Türkiye’deki anayasa tartışmalarının, bilfiil yapılacak bir yeni anayasayla ilgili girişimler ve müzakereler etrafında ele alınabilecek bir yanı var. Anayasa kavramının kendisini -mücavir alanıyla beraber- konu almak, kuşkusuz bizzat bu reel politik tartışmaya da katkısı olabilecek, fakat onunla tüketilemeyecek bir başka yaklaşımdır. Toplum ve Bilim’de iki sayıdır bunu yapmaya çalışıyoruz. Geçen sayıda açtığımız bahsi, konuyu biraz o mücavir alana yayarak, yani anayasa kavramının arka planındaki politika teorisi meselelerine açılarak, bu sayıda devam ettiriyoruz.
Söz konusu arka planı tartışmak bakımından, cumhuriyetçilik önemli bir kavram. Önemli olduğu kadar, Türkiye’nin tarihsel politik bağlamında “talihsiz” diyebileceğimiz bir kavram. Devrim Sezer, makalesinde Türkiye’deki cumhuriyet deneyiminin “patolojilerinden” söz açarken ima ediyor bu talihsizliği. Biricikleştirmenin, yerlileştirmenin kolaycılığına kapılmazsak, evrensel bir talihsizlik bu aslında: halk egemenliği ve etkin yurttaşlık ile anayasacılık arasındaki gerilimli sentez zemininde, Rousseau’nun kamusal tartışma ve muhalefete kuşkuyla yaklaşan endişelerinin ifrada varmasıyla ortaya çıkıyor. Sezer, Rousseau’nun enerjisinden büsbütün feragat etmeden, cumhuriyetçi gelenekteki bir başka çizgiye, başka türden bir cumhuriyetçiliğe dikkat çekiyor. Egemenlikten ziyade kamusal özgürlüğe, birlik beraberlikten ziyade çatışma ve çekişmeye, bölünmez bütünlükten ziyade çoğulluk ve çoğulculuğa vurgu yapan bir çizgiye... Sezer’in makalesi bu “tartışmacı cumhuriyetçiliğin” imkânlarını Arendt’in Devrim Üzerine’de ortaya koyduğu tezlerden hareketle tartışmaya açıyor.
Rousseau’nun enerjisinden söz ediyorsak, kamu yararına dönük yurtseverce adanmadan söz ediyoruzdur. Birlik-beraberlikçi, milliyetçi bir totalitarizme varabilecek bir enerji yüklemesi… Bunun mümkün olan tek okuma olmadığına dikkat çeken, cumhuriyetçiliğin kurucu/yapıcı politik öznelliğe yaptığı yatırımı “içererek aşmaya” çalışan Devrim Sezer gibi, Aykut Çelebi de halk egemenliği ve demokrasi deneyiminin önemine -diyebiliriz ki kurucu değerine- vurgu yapıyor. Ona göre totaliterlik belâsı, sadece iktidarın/zalimin cürmü değildir; demokratik refleksin çürümesinden, toplumun iktidara hayranlık ve saygıyla teslim olan pasif (sahih anlamda yurttaş-olmayan) insanlardan oluşur hale gelmesinden (sahih anlamda toplum olmaktan çıkmasından) kaynaklanır. Çelebi, “demokratik bir anayasa”nın yapıtaşlarını bu teyakkuz içinde ve demokrasinin sürekli mücadeleye dayanan ucu açık doğasını gözeterek düşünmeyi öneriyor. Sahih anlamda yurttaşlıktan söz ediyorsak, yurttaşlığın öz-belirlenimci karakterine hürmetkârsak, vicdani retçilere de hürmet etmeliyiz: Çünkü onlar, Erdinç Erdem ve Ünsal Doğan Başkır’ın gösterdikleri gibi, devlet tarafından araçsallaştırılmayı, iradesizleştirilmeyi, pasifleştirilmeyi reddeden bir yurttaş tavrının timsalidirler. Erdem ve Başkır, Arendt’in sivil itaatsizlik ve vicdani ret kavramları arasında yaptığı fazlasıyla keskin ayrımı sorgulayarak, vicdani reddin anti-militarizm veya savaş karşıtlığıyla sınırlı olmayan bir veçhesini, onun bir “yurttaşlık talebi” olarak anlamını önümüze seriyorlar.
Türkiye’deki anayasa tartışmasıyla “teknik” yönden en yakından ilişkili sayılabilecek katkı, Serra Akyüz’ün Türkiye ve Şili’de halkoylaması/referandum deneyimlerini ele alan makalesi. Akyüz “demokratik meşruiyet” kavramına odaklanarak, referandum uygulamalarını bu açıdan değerlendirmekten yana. Türkiye’de kızgın münakaşalarla geçen (ya da aslında tam geçmeyen!) 12 Eylül 2012 anayasa referandumunu, bu mukayeseli ve soğukkanlı çerçevede düşünmek, herkes için zihin açıcı olabilir. Kitap tanıtımı bölümünde Dinçer Demirkent de anayasa tartışmalarına soğukkanlı bir kamusal entelektüel tutumuyla yaklaşmayı telkin ediyor. Ece Göztepe ile Aykut Çelebi’nin derlediği Demokratik Anayasa: Görüşler ve Öneriler adlı kitabı (Metis Yayınları, İstanbul 2012), bu tutumun bir örneği olarak sunuyor Demirkent. Yazısında, kitapta bir araya getirilen makaleleri kurucu iktidar, hükümet-devlet şekli, temel haklar ve demokratik meşruiyet ve nihayet yargı başlıkları altında tasnif edip değerlendiriyor.
Yurttaşlıktan, Arendt’ten söz edince, polis’e, kent kavramına uğramanın yeridir; Seher Şen’in “Kentlilik üzerine düşünmek” başlıklı yazısı da bizi o rotaya sokuyor. Yazıda işlendiği gibi, kâh basitçe köylülüğün karşıtlığına dayanan, kâh hayat tarzı ve tüketim kalıplarına işaret eden, kâh “medenilik veya belli bir politik farkındalığı” ima eden anlamları var kentliliğin. Bu anlamların bir sosyolojik haritasını çıkartan Şen, Henri Lefebvre’nin “kent hakkı” kavramına yaslanıyor ve özgürlük, kolektivite ve farklılıkla tanımladığı kentli değerlere, ilham kaynağı ve mücadele aracı olarak tutunuyor. Julia Strutz’un Süleymaniye mahallesinin restorasyonu üzerinden “kurulan” eski İstanbul tahayyülleri hakkındaki incelemesi ise, o değerleri “desteklemeyen” bir kentsel politikayı irdeliyor. Süleymaniye’nin Osmanlı tarihini temsil eden bir hafıza mekânına dönüştürülüp “otantik, mistik turistik bir meta” olarak tüketilmesini sağlayan bu politika, Strutz’a göre hem ekonomi-politik bir hegemonya projesinin, hem de mekânsal ve tarihsel kimlik etrafındaki bir ideolojik inşa projesinin timsali.
İşçi sınıfı öznelliği (öznellikleri), aslında yine halk egemenliği ve demokratik deneyim bağlamında düşünebileceğimiz bir konu. Alpkan Birelma’nın çalışmasını bu çerçeveye alabiliriz. Birelma, etnografik yöntemi kullanarak, günümüz Türkiye’sinde işçilerin kolektif hak mücadeleleri içindeki faillik hikâyelerini yorumluyor. Mücadelenin saiklerini ekonomik etmenle sınırlamıyor; Fantasia’nın “dayanışma kültürleri”, Hodson vd.’nin “işçi dayanışması” ve yine Hodson’ın “haysiyet” kavramlarını devreye sokuyor - bilhassa haysiyet mücadelesine yüklediği anlam önemli. Üç değişik sendikal mücadele örneğine dayanan makalenin asıl heyecan verici yanı ise E. P. Thompson’a hısım bir yaklaşımla işçi sınıfının kendini gün be gün inşa hikâyesini “dinlemeye” çalışması.
Nasıl Alpkan Birelma etnografik yöntemin yardımıyla işçi sınıfının “kitabî” tarifinin berisindeki “hakikatine” varmaya çalışıyorsa, Ebru Kayaalp de etnografik çalışmadan yardım alarak piyasanın kitabî tarife sığmayan hakikatini deşiyor. Devlet-piyasa, kamusal-özel, kayıtlı-kayıt dışı, yasal-yasa dışı gibi ikili karşıtlıkların gerçekte işlemediğini, piyasanın kurallar, resmî düzenlemeler kadar pekâlâ yolsuzluklar, kanunsuzluklar, usulsüzlükler, düzensizlikler tarafından kurulduğunu ve yeniden üretildiğini, tütün piyasası örneğinde gösteriyor. Askerî ve sivil bürokrasinin, tütün ve sigara şirketlerinin tütün kaçakçılığındaki dahline işaret ediyor. Kayaalp, Uludere’yi hatırlatarak başlıyor yazısına. Malûm, 28 Aralık 2011 akşamı Uludere/Roboski’de “terörist zannedilerek” bombalanıp öldürülen 34 Kürt vatandaşın sigara ve mazot kaçakçıları olduğu anlaşılmış; bunun üzerine de kaçakçıların “cezalandırılmasını” meşru gören yorumlar eksik kalmamıştı.
Doğrudan doğruya etnografik bir çalışma da, Aylin Demir’in Dersim’de “sözlü şiir ve ağlama pratiklerini” incelediği makalesi. Demir, bir iletişim biçimi olarak ağlamaya bakarken, şu soruları soruyor: “Kadınlar kültürün üretiminde, bilhassa halk kültürünün önemli bir parçası olan sözlü gelenek türleri içerisinde, nasıl bir yere sahipler? Neden bütün ‘büyük şairler, aşıklar’ erkek? Gerçekten kadınlar söylemediği için mi yoksa seslerini mi duymuyoruz? Kadınlar sadece ağıt veya ninni gibi belli sözlü gelenek türlerinin mi söyleyicileridirler? Böyle düşünmek aslında içinde olduğumuz ‘cinsiyet rejiminin’ de bilindik kategorilerinin yeniden kurulması değil midir?”
Ekonomik krizle ilgili iki makalelik bir demetimiz var. Yiğit Karahanoğulları, güncel krizi, “insanlık için olumlu bir olgu olan değersizleşme eğiliminin (emekten tasarruf imkânının), kapitalizmde kriz olarak ortaya çıkması” ile tanımlıyor. Marksizmin emek-değer teorisinin, neoklasik iktisadın fayda-değer teorisi karşısındaki meziyetini, güçlü bir kriz analiziyle ortaya koymaya çalışıyor Karahanoğulları. Ziya Öniş ve Mustafa Kutlay ise teorinin üstünlüğüyle tatmin bulmuş değiller; 2007/2008 global ekonomik krizinin, 1929’daki Büyük Bunalım’dan beri yaşanan en ağır kriz olmasına, onca tahribata yol açmasına rağmen, hâkim iktisat paradigmasını -en azından yeterince- sarsamamış olmasının nedenlerini sorguluyorlar. Neo-klasik iktisat paradigmasının surları dövüldüyse de, “alternatif paradigmaların nefes alabileceği entelektüel bir gedik”, neden açılamadı?
Daha önce de belirtmiştik; sosyal bilim endüstrisi, öğrenci ve öğretmenlerini “en yeni” kaynaklardan haberdar olmakla sınıyor ama hâlâ iş gören “eskileri” unutmamalı. Güney Çeğin’in kitap eleştirisi, böyle bir kadirbilirlikle, Randall Collins’in 1975 tarihli Conflict Sociology: Toward An Explanatory Science kitabını hatırlatıyor. Collins’in çatışma teorileri silsilesi içinde makrocu ve mikrocu teorileri birleştiren girişimini dikkatlerimize getiren bir yazı.