Çağdaş Türkiye Edebiyatı - 18. sayfa

On İki Dağın Sırrı
Bir Göz Ağlarken

Dünya kaç köşeymiş uzun uzun konuşan, konuştuklarını tekrar eden, saplantıyla özlemlerini, evveliyatlarını anlatan Dersimliler. Küçük, sıradan, kayıp giden hatıralar, garezler, kibirlenmeler... Yanlışın, kahırla ufalan hayatın farkında olan Zazalar, Kürtler, Ermeniler, Kızılbaşlar... Candarmalar, paşalar, hükümetler, aşiretler, metruk evler, boşalmış ovalar, inatla geleneğe sarılan köylüler, atlılar, tüfengler...İlk kitabın öncesine gidiyor. Eprimiş bir rüyayı pastoral ve masalsı bir üslupla, kederle resmediyor. Zor diyorsun, yazık! Hepsinin bir hikâyesi vardı.

Annem Belkıs (Ciltli)

Gündüz Vassaf`ın kalemiyle Annesi`nin Hikayesi. Öksüz bir Rumeli kızının Osmanlı İmparatorluğu`nun sınırlarında başlayan hayatı size gündelik yaşantının unutulmuş pek çok ayrıntısını tanıtarak bilinmeyen evlere misafir ediyor. Osmanlı, Cumhuriyet Türkiye`si ve ABD`de yüzyıla yakın süren çarpıcı bir yaşantının ışığında kadının toplumdaki yeri.

Yıldız Tutulması

Şimdi bütün tasavvurlarımın üzerinde hiçbir yıldızın aydınlatamayacağı kadar koyu bir karanlık var Ruken… Ender Özkahraman bir kez daha Güneydoğu’yu anlatıyor; ne söylese eksik kalacak kahırlı, yaralı ve netameli bir meselenin, bitmek bilmeyen bir savaşın üstüne cesaretle gidiyor. Dağla şehrin, partiyle devletin, Doğu’yla Batı’nın, masallarla ölümlü dünyanın arasında kalmış iki kadının, Ruken ile Pervin’in iç parçalayan kıstırılmışlığını hikâye ediyor.

Kozalak

Dolunay, Bedir, Mıstık ve L.… Sema Aslan, Dolunay’ın ışığında onların ve diğerlerinin zorlu yaşam deneyimlerinde iz sürüyor. Her biri dallarından düşmüş kozalaklar misali uzakta ve yalnızken bile yapraklarını açabilme gücünde… Her biri diğeriyle hayatta ve her biri var olabilme mücadelesinde... Bomonti’nin ara sokaklarında mutsuz bir ev…

Şeylerin Masumiyeti

Özenle seçilmiş resim ve fotoğraflarla dolu bu kitapta, Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi’ndeki eşyalar üzerinden İstanbul’u ve kendi hayatını anlatmaya devam ediyor... Eski İstanbul taksilerinden kalabalık aile fotoğraflarına, ev ev gezen terzilerden gazino-sinema çevrelerine, Boğaz ve yalı kültüründen çay içmeye ve kahvede oturup kâğıt oynama alışkanlıklarına uzanan kitap, aynı zamanda Pamuk’un on beş yılda kurduğu ilginç müzenin hem hikâyesi hem de kataloğu.

Vietnam Günlüğü
ABD’nin Vietnam’da İşlediği Savaş Suçlarına Karşı Russell Mahkemesi

Mehmet Ali Aybar, ABD’nin Vietnam’da işlediği savaş suçlarını araştırmak amacıyla filozof Bertrand Russell’ın girişimiyle oluşturulan “Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi”nin bir üyesiydi. “Russell Mahkemesi” olarak da bilinen Mahkeme’nin bir tahkikat komisyonuyla Vietnam’da yaklaşık bir ay incelemelerde bulunan Aybar’ın tuttuğu günlük ilk defa yayımlanıyor.

Tuhaf Yıldızlar Dünyaya Bakıyorlar Gözlerini Kırpmadan

“Kış Berlin’in iki tarafında da çok sertti. Sokaklar bir ayna gibi kaygandı, sabahları Mercedeslerin ve Trabantların camları kazınıyordu. Şehrin her iki kısmında da aynı sesleri duyuyordum. Doğu ve Batı Berlinlilerin kirpikleri karla kaplıydı, her iki Berlin’de de insanlar hapşırıyor, Batı Berlin’in donmuş gölleri ve Doğu Berlin’in Spree Nehri üzerinde ördekler yürüyor, soğuktan dolayı tek ayak üzerinde duruyorlardı.”

Hisar'dan Ahmet

Hisar’dan Ahmet, bir acayip adam. Bir baba adam, bir çocuk adam... Saflık yastığına yatmış, hinliği yorgan gibi sarınmış... Aksiliği yalandan, heyheylenmesi yalandan - ve çok sahici bir adam. Hisar’dan Ahmet, kelebekten bir hikâye. Eskiyip cızırdayan bir plak gibi bize Ahmet’i anlatıyor...

Harput'taki Hayalet
Tehcir Romanı

Harput’taki Hayalet, Osmanlı’nın askeri olmamak için Harput’ta medreseye giden, burada gayrimüslimlerin, Ermenilerin katline tanık olan Roc adlı bir gencin hayat hikâyesi. Ermeni bir kıza âşık olan Roc, bu aşk için kendini tehlikeye atıp Hamidiye milislerinin komutanını öldürünce, Dersim’e kaçarak hayatını başka bir isimle ve bambaşka bir biçimde sürdürmek zorunda kalır.

Dağda Duman Yeri Yok

Köy büyük bir yangınla sarsıldı, her şey küle karıştı ve herkes o tren yolculuğuna, küllerinden yeniden doğmak için çıktı, geçmişle hesaplaşmak ve geleceğini bulmak için… Bütün yolcular yanlarına en büyük yüklerini, sır dolu hikâyelerini aldılar.

Sinek Isırıklarının Müellifi

Ufukta toplu konutlar yükselirken neyin gölgesi düşer aşkın, arkadaşlığın, edebiyatın üzerine?

Ben Tek Siz Hepiniz

Beni beklerken, her zaman olduğundan daha güzel, daha savunmasız, daha cazip, daha derindi. Kendi eksikliğimi onun anlamlı yüzünden okumak... Ya gelmezsem kaygısıyla gerilen hatları, büyüleyici bir tereddütle etrafına bakınması, milyarlarca insanın yaşadığı koskoca dünyada sadece beni bekliyor olması... İşte bu baş döndürücü görüntü karşısında huzur içinde ölebilirdim.

Zaniyeler

Uzun yıllar gazetecilik yapan, çeşitli romanlar yazan ancak yazdıklarının çok azı günümüze ulaşabilmiş Salâhaddin Enis’in Zaniyeler romanı, bir dönemin İstanbul’unda savaş zenginlerinin hayatlarına odaklanıyor.

Saf ve Düşünceli Romancı

Pamuk, yazı yazmanın ve romancılığın otuz beş yıllık meslek sırlarını, Harvard Üniversitesi’nde verdiği Norton derslerinde açıklıyor. Daha önce T. S. Eliot, Borges, Calvino ve Umberto Eco gibi yazarların da verdiği bu derslerde, Pamuk edebiyat ve sanat anlayışını bir bütün olarak sunuyor.

Müzeyyen ile Nezahat

İlhami Algör, sokağın sesiyle mahallenin ablaları Müzeyen ve Nezahat’in kırık hikâyelerini anlatıyor! İronik dilinin gücüyle bir dönemin kültleşen iki romanı Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku ve Albayım Beni Nezahat ile Evlendir tek bir kitap olarak okurla yeniden buluşuyor.

Nişancı

Nişancı, Şeyh Sait Ayaklanması’nı hem devlet yanlısı hem de isyancı milisler gözüyle aktaran, gerçek bir öykü. Şeyh Sait Ayaklanması’nın çıkışından başlayarak Şeyh Sait’in ölümüne kadar geçen her günü, yalnızca savaşan milislerin yaşamlarıyla değil, isyanın ortasında kalakalmış kişilerin yaşadıklarıyla da gözler önüne seren bir yaşam öyküsü.

Yorgo Hacıdimitriadis'in Aşkale-Erzurum Günlüğü (1943)

Un tüccarı Yorgo Hacıdimitriadis, İkinci Dünya Savaşı yıllarında uygulanmış Varlık Vergisi’nin kurbanlarından birisidir. Varlık Vergisi borcunu ödeyemediği için 22 Mart 1943 tarihinde Haydarpaşa’dan trenle Aşkale-Erzurum’daki çalışma kampına yollanmıştır. Erzurum’da kaldığı süre boyunca günlük tutan Hacıdimitriadis’in izlenimleri, Varlık Vergisi’nin bugüne kadar çok az bilinen “çalışma kampları” boyutunu gün yüzüne çıkartmaktadır

Zamanın Farkında

“Hayatı anlayamamak kadınları anlayamadığını söyleyen adamın sözü kadar perişan bir ifade gelir bana. Be nabekâr, kadını anlayıp da ne yapacaksın, yapacağın değişecek mi? Peki hayatı ne yapacaktım? Onu anlayayım diye psikanaliz mi öğrenecektim, Jung’ları, Laing’leri okuyup şizofreni yolculuklarına mı çıkacaktım, şeyhleri ayrı, doktorları ayrı mı etekleyecektim, kendimle ilgili hem de bu dünyama ait bir söz söyleyecekler diye kulak mı kabartacaktım? Söz doğru olsa zaten kaçardım, yalan olsa bayılır tekrarını duyayım diye yapışırdım da bunun neye faydası olurdu?

Wansa
Irak Öyküleri

Irak Öyküleri’nde kadim bir coğrafyanın gelenek ve göreneklerinden, dinî inanışlarından beslenerek bir halkın acı ve isyanla özdeşleşen hikâyelerini aktarıyor Tecelli. Wansa adlı Yezidi kızın imkânsız aşkını ve onurlu direnişini, Bağdat’taki kadınların parasızlık yüzünden başvurdukları yöntemleri, Halepçe katliamını, canlı bombaları, kimyasal silahları anlatırken gerçeğin edebiyat aracılığıyla aktarımının başarılı örneklerini sunuyor.

Kuzey

Yokluğun bilincinden söz edemeyiz. Âşık, sevgiliyi tanımadan önce içinde bulunduğu yokluğun farkında değildir. Oradan çıkıp varlığa ermesi, kendini bilmesi ancak severek mümkün olur. Varoluşun başı döndürmesi bundandır, yıldızlı gökyüzü gibi, insanın aklını alır.

Rüya Günlüğü

"Rüyamda benim rüyalarımı gören birini görüyorsam ya da gerçek yaşamım sandığım yalnızca rüyamda gördüğüm kişinin rüyasıysa. Haluk yalnızca bir rüya kahramanıysa. Gerçekten yaşamıyorsa, soluk alıp verişi rüya icabıysa... O zaman kendimi çimdiklemem anlamsız. Birinin rüyayı göreni çimdiklemesi gerekir. Bunu benim yapmam mümkün değil.

Hikâyeden Çocuk

1999, Kasım. Edirne’de bir otel. Soğuk odada, hatıra ile anının farkını defterine yazmaya çabalayan adam, yıllar evvel aklına takılan soruya; kırdığı, sevdiği insanların arasından, kitaplarından derlenmiş bir seçki ve hatıralarıyla cevap veriyor. Hikâyeden Çocuk, Onur Caymaz’ın yayımlanmış ilk yazısının üzerinden geçen on beş yılı kutluyor; kibir vesikası değil, dağınık masasının mütevazılığı olarak okunmalı

Sığınmacılar
(1990-2000, Londra)

“Bu büyükçe parklarda, işsiz siyahlara olduğu gibi, bizim Türkiyeli sığınmacılara da rastlardınız. Sokaklarda ya da parklarda, kafasında köylü kasketi, üstüne bol gelen ceketi ve pantolonu, uzun sarkık bıyıklı, yaşlı Alevi köylülerine rastlamak insana hüzün verirdi. Kim bilir hangi rüzgâr savurmuştu onu köyünden alıp bu yabancısı olduğu diyarlara. Elleri arkasında, parmaklarına tespihini dolamış, başı havalarda, öylece, tek başına dolaşırdı. Belki de konuşacak birilerini arardı... Sığınamamış sığınmacının heykeli gibi bir taşın ya da bankın üzerine oturmuş olurdu. Çaresiz, umarsız, yalnız, ne geldiği yere ne kendi içine ne de dilsiz kaldığı bu ülkeye sığabilen acılı sığınmacının...” Gün Zilel

Açlığın Sofrasında

Yeryüzünde vuku bulmuş ne kadar tatsız, ne kadar can acıtıcı, ne kadar yürek yakıcı hadise varsa meğerse hepsi yemek yüzünden çıkmış. Her türlü savaşın, her türlü kavganın temelinde “ekmek davası” yatar çünkü. Toprağın bu kadar kutsal bir şey olması, hatta insanoğlunun üzerinde yaşadığı tapulu mülküne “vatan” adını vermesinin temelinde de bu “karın doyurma” dürtüsü yatar. Toprak besin verir, besin karın doyurur, doymuş insan mutludur, açlık ise beladır. Ondan olsa gerek Albert Camus, “İnsan aç kalmayagörsün, inançlarını bile yer,” demiş