Toplum ve Bilim, "Türkiye'de güncel sanat" ve "1970'ler" dosyalarına odaklanmış sayıları arasında, 'karışık' bir sayıyla çıkıyor. Farklı ilgilere hitap eden bir güldeste...
* * *
Kürt sorununun müzakereye açılmamış başlıklarından birinin koruculuk olduğunu söyleyebiliriz. Sosyal bilim araştırmalarına konu olmamış, genelde de pek konu edilmemiş, sadece bir veri (politik-stratejik bir veri) olarak anılmıştır. Evren Balta Paker ile İsmet Akça'nın Türkiye'de köy koruculuğu sistemini mercek altına alan çalışması, her şeyden önce bu konuyu konu etmeye öncülük yapıyor. Aslında Kürt sorununun güncel bağlamına sıkışmadan, bu sistemi devlet egemenliği ve devletin yönetim kabiliyeti/kapasitesi açısından ele alıyor yazarlar. Merkezî devletle devletin yerel ağları ve devlet dışı aktörler arasındaki güç ilişkilerinin pratik ve stratejik şebekesini anlamamızı sağlayacak bir perspektif çiziyorlar. Etnik ve siyasal kimliklerin her zaman örtüşmediği, gerilimleri ve çelişkileri de barındıran bu şebeke, yazarlara göre, Türkiye devletinin homojen, yekpare ve kadir-i mutlak bir varlık olmadığını görmemiz için de bir vesiledir.
Eski yayın kurulu üyelerimizden Oğuz Işık'ın çabasıyla. Toplum ve Bilim coğrafya-mekân ve demografi çalışmalarına ilgi gösterir oldu, bu alandaki çalışmalara aralıklarla hep yer ayırdı. Bu 'töreyi', elinizdeki sayıda Ela Ataç'ın emek ürünü maka-lesiyle sürdürüyoruz. Ataç, büyük bir sosyo-ekonomik dönüşüm geçirdikleri 2000'li yıllar eşiğinde Türkiye kentlerinin haritasını okuyor. Böylesi çalışmalarda genellikle gözlerin dikildiği üç büyük kente değil de -bir tür "yerel bilgi" girdisinin de etkisiyle devinen- on beş "Anadolu" kentine odaklanarak, mahalle düzeyinde bir sınıfsal harita çiziyor bize. Bu harita öncelikle, sınıfların mekânsal ayrışmasının büyük kentlere özgü olmadığını, 'tabana indiğini' gösteriyor. İncelenen hemen her kentte sosyo-ekonomik statüye bağlı mekânsal ayrımlar yüksek ve nettir. Ela Ataç'ın tanımıyla "Türkiye kentlerinin karakteristik ayrışma deseni", 'en üsttekiler' ile 'en alttakilerin' hiçbir mekânsal temasının olmaması, arada hep bir orta sınıf tamponunun bulunmasıyla tanımlıdır. Ancak bu, ülke çapında tek tip bir sınıfsal yapılanmayı ifade etmiyor. Farklı kentleşme deneyimlerinin farklı mekânsal-sınıfsal yapılanmaları 'kurduğunu' görüyoruz. Yine Türkiye'deki sınıf yapılarıyla ilgili bir katkı. Yıldırım Şentürk'ün "İstanbul'da şirketler dünyasının profesyonelleri" başlıklı çalışmasıdır. "Profesyoneller" olarak tanımlanan beyaz yakalı çalışanların konumu onlarla ilgili tartışmalarda nasıl kavramlaştırılmakta? Bu çalışanlar şirketlerle -ve şirketler onlarla- nasıl bir ilişki kuruyor, ne gibi stratejiler güdüyorlar? Vasıfsızlaşma ve güvencesizleşme süreçleri, bu emekçi profilinin kendine bakışını ve 'sınıf bilincini' nasıl etkiliyor? Şentürk, dolgun bir gözlem malzemesine dayanarak bu soruların cevabını arıyor.
Sakat yerine özürlü/engelli kelimesinin geçirilmesini reddeden Sibel Yardımcı ve Dikmen Bezmez'in eleştirel tutumu, bu political correctness'\n aslında iddia ve zan edildiği gibi sakatlıkla yüzleşmeye ve sakatların durumunu iyileştirmeye yaramadığı tespitine dayanıyor. Yazarlar, Türkiye örneğinde, son on yılda sakatlık siyasetinde gerçekleştirildiği ileri sürülen kırılmanın sakatların muhtaç konumunu esastan değiştirmediğini, hayırseverliğin belirleyici değer olmayı sürdürdüğünü, neticede sakatların tam/eşit vatandaşa dönüşemediğini göstermeye çalışıyorlar. "Bağımsızlaşma" beklentisinin yükseltilmesinin ve fiilen bir istihdam yükümlülüğünün varsayılmasının, sakatların özerklik kapasitelerini artırma vaadi yanında, onları yine kendi kısıtlarının sorumlusuna dönüştürme istidadı taşıdığını görüyoruz. İlgili sivil toplum kuruluşları da genellikle bu pratik ve ideolojik darlığın dışına çıkamıyor, yazarlara göre.
* * *
Bambaşka konulardan hareketle cinsiyet kimliklerinin toplumsal anlam evrenine eğilen üç makale, bu dosyanın 'gizil' bir küçük dosyasını oluşturuyorlar. Ozan Zeybek'in "'Bu bebeğin annesi nerede?': Cinsiyet, babalık ve armağan ilişkileri", Feryal Saygılıgil'in "Anneliğin Osmanlı romanında kurgulanışı" ve Melin Levent'in "21. yüzyıl İstanbul'unda bir kadınlık hali: Bir sembol olarak tango" başlıklı makalelerinden söz ediyoruz.
Sezai Ozan Zeybek'in makalesinin yöntemsel yaklaşımı başlıbaşına ilgiye değerdir. Zeybek 'yeni' antropolojiden artık aşina olduğumuz bir usulle, bir baba olarak kendi kızıyla yaşadığı deneyimin ferah anlatımlı bir aktarımıyla, cinsiyetçi-sınıfsal mekânsal ayrışmayı önümüze seriyor. Bu deneyim üzerinden, zaman temposu, vaktin nasıl bölüneceği, şehrin hangi bölgelerinin kimlerin kullanımına amade olduğu, angarya addedilen işlerin dağıtımı gibi mikro-iktidar konularının güçlü bir sorgulamasını yapıyor. Makalenin ikinci odağı, ev ve bakım emeğini görünmez/ucuz emek kavramı yerine "armağan ilişkisi" kavramıyla analiz etmeyi önermesi. Sezai Ozan Zeybek piyasa ve sosyal devlet sistem-modellerinin dışında kalan armağan sistem-modelini hesaba katmamanın, emek teorilerinde bir eksiklik teşkil ettiğini ileri sürüyor. {Toplum ve Bilim'in 120. sayısında da Eylem Özkaya'nın makalesinin açlık grevlerini armağan ilişkisi kavramı ışığında anlamayı önerdiğini hatırlatalım.)
Teorik iddiası yanında babalık ve bakım emeğini konu eden bu makaleye mukabil, Feryal Salgılıgil'ın makalesi modernliğe geçiş sürecindeki edebî deneyimler üzerinden anneliğin kurgulanışını sorunsallaştırıyor. Felâtun Bey ve Rakım Efendi, İntibah, Araba Sevdası, Şık, Mai ve Siyah, Sözde Kızlar gibi ilk Osmanlı romanlarındaki kadın karakterler nasıl bir annelik imgesine aracılık etmişlerdi? Annelik etme pratiği, "anne terbiyesi" ve bu terbiyenin varsayılan eksikliği, romanlarda nasıl işleniyordu? Bu sorulara aranan cevaplardan elbette babalık imgesinin gölgesi de kalkmış değildir.
Melin Levent Yuna, tango deneyiminin tarihsel ve toplumsal dönüşümüyle beraber cinsiyet kimliklerinin dönüşümü üzerine düşünüyor. Tango, 19. yüzyıl Arjantin'inde kentleşme ve modernleşme deneyimi içinde yalnızlaşan alt sınıf erkeklerin, erkeklik kriziyle baş etme araçlarından biri olarak popülerleşmişti. İçinde bulunduğumuz yüzyılda ise tango, birincisi, 'sınıf atlayarak' global düzlemde üst ve üst orta sınıflara hitap eder hale gelmiştir. İkincisi, Melin Levent Yuna'nın günümüz İstanbul'unda yaşanan deneyimler örneğinde gösterdiği gibi, bu dans ve ritüelin icrası içinde toplumsal cinsiyet kodları dönüşüme uğramıştır. Dans erkek egemen biçimini korumakla beraber, maço havasından uzaklaşmakta, kadının 'mevkii', pozisyon değiştirme kapasitesi ve bireysel ifade alanı büyümektedir.
* * *
Cumhuriyet Halk Partisi'nin sosyal demokratlığa istidadı, 1960'lardan beri olduğu gibi şu dönemde yine üzerine konuşulan, çok defa da müstehzi bir biçimde konuşulan bir konudur. Yunus Emre, bu istidadın görece kuvvetli olduğu bir momenti ve onun önemli bir aktörünü dikkatimize getiriyor: Turan Güneş. Daha çok 1970'le-rin ortasındaki Dışişleri Bakanlığıyla bilinen Güneş, CHP'nin 1960-80 döneminde yaşadığı dönüşümde etkili bir figürdü. Emre, Güneş'in hem muhafazakâr-cumhu-riyetçi, devletçi geleneksel parti çizgisinden hem de Ecevit popülizminden farklı-laşan, 'sahih' anlamda sosyal demokratik bir yönelimi temsil ettiğini ileri sürüyor.
Kimi genel teorik açılımları elbette olmakla beraber Türkiye konularına odaklanan bu sayıda, politik teorinin 'beynelmilel' gündemiyle meşgul iki makaleye yer verdik. Bunlardan birinde, Erol Kuyurtar, 1980'lerden beri politik ve akademik gündemde geniş yer kaplayan kültürel kimlik ve kültürel çoğulculuk meselesini tartışıyor. Kuyurtar, kültürel kimliklerin tanınma talebini karşılayan bir kamusal alanın inşasını, bir bireysel esenlik koşulu olarak görüyor ve açıklıyor. Ezelî tartışmanın ahret sorusundan da kaçmadan, kimlik gruplarının kolektif haklarının tanınması halinde, ortak yurttaşlığın aşınmasının nasıl önleneceği meselesiyle de meşgul oluyor. Literatür Eleştirisi bölümünde Ayça Kurtoğlu, bir barış filozofu olarak Johan Gal-tung'un düşünce dünyasını tanıtıyor. Barışın şiddetsizlik olarak düşünülmesi ve bir barış etiği arayışıyla Galtung, zamanımızın kadri bilinmesi gereken bir düşünürüdür. Onun yapısal şiddet kavramı, sosyal teori tartışmaları için müspet manada bir provokasyon olmuştu.
Dileriz Toplum ve Bilim'in bu sayısındaki yazılar da böyle bir işe yarar.
Tanil Bora