Kolera bir saplantıya dönüştü onun için. [K]oleranın çeşitli türleri hakkında öğrenebileceği her şeyi öğrendi. [Ü]lkesine döndüğü zaman, pazaryerinin pis kokusunu ta denizden duyup lağımlardaki fareleri, sokaklardaki pis su birikintileri içinde yuvarlanan çıplak çocukları görünce, yalnızca felâketin neden meydana geldiğini anlamakla kalmadı, her an yeniden ortaya çıkabileceğinin de kesin olarak bilincine vardı.
--Gabriel García Márquez, 1985.
Herkes kendi yerine istiflenmiştir... Teftiş [inspection] süreklidir. Bakışlar her yerde uyanıktır: [K]apılarda, gözetim yerlerinde, her caddenin bitiminde devriyeler bulunmaktadır. [...] Herkes kendi kafesine tıkılmış, kendi penceresinde, adı okunduğunda cevap vermekte ve istenildiğinde kendini göstermektedir: Bu, canlıların ve ölülerin büyük teftişidir... Söz konusu gözetim [surveillance], süreklileştirilmiş bir kayıt sisteminden destek almaktadır.
--Michel Foucault (1992: 245-251; 1995: 195-228).
Geçtiğimiz yılın aralık ayında, Çin’in Hubei bölgesindeki Wuhan kentinde, deniz ürünleri ile canlı hayvan ticaretinin yürütüldüğü bir pazarda çalışan dört kişiyle birlikte, aynı günlerde bu marketi ziyaret eden başka insanlarda da akciğer enfeksiyonu (zatürre, pnömoni) bulgularının tespit edildiğinin açıklanması ve nihayet “etken”in izole edilerek kimliklendirilmesiyle birlikte gündemimize bir salgın oturdu: Hastalardan alınan örneklerin incelenmesi sonucunda, 7 Ocak 2020 tarihinde, hastalığa neden olan virüsün SARS (2002) ve MERS (2012) salgınlarının etkenleri ile aynı aileden, Koronavirüs ailesinden olduğu anlaşılmış oldu ve böylece virüs ilkin “2019-nCoV”, sonrasında ise “SARS-CoV-2” olarak adlandırıldı. Yol açtığı hastalık ise 11 Şubat 2020 itibarıyla “COVID-19” ismiyle anıldı (Guarner, 2020). Dünya Sağlık Örgütü (WHO) önce “acil durum”, sonrasında ise 11 Mart’ta “küresel salgın” (pandemi) ilan etti. O tarihlerden bu yana, dünya genelinde, söz konusu pandemi dolayımı ile kamu sağlığı önlemleri, karantina, izolasyon, sağlık hizmetleri, test/tanı olanakları, “ölüm” sayılarına ilişkin vital istatistikler de dahil olmak üzere, bir dizi sosyo-politik tema etrafında iştahlı tartışmalar yürütülüyor.
Salgının “reel” boyutu tam olarak nedir? Asıl yakıcı soru odur. Spesifik bir antiviral veya immün-aracılı tedavinin ya da bağışıklayıcı aşının henüz dolaşımda olmadığı, tanı/test kitlerinin maliyet-etkin bir yaygınlıkla kullanıma girmediği bir ahvalde, üstelik de matematiksel epidemiyoloji verimlerinin, bizlere henüz çoğalabilme hızı (reproductive rate) ile ilgili nihai verileri sunmadığı, formüller üzerinden, kaç kişinin (yüzde olarak) bağışık hale geldiği takdirde yayılımın durdurulabileceğini henüz bilimsel olarak modellemediği[2] bu aktüel durumda, “yaşam” ve dolayısıyla klinik pratik de devam ettiğine göre, üstelik tek tek herkes de bedenindeki toplumsallığı duyumsadığına göre, disiplinlerarası soruşturmalarla ve birtakım optimizasyon vasıtalarıyla ampirik bir karara varmak, hiç değilse bir projeksiyon çizmek daima netameli bir boyut içeriyor. Ne olursa olsun, gerçek şu ki, virulansı (yani, öldürücülüğü) düşük, ama infektivitesi (sekonder atak hızı) yüksek bir salgından söz ediyoruz; dolayısıyla “doğrusal/aritmetik” bir artıştan değil, “üstel/geometrik” bir sayısal sıçramadan söz etmiş oluyoruz (Chen, 2020). Bu bakımdan, gezegendeki insan popülasyonlarını yatay kesen bu gibi biyomedikal aciliyet durumlarında, “belirsizlik” motifinin yegâne belirleyici unsur olarak karşımızda durduğunu itiraf etmek durumundayız. Berlin Charité Hastanesi Viroloji Enstitüsü’nden Dr. Christian Drosten da, geçtiğimiz günlerde kendisiyle yapılan bir mülakatta, muhteşem bir bilimsel olgunlukla şunları aktarıyordu: “Epidemiyoloji eğitimi de almış bir virolog olarak, işimi, hakikati teksif etmek olarak değil, fakat onu belli yönleriyle açıklamak ve belirsizliklere müsaade etmek olarak görüyorum. ‘Biz (henüz) bilmiyoruz,’ diyerek politik bir kararın gerekli olduğunu görebilmek lazım” (Schumann, 2020).
Bu noktada, etiyolojik (nedenbilimsel) ajanın bir “virüs” olarak tanımlanması veya öyle olduğunun ortaya çıkarılması, kendi başına bütün o korku ve panik iklimine tüy diken etmenlerden biri oldu. O andan itibaren çok çeşitli spekülasyonlar, akılcılık kaygısı gütmeyen çelişkili kuruntular, kolektif bellekte yuvalanmış tarihsel felaketlere ilişkin göndermeler, çağrışımsal illüstrasyonlar dolup taştı. Öyle ki, bir epidemiyolog ile, bu alanlara ilişkin profesyonel bilgisi olmayan ortalama insanın “viral bulaşıcılığa” ilişkin algısı hiçbir zaman aynı olmamıştır ve Covid-19 gerçeği tam da bu gediğe oturmuştur. Verilerin derlenip yorumlanmasını kapsayan bilimsel süreçler kadar, onların kamuoyuyla paylaşılma biçimlerine de sızan kültürel inanış ve tutumlar, elbette bu paylaşımların teknik terimlerin özensiz tercümelerinin etkisiyle yanlış yorumlanmasıyla birlikte, bir kolektif kafa karışıklığı ve telaşlı kakofoni ortamı yaratmıştır. Reel ve maddi “belirsizlik” de bunu katmerlendiren bir unsurdur pekâlâ; öyle ki immünologlar, virologlar, moleküler biyologlar, epidemiyologlar, biyokimyagerler ile hekimlerin aralarında bulunduğu farklı bilimsel disiplinlerden insanların söylemlerindeki uzlaşmazlıklar, bilime duyulan kamusal güveni hırpalayan, belki de “bilim”in neliğine ilişkin kanaatleri gözden geçirmeye zorlayan bir konjonktür yaratmıştır. Ne olursa olsun viral sirayet, bütün bu ahvalde, kamudan bilime, medyadan politik-bürokratik mercilere varıncaya dek, yapıları verevine kesen bir hareketliliğe sahip gibidir. Gerçekten de bu, alelade bir “metafor”un ötesine taşabilir: Çağdaş kapitalist teknoloji kültüründe anomalilerin önemli tezahürlerinden biri, dijital, biyolojik veya dilbilimsel formlarda karşımıza çıkabilen “virüs” olmuştur. Bu, ağ kültürünün veya kapitalist aksiyomatiğin iletişim, kendini yeniden-üretme, aktarma, yerinden etme, yersiz-yurtsuzlaştırma (deterritorialization) hareketi gibi önemli eğilimlerini ifade eden şematik bir figür olarak görülebilir. Virüs kendisini güçlü, caydırıcı ve yetkin bir “asker” olarak dayattıysa da, onun göstergesel mantığı bir dilin metaforik oyunlarına indirgenemez. Bunun yerine “viral”, çağdaş kapitalist kültürün karmaşık ontolojisini soruşturmak için kullanılabilecek bir bulaşma ve tekrarlama mantığı olarak yahut da belirli bir eylem tarzı olarak da okunabilir. Bu mantığın hem “meta”ların (ticari ürünler ve tüketici nesneleri gibi), hem de “kötü”lerin (bilgisayar virüsleri, teröristler veya kuş gribi gibi) dağılımının analizi adına geçerli bir entelektüel yöntem olarak tatbik edilebileceği söylenebilir.[3]
Etkenin reel ve kitlesel anlamda ne kadar öldürücü olduğu, kuşkusuz, beşeri-coğrafî faktörler ile nitelikli sağlık hizmetlerine erişim olanağı başta olmak üzere, bir dizi değişkene bağlı. Yine de, “ortalama bir ülkede yaşayan ortalama bir insan” varsayımı üzerinden bile olsa, bununla ilgili somut bir klinik muhakeme yürütebilmek ve bilimsel açıdan özgüvenli bir tutum alabilmek için henüz erken. Test “metodu”nun kendisinden (RT-PCR) ve incelenecek “numune”nin standardizasyonuna ilişkin (pre-analitik ve analitik) problemlerden başlayarak, test yapılan insan sayısı, testlerin kimlere yapıldığı, ne kadarının hastaneye başvurmuş olduğu, nihayetinde kaç tanesinin hastaneye yatırılmasına (inpatient veya hospitalizasyon) ihtiyaç duyulduğu veya ayaktan izlem ile taburcu edildiği (outpatient veya poliklinik), kaçının yoğun bakım takibi gerektirdiği ve -yazık ki- yaşamını yitirdiği bahsinde henüz yeterince “güçlü” bir örneklem toplamı oluşmuş değil; daha ziyade “küme”ler (cluster) söz konusu. Kliniği aydınlatacak epidemiyolojik veri bütünü henüz tam olarak olgunlaşmış değil. Ampirik-klinik ve moleküler-patolojik korelasyonlar tastamam oturtulmuş değil. Bunun için, enfeksiyonu silik bir klinik tabloyla, yani gündelik yaşantısını aksatmayacak ölçüde ılımlı bir şiddette atlatanları da kapsayacak şekilde serolojik antikor testlerinin geliştirilip yaygınlaşmasını beklemek gerekiyor. Keza, SARS-CoV-2 ile ilgili hücre kültürü çalışmalarından çıkacak anlamlı detaylar da, bizlere antiviral araştırma-geliştirme, sito-patogenez (virüsün hücresel düzeyde hastalık-yapıcı davranışsal mekanizmaları) ve yine virüse ilişkin “stabilite” (ısı, ışık, nem, basınç koşullarındaki dayanıklılığı) ile “aktarım” (transmission) bulguları lehine ferah ufuklar açacak. Bir klinik antite olarak Covid-19, henüz yeryüzündeki pek çok klinisyenin kafasında birtakım klinik özellikleri, Hipokratik anlamda biyolojik tarihçesi, yani “semptomları, bulguları, komplikasyonları” itibarıyla, dahası kırılgan popülasyonlardaki (yenidoğan, gebe, geriatrik kesim) özgül yaklaşımların bir standart protokole bağlanması itibarıyla netleşmiş değil. Bunun için, yeryüzünde biyomedikal bilimlere ait akademik çalışmaların mutat veritabanı olan ve halihazırda meseleye ilişkin bine yakın makale içeren PubMed’deki vaka serilerine, hasta takibi detaylarına, uzman konsensüslerine bakılarak bir tür prospektif “klinik tasavvur” oluşturmaya çalışılıyor. Bir bakıma “mevsimsel grip” (veya influenza) tablosuyla, yahut akciğerde tutulum gösteren başkaca viral tablolarla otomatikman özdeşleştirme refleksine halen (ve bir “bilimsel temkin” namına) direniliyor. Öyleyse meslekî pratik daha rafine ve standart bir hal alıncaya dek, yayımlanan yeni bulgular istikametinde değişip dönüşen tavsiyeler takip edilecek. Tam da bu hususiyete değinen bir makale, nitekim, “Yegâne Kesinlik: Belirsizlik” başlığını taşıyordu. Bir başkası, “çok sayıda parçasının henüz eksik olduğu bir puzzle” analojisini kullanıyordu (Briem, 2020; Vetter vd. 2020; Demir, 2020). Belirsizlik sürüyor.
Dahası da vardır: Covid-19 tablosunda, klinik anlamda bir tür “piyango” durumu[4] söz konusudur. Enfekte kişide daha önceden mevcut olan kronik/dejeneratif hastalıkların varlığı, ciddi bir immün-supresif (bağışıklık baskılayıcı) bir tedavi görüp görmediği ve sistemik organların “yaşı” ile yıpranmışlığı, kuşkusuz süreci belirleyen en önemli faktörlerden biridir. Ancak, kişinin/hastanın bağışıklık sisteminin karakteristiği veya “mahiyet”i de, hastalık sürecinin nereye evrileceği hususunda esaslı bir etmen olarak karşımıza çıkar. Altını çizmek gerekir ki, bu bir “güç” veya derece meselesi olmaktan öte, bir karakteristik ve özgüllük meselesidir. Haliyle “şu veya bu vitamini, suplemanı, minerali alıp bağışıklığımızı güçlendirelim” biçimindeki ortomoleküler yaklaşımlar, hele hele “doğuştan” (innate) bir bağışıklık yanıtı örgütlenmesi söz konusu olduğu hatırlanırsa, akıl-dışı bir klişeye karşılık gelir. Gidişatın kaderi virüsün kendisinden ziyade, bedenin ona “interferon” ve “sitokin” denilen moleküller üzerinden nasıl tepki vereceği ekseninde (aktifleşmiş STING yolağı eliyle)[5] çizilir, kısacası beden bizatihi “virüs karşısındaki reaksiyonunun gürültüsü” ölçüsünde hastalanmış olur ve bu da, haliyle, belirsizlik atmosferinde klinik öngörülerin zayıflamasına yol açar.
Bunun bir ötesi de vardır: Koronavirüs ailesine, daha geniş olarak da “RNA virüsü” kategorisine dahil olan bu virüsün moleküler-biyolojik davranış örüntüsünü betimlemek, sözü edilen belirsizliğin mikro-yapısal arka planını da açıklığa kavuşturur: Virüsün kılıf proteinleri, konakçı (host) organizmanın solunum sistemi hücrelerinin yüzeyindeki ACE-II yüzey reseptörüne (glikoproteinleri aracılığıyla) bağlanır (attachment). Virüsün kılıfındaki protein kompleksleriyle etkileşecek birtakım moleküllerin varlığında, virüs, kılıfını soyarak kendi RNA zincirini sitoplazmaya salar. Genom, konakçı hücrenin ribozomuna giderek “translasyon” faaliyetini başlatır. Bir diğer deyişle, kendi yapısal proteinlerini (kendi enzimleri ve mRNA’ları aracılığıyla) üret(tir)meye başlar (translation). Replikasyon, RNA-bağımlı RNA polimeraz (RdRp veya RNA replikaz) kodlanması üstünden gerçekleşir. Bir “ribovirüs” olarak SARS-CoV-2, bu enzimi içermez ancak genomunda kodlar. DNA’ya bağımlı RNA polimeraz enziminin aksine, bu enzim, RNA şablonundan bir RNA türetir (replication). Böylece organizmanın hücresi, bir “kapsid” iken, diğer hücreleri de enfekte edebilecek daha olgun bir form olan “virion”a dönüşür (maturation) ve o da konakçı hücreden tomurcuklanarak serbestleşir (budding). Nihayet enfekte olan hücre, tedavi alın(a)madığında, her gün binlerce yeni virüsü türetecek bir “virüs fabrikası”na dönüşür (Chen vd. 2020). O halde SARS-CoV-2’nin, kendisini konakçı hücrenin protein santraline sokabilen özgün bir virüs olduğunu, bir tür “genetik kod” gibi çalışan ve RNA genomunu taşıyan bir ribovirüs olarak, kendisiyle enfekte olan insan organizmasındaki solunum sistemi hücresinin organeline entegre olduktan sonra, RNA replikaz enzimiyle kendisini (RNA’dan RNA’ya olmak suretiyle) her hücresel bölünmede çoğalttığını anımsatmakla, biyolojik enformasyonun sadece DNA’dan RNA’ya, oradan da proteinlere tek-yönlü olarak iletildiği varsayımına dayanan “santral dogma”yı da -bir bakıma- yerinden ettiğini söylemiş oluruz. Gerçekten de, önce “sosyal Darwinizm”, sonrasında “sosyobiyoloji” ve yakınlarda da “evrimsel psikoloji” disiplinlerinin (insan doğası tözcülüğü ve bunun -sözümona- kaçınılmaz neticesi olarak cereyan eden doğallaştırılmış üretim ilişkileri ve toplumsal örgütlenmeler bahsinde) duruşmaya çıkarılması sürecinde[6] çok daha iyi idrak edildi ki, genler değişmez, sabit ve muhakkak bir işleve özelleşmiş yapılar değildirler. Artık, durağan bir genomun yerine, hızlı ve köklü yeniden düzenlemelere tabi olan daha hareketli bir genom geçmiş, dolayısıyla koddan ürüne tek yönlü bilgi akışını öngören “merkezî/santral dogma” ihlal edilmiş demektir.[7] Dahası, yine bir başka RNA virüsü olan ve adına retrovirüs denilen (AIDS’in etkeni HIV’in de dahil olduğu) bir nesneler sınıfı, “ters (reverse) transkriptaz” denilen bir madde aracılığıyla RNA’yı DNA’ya çevirebilir ve merkezî dogmanın tek yönlü olduğunu varsaydığı yolda geri giderek genetik programlara (DNA kromozomuna) yeni malzemeler katabilir. Kısacası bir dizi yeni tema (hareketlilik, yeniden düzenleme, regülasyon ve etkileşim) genoma bakışımızı değiştirmiş; onu parça parça değişen, ürünleriyle herhangi bir etkileşimden korunan kararlı ve çizgisel diziler olarak değil, kendi ürünlerinden ve başka RNA kaynaklarından kapsamlı geribildirim alma ve hızlıca yeniden örgütlenme potansiyeline sahip akışkan bir sistem olarak görmemizi sağlamıştır. Söz konusu hareketlilik, ucu açık bir potansiyel kudrete gönderme yaparken, doğabilimsel normların üstüne oturduğu dirimsel belirsizliği pekiştirir.
Tıbbi veya biyolojik bilimlerin, yıllar geçtikçe bedenin diline olan hakimiyetini (her iki anlamıyla da) artırdığına tanıklık ediyoruz. Ne ki bu, epistemolojik sorunsalları ortadan kaldırmaya yetmediği gibi, bilakis daha da semirtmeye yarıyor. Buna, bilgi küresinin yüzeyi genişledikçe, kürenin temas halinde olduğu bilinmezliğin de artması olgusu ile özetlenebilecek “cehalet paradoksu” da denilebilir. Nitekim Stephen Kern’in, o özgün eseri Nedenselliğin Kültürel Tarihi’nde (2008) çok farklı alanlardan örnekleyerek açımladığı asal tema, “özgüllük-belirsizlik diyalektiği” olarak zikrettiği ilkeydi. Buna göre olguların nedenlerine ilişkin bilgimiz çoğaldıkça ve spesifikleştikçe, karşı karşıya kalınan belirsizlik de o denli artıyordu. Bu da sonu gelmez bir çeşitlilik, karmaşıklık ve olasılığa denk düşüyordu. Gerçekten de tekrarın, özdeşliğin ve “bir-örnek” olmanın olanaksızlığı, klinik çalışmanın özünü oluşturur.
Teknobilimdeki ilerlemelerle alanlar alt dallara doğru çeşitlendikçe ve kozmolojide, sinirbilimde, kuantum mekaniğinde yahut moleküler biyolojide bilgi hacmi sonsuzluğa doğru asimptotlarla uzayıp gittikçe, dahası karşımızda/içimizde stokastik fenomenleri ve kaotik dinamikleriyle bir “mikro-kozmos” olarak canlı bedenin; yani sayısız bileşenden oluşan polinomik bir denklemin uzandığına ikna oldukça “aslında ne kadar az şey bildiğimizi” de kavramış oluyoruz; hiç değilse bu fırsata kavuşuyoruz. Öte yandan, insanlık tarihinin geçmiş devirleriyle kıyaslandığında hayati bir fark olarak itiraf edilmeli ki, çağımızda ilerleme kaydeden pek çok bilimsel disiplin sayesinde, en sonunda ulaşmış olduğumuz cehaleti (çünkü bu artık bilinmeyen “çifte cehalet”in tersine bilinen cehalettir) kutlamak ve söz konusu fırsatı değerlendirmek özgürleştirici unsurlar taşır. Nitekim Carl Sagan, 1997 yılında şu satırları kaleme almıştı (2006: 160 ve 246):
Felsefe ve bilim başından beri, René Descartes’ın sözleriyle “bizi doğanın efendisi ve sahibi kılma” ve Francis Bacon’ın dediği gibi, bilimi tüm doğayı “insanın hizmetine koşmak” için kullanma isteğindeydi. Bacon insanın “doğa üzerinde sahip olduğu hakları” kullanmasından söz ediyordu. [...] Çok uzak olmayan bir geçmişte doğayı “fethetmek”ten ve uzaya “hâkim olmak”tan söz ediliyordu; sanki doğa ve kozmos, haklarından gelinmesi gereken düşmanlarmış gibi.
Bilimsel devrim[ler]in belki de en iç burkan yan etkisi, en değer verdiğimiz ve bizi en çok rahatlatan inançlarımızın çoğunu boşa çıkarması oldu. Atalarımızın üzerinde var olduğu insan-merkezli derli-toplu küçük sahne yerini, insanın adsızlığa indirgendiği soğuk, uçsuz bucaksız, umursamaz bir evrene bıraktı.
Biyolojik bilimlerin doğası üzerine yazdığı özgün metinlerle önemsenmesi gereken isimlerden Lewis Thomas da, bir tür entelektüel sesteşlikle, şunları yazıyordu (1979: 73-74):
Tamamen inandığım tek sağlam bilimsel doğruluk parçası, doğa konusunda son derece cahil olduğumuzdur. Doğruyu söylemek gerekirse, bunu, biyolojinin son yüzyılının en büyük keşfi olarak sayıyorum. [...] 20. yüzyıl biliminin insan zekâsına en anlamlı katkısını oluşturan, cehaletin derinliği ve yaygınlığıyla olan bu ani yüzleşmedir. [...] Ciddi bilim yaparak gerçekten araştırmaya başladığımız şu anda, soruların ne kadar çok olduğunu ve bizim bunların cevaplarını bulmaktan ne kadar uzak olduğumuzu kavrar gibi oluyoruz.
Bütün bu muğlaklığın gölgesinde, şu husus çok bilimsel ve de “hakiki”dir: Evrimsel ekoloji, salgının arka planında yer alan ekonomi politik gerçeklikleri yüzümüze çarpar. Bu bakımdan sermayeden bağımsız bir patojen olamayacağı açıktır:
Her yeni salgındaki asıl tehlike, her yeni COVID-19’un münferit [sporadic] bir olay olmadığını kavrayamamak, esasen bunu kavramayı çıkarcı bir biçimde reddetmektir. Virüslerin artışı gıda üretimi ve çok-uluslu şirketlerin kârlılığı ile yakından bağlantılıdır. Virüslerin neden daha tehlikeli hâle geldiğini anlamayı hedefleyen herkes, endüstriyel tarım modelini ve özellikle de hayvancılık üretimini araştırmalıdır. [...] Ölümcül hastalıklar üretmek için [neoliberalizmden] daha iyi bir sistem tasarlayamazsınız (krş. Wallace vd. 2020).
Geçmişte zoonotik bir patojen, örnekse bir avcı-toplayıcı grubunu enfekte edebilir ve topluluklarla sınırlı kalırken, günümüzde küreselleşmiş, yoğunlaşmış hava trafiği ve tedarik zincirleri üzerinden karşılıklı olarak bağlanıp birbirine dolanmış bir dünyada, tek bir endemik salgın birkaç hafta içinde pandemi haline gelebilir. Bir diğer etmen, “tür bariyeri”nin çoktan aşılmış olmasıdır: Öyle ki gezegenin üzerindeki insan-dışı karasal omurgalı canlı biyokütlenin yüzde doksanı, yani beşeri tüketime sunulmak için beslenenler, endüstriyel gıda çiftliklerinde besi hayvanı olarak bulunmaktadır. Mike Davis’in Kapımızdaki Canavar (2007) başlıklı çalışmasında gözlemlediği üzere, bunlar yeni zoonozlar için, özellikle de ilk olarak tavuklarda evrilen, ardından patojenik evrimsel hızlandırıcı olarak işlev gören domuz popülasyonuna geçen ve son olarak insanlara sıçrayan kuş gribi için, “mükemmel kuluçka makineleri”dir. Bu gibi ekonomi politik gerçekliklerin geçerliliği, üstelik de bahsi geçen hava/damlacık yoluyla (airborne) bulaşan kentsel-endüstriyel bir salgınsa, siyaseten “müşterekler” (commons) ile “dışsallıklar” (externalities) meselesini gündeme getirmekten başka bir eleştirel formülün bulunmadığını ima eder. Salgının beşiği olarak bilinen Wuhan’ın beşeri coğrafyası, neoliberal-kalkınmacı bir uğrak olarak eşitsiz kentleşme ve altüst oluş dinamikleri, mülksüzleştirme ağları bize evrensel ve dahi bilimsel anlamda bir şey söylüyor.[8] Eşitsiz kalkınmacılığın talancı, “el koyucu”, çitleyici ve hilekâr uygulamaları, küremizin ortak çevresel kaynaklarının (toprak, hava, su) hızla tüketilmesi ve sermaye-yoğun tarımsal üretim tekniklerinin neden olduğu çevresel bozulmalar, doğanın toptan metalaştırılmasına yol açmıştır (Harvey, 2004: 123 vd.). Hal böyleyken, kavram bulutu içerisinde nüfus politikaları, göçler, yoksulluk, iklim değişikliği, tüketilen/kirletilen su kaynakları, tahrip edilen orman arazileri, yok olan türler, kimyasal gübreler ve tohum tekelleri, nehir yataklarına deşarj edilen fabrika atıkları, sular altında kalan vadiler ile verimli tarımsal üretim alanları, madencilik ve enerji santralleri, fosil yakıtlar, gaz emisyonları, “biyo-karbüran”lar, karbon ayakizi gibi bir dizi değişkenin yer aldığı bütünsel kavrayışlı bir eleştirel toplumsal ekoloji tartışması üzerinden “birikim rejimi”ni işaretlemek, birer “politik soyutlama” olmanın çok berisinde, bilimsel anlamda son derece isabetlidir. Nitekim, ufuktaki olası yeni salgınların, başka küresel-çevresel felaketlerin patlak verebilmesine ilişkin öngörüler de, referansını aynı eko-biyolojik dünya kavrayışına borçludur (Turner, 2011: 199-200 ve 249-250; Wallerstein, 2012: 101-108).
İnsan türünün ekolojik ayakizinin giderek büyümesi, kapitalist projelerin doğal alanları istila ederek biyolojik çeşitliliğin altını oyması ile zoonotik salgınların giderek artan sıklıkta yeryüzü gündemine girmesi arasındaki bağıntı, üzerinde uzlaşılmış bir gerçekliğe karşılık geliyor. Yabanıl alanların işgal edilmesi, habitat kaybı ve vahşi yaşamla mesafenin kısalması nedeniyle etkileşimlerin kolaylaşması dışında, şöylesi bir gerçeklik de söz konusudur: Evcilleştirilmiş türlerde, avcılık ve ticaret yoluyla sömürgeleştirilen türlerde, insanın egemen olduğu alanlara bir biçimde uyum sağlayan memeli türlerindeki zoonotik virüs miktarının anlamlı yüksekliğidir bu. Nitekim prestjili bir biyolojik bilimler dergisinde yayımlanan bir araştırmanın sonuçlarına göre (Johnson vd. 2020), insan faaliyetleri yüzünden yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bulunan vahşi hayvan türlerinin bünyelerinde, insanlara geçebilecek özellikteki virüslerin, başka sebeplerle tehdit altında olan diğer hayvan türlerine kıyasla, en az iki misli daha fazla olduğu ortaya çıkmıştı. Bununla birlikte, insanların hayvansal kaynaklı (zoonotik) hastalık etkenleriyle çoğunlukla avcılık, çiftçilik ve pazarda hayvan satışı gibi iktisadi faaliyetler (ve yine kültürel “et tüketimi” aracılığıyla) temasa geçtiğine aşinayız. Anımsanırsa, Koronavirüs ailesinin diğer üyelerinden SARS etkeni de, ilkin yarasalarda görülmüş ve piyasada bir meta olarak alınıp satılan vahşi misk kedileri (masked palm civets) aracılığıyla insanlara yayılmıştı. Buradaki “misk kedileri”, salgının tetiğini çeken anlamındaki “ana kaynak”ı işaret eder. Virüsün vahşi yaşam döngüsüne girerek insanı enfekte edebilecek potansiyel kazanması süreci itibarıyla, SARS-CoV-2’nin, başta çok-bantlı bungarus yılanı (Bungarus multicinctus) olduğu düşünülse de, şimdilerde daha olası adaylar arasında yarasalar ile pangolinler (karıncayiyen) bulunuyor (Lu vd. 2020). Bu hususta genom-bilimsel araştırmalar devam ediyor. Esas önem arz eden nokta ise şu: SARS-CoV-2’nin patojenik anlamda insan türüne özgül bir tablo olması, “türün selameti” meselesini ve o arada asli iştigali nüfusun esenliği olan olumlayıcı “biyopolitik” pozitiflikleri bir kez daha gündeme taşır. Zoonotik tablolar gibi, hayvanların bir “enfeksiyon rezervuarı” veya “vektör” olarak değerlendirilmesi, bu virüs özelinde mümkün olmaz. Batı tarihinde bilim insanlarının bir hastalığın kökenini bulabilmek için daima doğaya, özelde ise hayvanlar âlemine odaklanma refleksi, tıpkı HIV/AIDS bağlamında olduğu gibi, Covid-19 özelinde de çalışmaz. Bu da, özellikle bulaşıcı salgınlar söz konusu olduğunda, hastalığın kökeninin “bizim gibi olmayanlar”a isnat edilmesini mümkün kılacak bir “kültürel bağışıklama” hamlesini tetiklemiştir. Bunlar ise dışarıda olanlar, dışarlıklılar, yani antropolojik anlamda tabu ihlaliyle özdeşleştirilen birtakım ayrıksı hayvansılar, “toksik başka”lardır.
Bu bağlamda, teknik terminolojideki bir kısırlığa işaret etmek gerekir. Zoonozlar, tıbbi terminolojide etkenlerine göre sınıflandırılır: Prion, virüs, bakteri, fungus (mantar), parazit (protozoa veya helmint) kaynaklı zoonozlardır bunlar. Enfekte av hayvanlarının tüketimi, eklembacaklı veya kene ısırması, enfekte hayvanlarla (kemirgenler) temas, kirli suyla temas veya kirli su tüketimi, evcil (“süs”) veya çiftlik hayvanlarının bulaşık mukozalarıyla temas gibi etkenler veya edimlerle, doğrudan veya birtakım vektörler aracılığıyla bulaşır. 1996’da BSE, 1998’de Nipah, 2003’te SARS, 2005/2006’da H5N1 (ilk kez 1990’larda Birleşik Krallık ile Çin’de), 2009’da pandemik influenza (H1N1), yahut da ilk kez 1980’lerin ortalarında dünya gündemine oturan “vankomisin dirençli enterokok”lar ile “metisilin dirençli stafilokok”lar düşünülebilir. Son yarım yüzyılda küresel ölçekte görülen yahut yeni patlak veren (emerging) enfeksiyonların %75’i “zoonoz” olarak tasnif edilir. Zoonotik enfeksiyonların bu önlenemez tırmanışı, esasında biyoçeşitliliğin azalması ve çevresel tahribat nedeniyle, patojenik rezervuarların çökelmeye başlamasıyla, yani sözgelimi SARS, HIV/AIDS veya MERS için spesifik konakçıların orantısızca çoğalmasıyla ilintilidir. Bunu hastalık ekolojisi uzmanları açıklıkla söyler (Tennesen, 2015: 90-93 vd.). Diğer taraftan problem odur ki, Covid-19 veya AIDS de zoonotik hastalıklar arasında kabul edilir. Ancak bu kabul, HIV’in evrimsel şeceresindeki primat bağıntısından, yine Covid-19 özelinde ise yarasalardan ötürü öyledir. Oysa takdir edilir ki HIV/AIDS, yine “viral” bir tablo olarak Kırım Kongo Kanamalı Ateşi gibi, “kene” vektörü aracılığıyla bulaşan (ve doğrusu, halen de bulaşmakta olan) bir hastalık değildir; benzer şekilde, Covid-19 için de geçerlidir bu. Kısacası bu gibi enfeksiyonların “zoonoz” sınıfında kabul edilmesini gerekçelendiren hayvan organizmasından insana bulaş gerçeği, günümüzdeki sorunun bir bileşeni olmayan bilimsel-teknik bir detaydan ibarettir artık.[9]
Biliriz ki veteriner hekimlik, beşeri tıp uğrunda araçsallaştırılmış, zoonotik/zooteknik olana indirgenmiştir. Bu bağlamda, hayvan refahı (animal welfare) demek, son tahlilde, hayvanın sürdürülebilir bir endüstriyel döngü içinde insana fayda sağlaması demektir. Salt zirai bir faaliyete indirgenmiş veteriner hekimlik pratiği, tıbbın inşa sürecine de iştirak edecektir. Bunun ardında ise, o ezeli insan-merkezciliğin de ötesine geçen iktisadi saiklar yatar. Foucault, Brezilya Seminerleri’nin (1974) ilkinde şuna temas ediyordu: Kaydedilmelidir ki, Fransa’da, 18. asırda etüt edilen ve ulusal verilerin derlenmesine vesile olan ilk majör “epidemi”, esasında bir “epizootik”tir. Bu, Fransa’nın güney kesiminde sürülerce büyükbaş hayvanın telef olduğu bir ulusal felaketti ve Kraliyet Tıp Cemiyeti’nin kurulmasına ön ayak oldu. Fransa’daki Tıp Akademisi, o halde, bir epidemiden değil, epizootikten neşet etmiştir ve bu olgu da, tıbbın örgütlenmesinin başlangıcında iktisadi sorunların belirleyiciliğine vurgu yapar (Foucault, 2004: 16).
Hayvanın bir endüstriyel meta olarak kategorize edilmesine ilişkin önemli detaylar barındırabilecek bir örnek daha var. Bu, “bulaşma/karantina” paniği ve “tedaviye/aşıya erişim” başlığı altında değerlendirilebilecek bir dizi kapitalistik problemle olan benzerliğiyle de öne çıkan, dahası endüstriyel doğa talanının ta kendisi olarak “ekolojik kriz”in haykırışını harfiyen nakleden bir örnektir. Bir kamu sağlığı misyonu olarak, tüketicinin beslenmesindeki sağlık veya gıda güvenliği meselesinin açığa çıktığı söz konusu güncel vaka, sığırlardaki (“deli dana hastalığı” olarak da bilinen) bovine spongiform ensefaliti (BSE) ile bunun insandaki eşdeğeri olarak Creutzfeldt-Jacob hastalığına (CJD)[10] dairdir. Bu tabloların etkeni, ısıya ve rutin sterilizasyon işlemlerine oldukça dirençli proteinler içeren küçük enfeksiyöz patojenler olarak “prion”dur. Aynı prion, koyun ve keçilerde scrapie denilen bir tabloya yol açar. Ne olursa olsun hastalık, bir “büyükbaş” hastalığı olarak tanımlanarak “dana” ile özdeşleştirilmiştir.[11] Konuya ilişkin sözcük bulutu, viral salgın dolayımını fena halde andırır: Bir meta olarak sığır etlerine ilişkin ithalat/ihracat ambargosu, sığırlarda ESB taraması, ihbarı zorunlu hastalıklar kapsamına alınması, beş ila yirmi yıl sürebilen uzun kuluçka dönemiyle ESB’nin insana geçmesi endişeleri, hastalık şüphesi barındıran etlerin imhası ve laboratuvar taramaları, sürü itlafları, hayvan sağlığının ikincilleşmesi, öne çıkan tüketici sağlığı, CJD’ye yakalanarak kronik/dejeneratif süreçte yaşamını yitirenler ve nihayet CJD’nin varyant/yeni formunun keşfedilmesiyle, gıda yoluyla bulaş riskine ilave olarak, prionlar ile enfekte bireylerden alınan “kan ürünleri” vasıtasıyla hastalığı kapma olasılığının gündeme gelmesi… Kısacası BSE, İngiltere’de bazı şüpheli ölüm olaylarının bu hastalığa bağlanmasıyla ve hastalığın “tür bariyeri”ni aşarak (hayvanlardan sonra) giderek insanlarda da bir salgın halini aldığının gösterilmesiyle, CJD’ye indirgenmiş oldu.[12] Bununla birlikte CJD’nin et tüketimiyle olan kaçınılmaz bağı, “yamyamlığı” yeniden gündeme soktu. Nitekim prion hastalıklarından biri olan “kuru hastalığı”nın, 1950’li ve 1960’lı yıllarda Yeni Gine’nin yüksek bölgelerinde yaşayan Fore kabilesinden elde edilen bulgularla, arkaik cenaze ayinleri sırasında tüketilen pişmemiş insan etiyle bulaş zincirini başlattığı düşünülüyor.[13]
Altı çizilmeli ki, hastalığın ortaya çıkarak salgınlaşmasında “ekolojik kriz”in yankıları açıktır. Şöyle ki, otlaklar veya meralık alanlar ortadan kaldırıldığında ya da otlakların besleyebileceğinden daha fazla hayvan yetiştirip bir de bunların performansı artırılmak istendiğinde, kaçınılmaz biçimde onlara daha konsantre ve daha zengin yemler vermek zorunda kalınır. Hayvansal un çıkaran İngiliz sanayiciler protein ticaretinde rekabeti artırmak için, hayvan artıklarını 130 derecenin üzerinde ve 3 bar basınç altında yirmi dakika boyunca ısıtmayı gerektiren Avrupa ölçütlerine uymadılar ve bihaber İngiliz hayvancılar süt ineklerine, günde 10 ila 15 kiloluk konsantre yem içinde 3 ila 4 kilo hayvansal un verdiler. Böylelikle, protein yapısındaki hastalık etkeninin bulaştığı unlarla, hasta hayvanlar yetiştirildi. Köylüler ineklerini etobur yaparak doğa kanunlarını çiğnediklerini, hayvanlara kendi öz dokularını yedirmenin, hele hele bir de bu yeterli muameleyi görmemişse, tehlikeli olduğunu anladılar. Fransa’da da benzer süreçler yaşandı.
1988’den itibaren ESB’nin bir “sığır hastalığı” olarak tanınmasıyla ve CJD’ye benzemesiyle, beşeri sağlığa yönelik muhtemel yansımaları çok ciddi biçimde ele alınmasıyla, aynı yıl birtakım önlemler alındı, ancak Büyük Britanya ile Fransa onları uygulama yoluna gitmedi. Üstelik ticari riyakârlık, un üreticilerini AB’ye ve Üçüncü Dünya ülkelerine Büyük Britanya’da yasaklanmış unları ihraç etmek konusunda serbest bıraktı. Bu unların otoburların beslenmesinde yasaklandığını görmek için 1991 yılını beklemek gerekti. İngiliz ve Fransız hayvansal unların büyük bölümü, kurulu düzenlemeler hiçe sayılarak hayvanların beslenmesinde kullanıldı: Unların hatalı pişirilmesi, otoburlar ve diğer hayvanlar için dikkatsizce yem üreten fabrikalardaki un karışımları. Nihayet 1996 yazı boyunca deli dana krizinin ortasında medya, 1989 ve 1996 yılları arasındaki İngiliz ithalatının önemi üzerine bir polemik geliştirdi. 16 bin tondan fazla hayvansal undan bahsedildi. Siyasi ve idari sorumlulara karşı ciddi adli takibatın başlatıldığı, “kirli kan”ın toplanması ve tedavi edilmesi için anlamlı önlemlerin alındığı ve uygulamaya konduğu beşeri viral salgın vakalarından farklı olarak, “deli danalar” sadece kendilerini kesmekle yükümlü olanları harekete geçirdi. Hayvansal unlar vakasında, Aralık 1996’da kabul edilen ve prensipte, mezbahaya gelmeden önce ölen hayvanların ayrı muamele görmesini (kadavralarının yakılması gerektiğini) dayatan yasa dışında pek az yenilik oldu. Ama yetiştiriciler için temelde hiçbir şey değişmedi; şeffaf olmayan hayvan gıdası zincirine tabiydiler. Bir hayvan ESB hastalığına tutulduğunda sürünün sistematik olarak yok edilmesiyle Fransız devleti, hastalığın yayılmasını durdurmak için etkili bir tertibat yaptığına ve tüketiciye güven verdiğine inanmak istedi. Ama bu, ilgili hayvancılar veya sınai besiciler için korkunç bir şok oldu. Üstelik, yetmezmiş gibi köylü, suçlu konumuna düşürüldü. Her deli dana vakasında tarım bakanlığının bildirisi, sığırlara ayrılmış hayvansal unlarla, domuzların ve kanatlıların yemlerindeki unların olası karışma ihtimalini tehditkâr bir tedirginlikle duyurdu (Luneau, 2001: 104-113). Bütün bu dökümden geriye kalan ise şudur: Eleştirel toplumsal ekolojistler, “doğa” kavramına, biyoloji tarafından değil, fakat ekonomi tarafından belirlenim kazandırıldığını unutmaz. Buna göre “doğa”, herhangi bir tarihsel anda ekonomik sürecin “girdi” olarak tükettiği şeylerdir. Emeğin ve özellikle de cinsiyete dayalı işbölümü eliyle kadın emeğinin “doğallaştırılmasıyla” dünya, sömürülebilir bir maden yatağı gibi görülmeye başlar. Tekelci kavrayışa göre “doğa” ucuz, hatta bedavadır; emeğine karşılık ücret, ürettiklerine karşılık bedel talep etmez. İhtiyaçları yoktur ve yenilenmek zorunda değildir. O, “zoraki doğa”, zorla sömürüye tabidir ve tekelcilerin “gayrimenkulü”nden başka bir şey değildir. Nihayet kapitalist bağıntı çalışır ve ekonomi “doğal”laşırken, doğa da “ekonomi”leşir (von Werlhof, 2008: 153-154 ve 165).[14] Felaketlere ilişkin açığa çıkan kamusal ve rasyonel tasavvurlar da, bütün biyomedikal uzantılarıyla birlikte, mülkiyet ilişkilerinin bir “yan etkisi” mesabesindedir.
O bakımdan, şuraya sıçranabilir: Çağdaş tekno-kültürün olumlu potansiyelleri yanında, “kazaları”na ve yıkımlarına da eğilen, bunu da hız ve durağanlık üzerine odaklanarak gerçekleştiren kuramsal projesiyle Paul Virilio, bir mülakatında (Zurbrugg, 2001: 154-163) şunları dile getiriyordu:
Her yeni teknolojik buluşun -örneğin, yeni bir gemi ya da uçak- bir tür kaza meydana getirdiğini düşünüyorum. Titanik, denizde yeni bir felaketi getiren bir kaza türüydü. Diğer bir deyişle, her teknolojik yenilik beraberinde kendine özgü bir olumsuzluk ya da kaza getirir. [...] Beni ilgilendiren, kazaların teknolojik boyutları –raydan çıkan tren, çarpışma, Çernobil, Titanik, vd. Yirminci yüzyıl, beni her şeyden önce kazaların yüzyılı olduğu için ilgilendiriyor. Bana göre bu yüzyıl teknolojik ve bilimsel devrim yüzyılıdır. Auschwitz ve Hiroşima’dan çok Titanik ve Çernobil’in yüzyılıdır. Bu yüzden, kazaların ifşa ettiklerini anlamayan biri yirminci yüzyılı da gerçekten anlayamaz. Kazalar, bilimin ve teknolojinin ilk günahını ifşa eder.
Bu, tıpkı Janus’un çehresi gibi, insan yavrusunun bir tür kifayetsizliğine de gönderme yapar (Virilio, 2003: 38):
Araba kazaları, raydan çıkan trenler, patlamalar, parçalanmalar, hava ve çevre kirliliği, sera etkisi, zehirli yağmurlar… Minamata [1932], Çernobil [1986], Seveso [1976]… Nükleer caydırmanın hüküm sürdüğü dönemde yeni karabasanlarımıza iyi kötü alıştık. Gezegenimizin can çekişmesi, özellikle de canlı televizyon yayınları sayesinde, bizler için diğer sıcak haberler arasında bir sıcak haber kadar tanıdık, bildik bir görünüm aldı. […] Yaptığımız tek şey darbeleri saymak; bilimsel hovardalıklarımızın, teknik ve sınai hatalarımızın şanssız kurbanlarının dökümünü yapmaktı.
Büyük yangınlar, şiddetli sarsıntılar, insan kaynaklı teknolojik afetler, tsunamiler, asit yağmurları, orman talanları, kasırga ve tayfunlar, Oppau [1921] veya Deepwater Horizon [2010] gibi patlamalar, Minamata [1932] veya Love Canal [1953] gibi toksik sızıntılar, Bhopal [1984] gibi endüstriyel felaketler, Exxon Valdez [1989] gibi tanker faciaları, Çernobil [1986] ve Fukuşima [2011] gibi nükleer reaktör kazaları, Çin’deki Guiyu benzeri elektronik çöplükler, plastik atıklar… 2000 yılından bu yana yeryüzü sathında gündeme gelen salgınlar, yani Zika, MERS, Ebola, Nipah [NiV], SARS veya H5N1-H1N1 (sırasıyla avian/swine flu, kuş ve domuz gribi) enfeksiyonlar, yine ilaveten, Sahra-altı Afrika ve Arap yarımadası özelinde daha çok gündeme gelen Dengue humması, Chikungunya ve Rift Vadisi ateşleri, yine tropik ve ılıman iklimlerde bulunan Batı Nil virüsü, tatarcık humması gibi tablolar... Bilgi üretim alanlarının konvansiyonel akademik uzamların dışına taşırılabilmesi, içinde yüzdüğümüz “belirsizlik çağı”nda, epidemiyolojinin ve dolayısıyla toplum sağlığının disiplinerarası bir jestle yeniden yapılandırılabilmesi yönünde katkı sağlayabilir. Bunun nasıl olabileceğine dair birkaç imada bulunulmalı: Sözgelimi, önümüzdeki yıl kış aylarında bir grip (influenza) salgınının olacağını ummak gayet mantıklıdır; zira söz konusu salgının yaygınlığı, belli mevsimsel değişkenlere ve süreklilik kazanan tarihsel sınırlara tekabül etmektedir. Gelecek de, tıpkı geçmiş gibi olacaktır. Oysaki AIDS veya Covid-19 farklıdır. Bu tür nevzuhur viral pandemiler özelinde mevcut epidemiyolojik eğilimlere yaslanarak bir gelecek projeksiyonu çizmek her zaman isabetli olmaz. Bu gibi yeni hastalıkların ortaya çıkmasını öngörebilmek de zordur; mevcut sağlık koşullarının ya da mevcut eğilimlerin (status quo) devam edeceğini, yani geçmişe yön veren biyolojik ve ekonomik süreçlerin gelecekte de aynen devam edeceğini varsaymak netamelidir. Bir belirsizlikler ummanında umarsızca zar atmaktır. Ne olursa olsun, evrimsel ekoloji ve gelişimsel biyolojiye dair bildiğimiz her şeyi uygulamak durumundayızdır. En basit ve kısa vadeli tahmin, yarının bugünkü gibi olacağıdır: “Burada sıtma vardır, o halde yarın da burada sıtma olacaktır” gibi. Bununla birlikte sıtma bölgelerinde vektör sivrisineklerinin artışı, mevcut sıtma vakalarının sayısından daha iyi bir tahmin edici gösterge olabilir ve bizi bir adım öteye taşıyabilir. Dahası, ne olursa olsun, evrimsel ekoloji bundan da ibaret değildir; öyle ki bir coğrafyanın orman hacmi, bitki örtüsü, yağış rejimi ve oranın bütün bir beşeri-coğrafî nitelikleri, nedenselliklerle hemhal olduğu ölçüde, orada kaç tane “düşman” sivrisinek olduğundan çok daha uygun bir gösterge olacaktır. Tarım uygulamalarında kimyasal ilaçlamanın yaygın kullanımı, küresel iklim değişikliği ve “sera etkisi”, metalaşan bilim pratikleri, tekelleşen araştırma-bilgi endüstrisi, endüstriyel devrimden bu yana durmaksızın derinleşerek yaygınlaşan yoksulluk gibi değişkenlerin döşediği karmaşık denklem karşısında, birden fazla stratejiyi iç içe geçirerek, çağdaş epidemiyoloji çalışmaları için yeni bir bilimsel yaklaşım geliştirmek durumundayız.[15] Bunun için öncelikle bilimi demokratikleştirmeliyiz. Bilimi; sürdürülebilir kalkınma, çevresel adalet, geçimlik organik tarım, kadın sağlığı, kamu yararı güden ekoloji yahut eski bitki ve hayvan türlerinin korunması ile ilgili olarak çalışan ve böylelikle ekonomik ve ekolojik hedefleri birleştiren, halihazırda hüküm süren mütehassıs parçalılığa ve bilgi tekeline meydan okuyan akademi-dışı organizasyonlarla, onların tabandan yükselen amatör hareketliliğiyle (grassroots) entegre hale getirmeliyiz (Lewontin ve Levins, 2007: 207-208 ve 216-217).
Gerçekten de ödevimiz odur: Nükleer reaktör kazaları ve nükleer santrallerdeki atıklardan sızan radyasyon, atmosferik oksijeni regüle eden fitoplanktonlara ve bilumum saprofit flora ve faunaya zarar veren kimyevi-ekolojik kirlilik, fosil yakıtları, gene ozon tabakasına zarar veren atmosferik kirleticilerden kaynaklı buzulların erimesi ve okyanus seviyelerinin yükselmesiyle baş gösteren sera etkisi, bunun yağmur ormanlarına ve yer altı sularına doğrudan etkileri, engin tarım arazilerinin yapay gübreler ve pestisitlerle verimsizleşerek biyobirikimle canlıların genotipine attığı çentik, yok olan türler, israf, “lanetli pay” ve tabii küresel gıda krizi... Francis Bacon’ın ve modern aklın ahir zamandaki suretlerinden, neo-Malthusçu yaklaşımlardan, filantropik finansal söylemlerden, reformist makyajlardan, bilim-dışı şarlatanlıklardan, ekoloji düşüncesine paradoksal biçimde sinmiş insan-merkezci katastrofik anlatılardan mümkün mertebe uzakta değerlendirilmesi gereken ve belki de bir olumlayıcı biyopolitik analize ihtiyaç duyan bir “müştereklerin trajedisi”, bir “juggernaut” [A. Giddens] meselesidir bu.[16] Değil mi ki bu kolektif trajedi, şu yeni toplumsallığa doğru uzanıyorken: Nükleer savaş tehdidi, AIDS ve diğer ölümcül virüslerin yaydığı felaketler, kronikleşen hastalık tabloları, “neo-emperyalist bağnazlık” [T. Eagleton], savaşlar ve yoksulluğun yol açtığı kitlesel göçler, siyasi fanatizm ve şoven radikalizm, 19. yüzyılın ekonomik adaletsizliğine geri dönüş ve ufukta potansiyel olarak kendini belli eden pek çok müstakbel teknobilimsel musibet, gıda krizi, yok olan türler, ekolojik yıkım gibi bir dizi olumsuzluk, derinleşen umutsuzluk, “kış yılları” [F. Guattari], her türlü neşeli fikrin veya arzunun köktencilik sayıldığı konformist ahlâki düzen, liberal kapitalizm dışında her yolun çökmeye mahkûm görüldüğü bir egemen ideoloji, parlak ışıkların ve yaldızlı markaların maskelediği kültürel çoraklık, borsanın bir şubesi olarak kültür-sanat endüstrisi, eklektik pastişler, imajlar ve imitasyonlar [F. Jameson], uluslararası finans-kapital ile küresel ticaretin gündelik yaşama sirayeti olarak belirsizlik ve güvensizlik, nihayet onunla özdeşleşen “zaman-mekân sıkışması” fenomeni [D. Harvey] ve bu sıkışmaya duyulan tepkiyle ortaya çıkan kimlik arayışları… Sözü edilen “kolektif trajedi”, bir tür fasit daire halinde, bizatihi salgınla mücadelede örgütlenen kamusal seferberliğin de hedefine ulaşmasını güçleştirecek bir faktördür. Örnekse, biliyoruz ki Güney Afrika’daki yoksulluk nedeniyle, HIV enfeksiyonu için öngörülen önleme/tedavi protokolleri genellikle yetersiz beslenme (malnütrisyon), tüberküloz, sıtma veya parazitler gibi komorbid (eşlik eden, yandaş) sağlık problemleri ile karmaşıklaşmaktaydı. Benzer şekilde, Covid-19 ile mücadele edilirken de, başkaca cari toplumsal-sınıfsal örüntüler kendilerini açığa vurmaktadır. Bu zaten beklenen bir şeydir; zira ilk kez 1992’de antropolog Merill Singer tarafından ortaya atılan ve bir toplumda hastalık yükünün aşırı artmasına katkıda bulunan sinerjist olarak ilişkili iki ya da daha çok sağlık problemi kümesini tanımlayan “sindemi” (syndemic), bir enfeksiyon tablosunun başkaca fırsatçı enfeksiyonlarla yakından ilgili oluşunu ve dahası, belli topluluklarda tüberküloz, cinsel temasla bulaşan hastalıklar, hepatit, sıtma/malarya, siroz, malnütrisyon, ilaç bağımlılığı gibi fırsatçı olmayan, enfeksiyöz ve non-enfeksiyöz hastalık ve sağlık koşulları ile ilişkisini de tanımlar. Sindemik araştırma yaklaşımının ilişkili olduğu kavram seti; bağlantılı (linked), etkileşen (interacting), bağlı (connected), birlikte ortaya çıkan (co-occurring) epidemiler, eşlik eden hastalıklar (comorbidities, coinfections) ve sağlıkla ilişkili kriz kümeleri (clusters of health-related crises) şeklindedir (Sattenpiel ve Herring, 2010: 172-175). Sindemik hastalıklar arasında düzenli olmak üzere doğrudan ya da dolaylı bir etkileşim vardır. Bu etkileşim hastalığın seyri, ortaya çıkması, ciddiyeti, bulaşması ve yayılmasını doğrudan veya dolaylı olarak etkiler. Aynı etki dinamiği, “kesişimsellik” (intersectionality) ufku için kayda değer düşünsel ve politik bir olanağı da ima eder. Bu anlamda hemen her salgının, makro-yapısal, mezzo-kurumsal ve mikro-kişilerarası seviyelerde ırksal, cinsî, cinsel ve sınıfsal eşitsizliklerle beslenen (ve tüm bunları geri besleyen) kesişimsel bir “eşitsizlik salgını” olduğu söylenebilir. Öyle ki bu eşitsizlikler, virüse maruz kalma ihtimalini anlamlı ölçüde şekillendirmektedir; keza beraberinde, hasta olmanın yahut enfeksiyonla yaşamanın (taşıyıcılığın) gerçeklerini ve nihayet tıbbi, programatik, politik ve sosyal-bilimsel yanıtları da. O halde, toplumsal ekoloji verimlerini de bünyesine katacak bir epidemiyoloji disiplini için, “kesişimsel” ufukların “sindemik” parametrelerle ilişkisine dair bir kavramsal çerçeveye ihtiyacımız vardır. Nitekim Covid-19’un bağlamı, toplumsal ekolojiyi haritalandırmaya yaradığı ölçüde, bir “sindemi”yi (yani, sinerjistik olarak etkileşen epidemileri) üretir ve pekiştirir. Kesişimsellik, imtiyazlı veya madun olmayı demografik ve davranışsal karakteristiklere bağlayan bir kavrayış ufku sunarken, sindemiyi şekillendiren toplumsal arka planı ima eder. Nihayet bu kavrayış, Çin’de kullanılan resim yazısında (ideogram) “kriz” kelimesinin aynı anda hem tehlike, hem de fırsat anlamına geldiği şeklindeki galtımeşhurdaki olanaklılığı ekonomik değil, bu kez aşağıdan ve kolektif saiklarla kabul ederek selamlar.
[1] Tıp doktoru.
[2] Alandaki uzman isimlerin en sık referans verdiği kaynaklardan biri olan Londra’daki Imperial College’ın (ve buraya ait MRC Centre for Global Infectious Disease Analysis biriminin) yayımladığı modelleme çalışmaları ve raporlar da, güncelliğin seyri içerisinde henüz “mutlak” bir hüküm vermiş değildir. Yine, Londra Üniversitesi’ne bağlı Londra Hijyen ve Tropik Tıp Okulu’ndan bilim insanları ile Covid-19 Matematiksel Modelleme Çalışma Grubu’nun ortak yürüttüğü bir çalışma şudur (Jombart vd. 2020).
[3] Daha genişçe bkz. (Demir, 2019: 559-560). Meseleyi Michel Foucault külliyatı üzerinden açımlayan ilham verici bir metin var (Sarasin, 2008).
[4] Kendisi de virüse yakalanan Amerikalı hekim Marlen Kaplan, vücudun koronavirüse tepkisinin çoğu kere tahmin edilemediğini vurgulamak üzere bu benzetmeden yararlanıyordu (16 Nisan 2020).
[5] Meraklısı için teknik bir açımlama getirelim: Viral enfeksiyonlar, konakçıda (host) sitosolik DNA üretilmesini tetikler ve bu da, basitçe, enfeksiyon durumlarında bir algılama/savunma sistemi olarak çalışır. Sitoplazmada bulunan DNA, bir tehlike sinyali olarak hizmet gören ve siklik-GAMP-sentaz (cGAS) ile STING (interferona-duyarlı genlerin stimülatörü) yolağı ile doğuştan gelen bir bağışıklık (innate immunity) tepkisinin indüklenmesine yol açan mikrobiyal enfeksiyonun bir göstergesidir. Sözgelimi bu yolağı sönümleyebildikleri için, haliyle de nispeten kısıtlı bir interferon deşarjı yarattıkları için yarasalar, karasal memelilerle karşılaştırıldığında, çok çeşitli virüslerle birlikte yaşama kapasitesi anlamında daha uzun bir ömre sahiptir. STING ile indüklenebilir doğuştan gelen bağışıklık molekülleri, konakçının patojenlere karşı korunması için gereklidir ve uyarlanabilir bağışıklığın (adaptive immunity) tetiklenmesi için önem arz eder. İnterferon genlerinin uyarıcısı olarak STING yolağı, siklik dinükleotidlere (CDN’ler) bağlanarak aktive edilir, bu da güçlü sitokin üretimi ile sonuçlanır. Açığa çıkan “sitokin fırtınası”, pek tabii gürültülü oto-inflamatuvar yanıt ile ilişkilidir. O halde hücrelerin doğuştan gelen bağışıklık geni transkripsiyonunu tetiklemek için sitosolik DNA’yı nasıl saptadığını (detect) anlamak, sadece patojenlere karşı bağışıklık tepkisini anlamak için değil, aynı zamanda kendi DNA’sının algılanmasını ve etkili adaptif bağışıklık oluşumunu içeren oto-inflamatuvar hastalığın nedenlerini açıklamak için de önemli izdüşümlere sahiptir. Bu önemlidir; zira sitosolik DNA kaynaklı sinyal olaylarına aracılık eden STING-kontrollü bağışıklık yolağının keşfi, son zamanlarda bu süreçlerle ilgili önemli bilgiler sağlayarak yeni bağışıklık kazandırma rejimlerinin ve bir o kadar da otoimmün hastalıklar ile kanser tedavilerinin geliştirilmesinde değerli kazanımlara ön açmıştır. Şuralara bakılabilir (Xie vd. 2018 ve Barber, 2015).
[6] Usta evrimsel biyolog Ernst Mayr’ın “grup seçilimi”, “sosyobiyoloji” ve “moleküler biyoloji” gibi, günümüzün en netameli tartışma gündemlerine berrak müdahalesi için müracaat edilebilir (Mayr, 2008: 238-245). Orada özetle, Darwinci paradigmanın çoğulculuğu nasıl da tebrik ettiğini vurgularken, şunu söyler: “Bu çoğulculuktan öğrenmemiz gereken şey, evrimsel biyolojide genellemelerin nadiren doğru olduğudur. Hatta bir şey ‘çoğunlukla’ gerçekleşiyor olsa bile bu, onun her zaman cereyan edeceği anlamına gelmez.”
[7] Santral dogma meselesinin arka planı ve çözülmesine dair kısaca şuraya bakılabilir (Yarus, 2015: 94-98).
[8] Konuya ilişkin, Türkçede, toplum sağlığı perspektifiyle kaleme alınmış metinler arasında, en berrak maddi özet (şimdilik) şuradadır (Belek, 2020).
[9] Belki tam da bu nedenle, ilaç kâşiflerinin endüstriyel soslu söylemlerinin aksine, hayvanlar kullanılarak yapılan AIDS araştırmalarına harcanan milyarlarca doların AIDS’le yaşamaya çalışan insanlara bugüne dek pek az yararı olmuştur. Nitekim içeriden bir ses, Dr. Dani Bolognesi, açıklıkla şunu söyler: “[H]içbir hayvansal model […] HIV enfeksiyonunu ve insanlardaki hastalığı güvenilir bir şekilde tekrarlamamıştır ve hayvan modellerinde deneysel aşı araştırmaları […] tamamen farklı ve uyumsuz sonuçlar vermektedir.” Hayvanlarla yapılan in vivo deneysel çalışmalardan çıkan buluş haberlerinin medyatik sağanağı, AIDS özelinde bilanço namına sistematik bir değerlendirme yürütüldüğünde kuruyup buharlaşır (Francione, 2008: 101-121).
[10] Bulaşıcı özellikleri kanıtlanmış olan bu nörodejeneratif hastalıklardan (Transmissible Spongiform Encephalopathies, TSEs) olan CJD’de, beyin dokusu iltihabı (ensefalit) olur. Oluşan tablo yavaş ilerleyen, tanısı zor ve ölümlere neden olabilen (mortal) karakterdedir.
[11] Bir parantezle nakledilirse, Claude Lévi-Strauss da, 1996’daki bir metninde, deli dana meselesine eğilmişti ve şöyle yazmıştı: “Zaten artık kirli havadan başkasını soluyamıyoruz. Sınırsız bir biçimde yararlanabileceğimizi sandığımız o nimet, yani su da kirlenmiştir: Hem tarım hem de ev kullanımı için artık kısıtlı olduğunu biliyoruz. AIDS hastalığı ortaya çıktığından beri, cinsel ilişkiler meşum bir risk taşımaktadır. Bütün bu olgular, insanlığın yaşam koşullarını derinlemesine altüst etmektedir ve edecektir; ete dayalı beslenmenin bundan sonra arz edeceği bu yeni ölümcül tehlikenin de yerini alacağı yeni bir çağı haber vermektedir” (2014: 144-145).
[12] Hastalık (BSE) ilk kez İngiltere’de, Kasım 1986’da hasta sığırlara ait beyin materyallerinin histopatolojik incelenmesiyle tanımlanmıştır. Epidemiyolojik çalışmalarla, İngiltere’de scrapie hastalığı olan koyunların rendering materyalinde kullanılması sonucu, sığır popülasyonunun, et-kemik unu şeklinde ruminant (geviş getiren hayvan) orijinli protein kapsayan yemler vasıtasıyla prion etkenine maruz kaldığı gösterilmiştir.
[13] Bunu, Michael Alpers ile Shirley Lindenbaum’un medikal antropolojik saha çalışmalarına borçluyuz (Spark, 2012).
[14] Nitekim, tarihçi ve feminist teknobilim araştırmacısı Michelle Murphy’nin ufuk açıcı eserinde (2017) “yaşamın iktisadileştirilmesi” olarak ifade ettiği analitik kavram da, iktisadi olan ve iktisadi olduğu kadar değer kazanan yaşam tahayyüllerinin ekonomi-politiğini, tarihsel ve teknobilimsel bir bağlama yerleştirerek tartışmayı öneriyordu. Bu kavram, piyasaları değil, ölçme/sayısallaştırma ve sosyal bilim yöntemlerini kullanan teknobilimsel uygulamalarla oluşturulan belirli bir değerlendirme rejimini tanımlar. Bu tarihsel yönetim veya düzenleme biçimi, ulusal ekonominin makro göstergeleri için insan yaşamının farklılık gösteren değerini kalibre eder ve sonra kendi çıkarı için kullanır. Dolayısıyla bu rejimin tarihi, bir bakıma “ırkçılığın” tarihidir; insan değerinin sınırlarını işaretleyen ve yaşam şanslarını işleten teknobilimsel uygulamaların tarihidir. Murphy için temel sorun, hangi yaşamların, ulus-devletlerin makroekonomisini güçlendirecek “kapasitelerine” bağlı olarak değerli görüldüğü veya değersizleştirildiğidir. Bu da, insan-dışı türlerin de ekonominin unsuru ve faili haline geldiği teknobilimsel süreçlerin analizi ve eleştirisi için bir kalkış noktası teşkil eder. Toplumsal yaşamın iktisadileştirilmesinin yanında veya ötesinde, odağımızı farklı yaşam biçimlerine, insan-dışı canlı varlıklara çevirerek teknobilimsel pratiklerle şekillenen değerlendirme rejimlerine dikkat çeker (Demir, 2019: 445).
[15] Şu çok açıktır: Bu tür kentsel pandemiler, biyomedikal hastalık modelinin sınırlılıklarını ortaya koyar ve bir eleştirel kapı aralar. Tıp tarihinde frengi özelinde Paul Ehrlich’in “sihirli mermi” (magic bullet) dediği şeyin yankıladığı gerçek, bulaşıcı hastalıkların konakçı, mikrobik etken ve bir dizi sosyal-çevresel kuvvetler manzumesinin etkileştiği karmaşık biyoekolojik problemler oluşturduğudur. Bu nedenle tek bir medikal veya sosyal müdahale, sorunun çözümünü karşılamakta yetersiz kalır ve sihirli mermi tahayyülü de suya düşer.
[16] Giddens, modern dünyayı insanlar tarafından kullanılan ancak aynı zamanda denetimden çıkma ve kendini oluşturan uyumsuz parçaları parçalama gücü olan denetimsiz/denetlenemez ve “ezici makine”, bir heybetli yıkıcı güç olarak juggernaut imgesi ile betimlerken, Ulrich Beck’in “risk toplumu” analizlerinden yola çıkıyordu (1994/2016).
Kaynakça
Barber, G. N. (2015) “STING: Infection, Inflammation and Cancer”, Nature Reviews Immunology, 15: 760-770.
Belek, İ. (2020) “‘Korona’nın Ekonomi-Politiği: Neden Çin?”, Sol Haber (haber.sol.org.tr), 1 Şubat 2020.
Briem, H. (2020) “COVID-19: The Only Certainty is the Uncertainty”, Laeknabladid, 106/3: 11.
Chen, J. (2020) “Pathogenicity and Transmissibility of 2019-nCoV”, Microbes and Infection, 22(2): 69-71.
Chen, Y. vd. (2020) “Structure Analysis of the Receptor Binding of 2019-nCoV”, Biochemical and Biophysical Research Communications, Şubat 2020 [doi: 10.1016/j.bbrc.2020.02.071].
Davis, M. (2007) Kuş Gribi: Kapımızdaki Canavar, O. Akınhay ve A. T. Kılıç (çev.), Agora Kitaplığı, İstanbul.
Demir, Ö. B. (2019) Biyopolitika ve Queer: AIDS Krizi, Bağışıklık ve Ötesi, Nika, İstanbul.
_________ (2020) “Salgının Kroniği, Kroniğin Salgını: Toplumsallığın Koronerinde Bir Corona – III”, Birikim Güncel (birikimdergisi.com/guncel), 26 Mart.
Foucault, M. (1992) Hapishanenin Doğuşu, M. A. Kılıçbay (çev.), İmge Kitabevi, Ankara.
_________ (1995) Discipline and Punish: The Birth of the Prison, A. Sheridan (çev.), Vintage Books, New York City, New York.
_________ (2004) “The Crisis of Medicine or the Crisis of Antimedicine?”, E. C. Knowlton, Jr., W. J. King ve C. O’Farrell (çev.), Foucault Studies, 1(1): 5-19.
Francione, G. L. (2008) “Hayvanların Deneylerde Kullanılması”, Hayvan Haklarına Giriş içinde, R. Akman ve E. Gen (çev.), İletişim, İstanbul.
Giddens, A. (1994/2016) Modernliğin Sonuçları, E. Kuşdil (çev.), Ayrıntı, İstanbul.
Guarner, J. (2020) “Three Emerging Coronaviruses in Two Decades: The Story of SARS, MERS, and Now COVID-19”, American Journal of Clinical Pathology, 153(4): 420-421.
Harvey, D. (2004) Yeni Emperyalizm, H. Güldü (çev.), Everest, İstanbul.
Johnson, C. K. vd. (2020) “Global Shifts in Mammalian Population Trends Reveal Key Predictors of Virus Spillover Risk”, Royal Society Proceedings B (royalsocietypublishing.org/journal/rspb), 8 Nisan.
Jombart, T., Zandvoort, K. vd. (2020) “Inferring the Number of COVID-19 Cases from Recently Reported Deaths”, MedRxiv, 13 Mart, [doi.org/10.1101/2020.03.10.20033761].
Kern, S. (2008) Nedenselliğin Kültürel Tarihi: Bilim, Cinayet Romanları ve Düşünce Sistemleri, E. Ayhan (çev.), Metis, İstanbul.
Lévi-Strauss, C. (2014) Hepimiz Yamyamız, H. Bayrı (çev.), Metis, İstanbul.
Lewontin, R. ve Levins, R. (2007) “Preparing for Uncertainty” Biology Under the Influence: Dialectical Essays on Ecology, Agriculture, and Health içinde, Monthly Review Press, New York City, New York, 199-217.
Lu, R. vd. (2020) “Genomic Characterisation and Epidemiology of 2019-novel Coronavirus: Implications for Virus Origins and Receptor Binding”, Lancet, 395(10224): 565-574.
Luneau, G. (2001) Dünya Satılık Değildir: Pisboğazlılığa Karşı Köylüler [José Bové ve François Dufour ile Söyleşi], T. Y. Gürsel (çev.), İletişim, İstanbul.
Mayr, E. (2008) Biyoloji Budur: Canlı Dünyanın Bilimi, A. İzbırak (çev.), TÜBİTAK, Ankara.
Murphy, M. (2017) The Economization of Life, Duke University Press, Durham, North Carolina.
Sagan, C. (2006) Milyarlarca ve Milyarlarca: Milenyumun Eşiğinde Yaşam ve Ölüm Üzerine Düşünceler, F. Baytok (çev.), TÜBİTAK, Ankara.
Sarasin, P. (2008) “Vapors, Viruses, Resistance(s): The Trace of Infection in the Work of Michel Foucault” Ali, S. H. ve Keil, R. (ed.), A. Allahwala (çev.) Networked Disease: Emerging Infections in the Global City içinde, Wiley-Blackwell, Hoboken, New Jersey, 267-280.
Sattenpiel, L. ve Herring, D. A. (2010) “Emerging Themes in Anthropology and Epidemiology: Geographic Spread, Evolving Pathogens, and Syndemics” Larsen, C. S. (ed.) A Companion to Biological Anthropology içinde, Wiley-Blackwell, Hoboken, New Jersey, 167-178.
Schumann, F. (2020) “We Have to Bring Down the Number of Cases Now, Otherwise We Won’t Be Able to Handle It” [Dr. Christian Drosten ile Söyleşi], ZEIT Online (zeit.de/wissen/gesundheit), 21 Mart.
Spark, C. (2012) “Michael Alpers, Kuru, and Papua New Guinea”, Health and History, 14(2): 26-45.
Tennesen, M. (2015) The Next Species: The Future of Evolution in the Aftermath of Man, Simon & Schuster, New York City, New York.
Thomas, L. (1979) The Medusa and the Snail, The Viking Press, New York.
Turner, B. S. (2011) Tıbbî Güç ve Toplumsal Bilgi, Ü. Tatlıcan (çev.), Sentez, Bursa.
Vetter, P. vd. (2020) “Covid-19: A Puzzle with Many Missing Pieces”, BMJ, 368/627.
Virilio, P. (2003) Enformasyon Bombası, K. Şahin (çev.), Metis, İstanbul.
Wallace, R. vd. (2020) “COVID-19 and Circuits of Capital”, Monthly Review, 71(11), Mayıs.
Wallerstein, I. (2012) Tarihsel Kapitalizm ve Kapitalist Uygarlık, N. Alpay (çev.), Metis, İstanbul.
von Werlhof, C. (2008) “Kapitalizmde Doğa ve Toplum Kavramına Dair” Maria Mies, Veronika Bennholdt-Thomsen, Claudia Von Werlhof (yaz.) Son Sömürge: Kadınlar içinde, Y. Temurtürkan (çev.), İletişim, İstanbul, 151-176.
Xie, J. vd. (2018) “Dampened STING-Dependent Interferon Activation in Bats”, Cell Host & Microbe, 23(3): 297-301.
Yarus, M. (2015) RNA Dünyasından Yaşam: İçimizdeki Ata, K. Çavuşoğlu (çev.), Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, İstanbul.
Zurbrugg, N. (2001) “Not Words But Visions” Armitage J. (ed.) Virilio Live: Selected Interviews içinde, Sage Publications, Londra.