgu yazara aittir.

[3] Marina Abramovich ve Ulay çifti uzun yıllar süren aşk ve sanatçı performanslarını Çin Seddi’nde yapmayı hayal ediyorlardı. Ancak, Çin Seddi performansı uzun süren izin alma işlemleri ile onların ayrılıklarının performansına dönüşmüştü. 1988’de ikili Çin Seddi’nin her iki yanından birbirlerine doğru yürüyerek ortada buluştular. Bu buluşma onların ilişkilerinin bittiğinin simgesi ve son kavuşma anları olmuştur. Aslında Çin Seddi ortasında evlenmeyi planlamış olan çift, ilişkilerinin bitirilmesine karar vererek gerçek bir göçmen gibi rol almışlardır. Bu ayrılık uzun süreli konuşmamaya sebep olmuş olsa da, Marina Abramovich’in 2010 yılında MOMA’da gerçekleştirdiği “The Artist is Present” performansına Ulay sürpriz yapıp katılmıştır ve tekrar barışmalarına vesile olmuştur.

[4] Mukim: Bir yerde bir evde oturan, eğleşen, ikamet eden (yazar notu).

[5] Heterotopik: Terörist, normalden başka bir yerde olması gereken veya yaşaması gereken.

[6] Kaynak: http://www.ihh.org.tr/TR/main/region/misir/40/18-aralik-2010-arap-baharinin-baslangici/1975 (erişim tarihi: 19/02/2019).

[7] Kaynak: https://www.cihan.com.tr/tr/turkiyedeki-multecilere-3-milyar-euroluk-ab-yardimi-onaylandi-1946829.htm  (erişim tarihi: 19/02/2019).