Salgının icadı olur mu? Agamben ve büyük körlüğü

Bazen gerçeklik öyle güçlüdür ki, üzerine giydirilmeye çalışılan teoriyi çıkarıp bir kenara fırlatır atar.  Siyaset felsefesi alanında saygın bir teorisyen olan Agamben’in son yazılarındaki durumu sanırım bu çok iyi özetliyor. Agamben, geçtiğimiz aylarda koronavirüs, devletlerin tutumu ve virüse verilen toplumsal tepkiler üzerine yazdığı iki yazı ile tartışmaların odağına oturdu. Aldığı eleştirilerle büyüyen tartışma ortamında, farklı kavramlar üzerinden ama yine aynı düşünce sistematiğini geliştiren üç yazı daha yayımladı. Salgına karşı yaşanan paniğin, devlet tarafından bir yönetim paradigması olarak gerçekdışı bir şekilde yaratıldığı iddiasıyla başladığı yazıları, çıplak hayata odaklanan biyopolitikanın, duygulanımları askıya alarak bilimsel faşizme varacağı uyarısıyla devam etti. Ve son iki yazısında bilimin yeni din olduğu düşüncesi daha ön plana çıktı. Tabiri caizse, küresel ölçekte yaşanan salgın durumunu kendi kavramlarını kullandığı bir deneme tahtasına dönüştürdü. Her ne kadar felsefesi kendi içinde ve başka durumlar için anlamlı ise de salgın koşullarına iddia ettiği şekliyle oturtulması hiç ikna edici değil. Bunun neden böyle olduğunu yazılarını sırayla irdeleyerek göstermeye çalışacağım.

Bu konudaki ilk yazısı “Bir Salgının İcadı”, 26 Şubat’ta Quodlibet’te yayımlandı. Bu yazı, belki de en çok tepki çeken yazısı oldu. Haklı olarak. Nitekim skandal denebilecek bir tarzda bütün iddiasını gerçekdışı, kendi algısıyla kurguladığı bir zemine oturtuyordu. Yazıyı yazdığı sırada pandeminin ciddiyetini anlamaktan uzak olduğu çok açıktı. Yazısına İtalyan Ulusal Araştırma Konseyi’nin verilerinden yola çıkarak Covid-19’un ciddiyetini küçümseyerek başlıyor, okulların kapatılması, seyahatlerin askıya alınması, söz konusu belediyelerin sınırları içine giriş ve çıkış yasağına dair yasal düzenlemeyi, normal “gripten vakalarından pek de farklı olmayan normal bir grip tehdidi” karşısında orantısız bir reaksiyon olarak açıklıyordu. Ona göre yaşadığımız, ciddi bir tehdit olduğu fikrini devletin icat ettiği, aslında hastaların sadece yüzde 4’ünün (!) yoğun bakıma girdiği sözümona bir salgındı. Devletin, hayatın askıya alınmasına yardımcı olacak gerçek bir istisna halini arzuladığı için bu panik havasını özellikle kışkırttığını iddia ediyordu. Olağanüstü hal için kullandığı terörizm tehdidini tüketen devlet, şimdi de pandemi paniği yaratarak, özgürlük alanını kolaylıkla kısıtlayabileceği ve toplumu baskılayarak yönetebileceği bu istisnai durumun koşullarını yaratmış oluyordu. Özetle, Agamben, devletin, icat ettiği bu salgınla yarattığı “istisna halini, normal bir yönetim paradigması olarak” kalıcılaştırarak kullanacağını iddia ediyordu.

Oysa virüs bugüne kadar görülmedik bir şekilde öldürücüydü, normal bir grip değildi ve yaşanan panik, devletlerin icadı değildi. Yani paniğin gerçek bir temeli vardı. Henüz aşı ve ilacı geliştirilmediği için insanların bir çözüm bulununcaya kadar, virüsün yayılmasını engellemek ve korunmak için kendilerini izole etmekten başka çareleri yoktu. Dahası, binlerce insanın ölümünün engellenememesinin arkasında yatan neden, devletlerin ve iktidarların -aynı Agamben gibi- virüsün ciddiyetini zamanında kavrayamamaları, hatta reddetmeleri ve hazırlıksız yakalandıkları bu virüse karşı, acil bir şekilde karantina tedbirlerini al(a)mamış olmalarıydı. Yani sorun insanların kapatılmasında değil, zamanında “kapatılmamasındaydı”; birçok durumda, devletin olağanüstü hal (ya da evde kalma emri) ilan etmekte isteksizliğiydi. Örneğin, başta Trump olmak üzere birçok lider, kapitalist şirketleri kurtarma derdine düşüp daha ölüm oranları düşmeden açılmayı tartışmaya başladılar. Bu devletlerin hayatı askıya almak gibi bir dertleri hiç olmadı, aksine eskiye dönmek ve açılmaya odaklandılar. Diğer bir deyişle, yönetim stratejilerini hayatı askıya alarak baskılama değil, açılma ve hayatı normalleştirme, çalışanları işbaşına döndürme üzerine kurdular. Yine, örneğin Türkiye’de, karantina egemenlerin değil, muhaliflerin talebine dönüştü. Genelde, üretime katılmayan yaş grupları için karantina politikası uygulanarak, gençlerin ve orta yaşlıların çalışmaya devam etmeleri sağlandı. Sonuç olarak, Agamben’in öngördüğünün aksine salgın, iktidarların ve kendilerini yıkılmaz kaleler olarak gösteren devletlerin zafiyetlerini göz önüne serdi. Özellikle Avrupa’da devletlerin çoğunun, bu tür bir salgına cevap verme konusunda psikolojik ve maddi koşullar anlamında nasıl da hazırlıksız olduklarını, etkili yöntemleri geliştirmekte ne kadar da beceriksiz davrandıklarını görmemizi sağladı.

Durum buyken, salgının yayılması korkusuyla gündelik hayatın askıya alınması ve devletin hukuki sınırlamalar getirmesi ile devletin hukuku askıya aldığı olağanüstü hali, sırf mekanikleri benziyor diye aynı kefeye koymayı, eşitlemeyi anlamak çok zor. Agamben’e göre salgının hayatlarımızda yarattığı olağanüstü halle, devletin toplumu yönetmek için yarattığı olağanüstü hal arasında bir fark yok. Burada sorulacak soru, yaşadığımız her olağanüstü durumu (hastalık, salgın, her ne nedenle olursa olsun) Agamben’in anladığı anlamda istisnai hal olarak mı açıklayacağız? Evlerinde oturup sosyal medyada gezinebilen (birçok yerde arada dışarı çıkıp yürüyüş yapabilen) ve geçici olarak evlerine kapanan insanların özgürlüklerinin kaybı ile devletin hukuku askıya alarak özgürlükleri kısıtladığı olağanüstü hali aynı pratik olarak mı değerlendireceğiz?

İlk yazısına gelen eleştiriler, tartışmalar daha durulmadan ve İtalya’daki durum henüz ciddi bir felakete dönüşmemişken, 17 Mart’ta yine Quodlibet’teKorku Kötü Bir Yol Göstericidir” (“Contagio-Clarifications”) başlıklı bir yazı daha yayımladı. Bu yazıda bir düşman olarak görülecekse, virüsün dışarıda değil, “içimizde” olduğunu söyledi ve virüse karşı yaşanan paniğin toplumsal bir kurgu olduğunda ısrar etti. Yine, salgına karşı alınan önlemleri, devletin, bir kurgu olarak terör tehdidine karşı aldığı güvenlik önlemleriyle eşitliyordu ve istisna halinin normalleşmesi fikrini tekrarlıyordu. Ancak bu sefer vurgusu, salgının etik ve politik sonuçları olarak gördüğü, yaşadığımız hayatın çıplak hayat odaklı olması ve salgının bunu açıkça ortaya koyduğu üzerineydi. Diyordu ki, “Açıkça görülüyor ki İtalyanlar, hastalanma tehlikesine karşı pratik anlamda her şeyi -hayatın normal şartlarını, sosyal ilişkileri, işi, hatta dostluğu, duygulanımları, dinî ve politik görüşleri- feda etmeye hazırlar”. Hayatta kalma kaygısının insanların hayatlarındaki duygulanımlarının ötesine geçmesini ve insanların, sırf hayatta kalabilmek uğruna sevdikleriyle geçirdikleri zamanı, toplumsal ilişkilerini, hatta dinî ve siyasi pratiklerini bile feda edebilmelerini eleştirdi. Biyoiktidar tarafından otorite karşısında uysallaştırılmış (docile) bedenler, salgın karşısında kendiliklerinden özgürlüklerinden vazgeçmişlerdi.

Yazının sonunda, her istisnai hal durumunda olduğu gibi, hayat normalleşse bile olağanüstü hal uygulamalarının devam edeceğine dair duyduğu endişeyi yine ifade etti: “Üniversiteleri ve okulları kapatmak ve dersleri sadece internet üzerinden yapmak, politik ya da kültürel nedenlerle bir araya gelip konuşmayı ilk ve son kez durdurmak ve sadece dijital mesajların değiş tokuşuna izin vermek, mümkün olan her yerde insanlar arasındaki her bir temasın -bulaşıcılığın- yerine makineleri koymak.” Yine, bu tarif ettiği felaket senaryosu ne kadar olası? Bir sonuca varabilmek için henüz çok erkense de Agamben’in söylediğinin aksine, pek çok insanın bu süreçte şuna emin olduğunu da görüyoruz: Okulları Zoom’la ikame edemeyiz, öğretmenlerin yerini dijital öğrenme platformlarıyla dolduramayız ve özellikle hayatımızda yer alan şefkate dayalı işlerin ve ilişkilerin yerine teknolojiyi koyamayız. Online eğitimde oldukça zorlanan okullar, yüz yüze eğitim verecekleri günü iple çekiyor. Yine, insanlar yalnızca sevdiklerine değil, tanımadıkları insanlara da tekrar kavuşacakları ânı bekliyor. Maalesef, insanların eve kapanmış olmaları, durumu çıplak hayat olarak nitelemek için yeterli değil. Aksine kapanmanın kendisi, kendi toplumsal dinamiklerini, duygulanımlarını, bağlanmalarını ve direnç mekanizmalarını geliştiriyor. Kuşkusuz bu dönemde evlerine kapanmak istemeyenler de var. Bu yazıyı yazarken Amerika’da Cumhuriyetçiler, Almanya’da neo-Naziler karantinaya karşı protestolar yapıyorlardı. Amerika’da işyerlerinin tekrar açılması için sokak eylemleri yapılıyor, çoğunluğunu muhafazakârların oluşturduğu bir grup eve kapanma emrinin bireysel özgürlüklere karşı olduğunu iddia ederek karşı çıkıyordu. Hatta silahla valinin ofisini basanlar bile oldu. Amerika’da kapanma ve maske takma liberallere özgü eylemler, açılma ve maske kuralına uymama ise muhafazakârlık alameti olarak halihazırda siyasallaşmış durumda.

Kilise, bilim ve hayatın kaybedilen formu

Agamben’in ikinci yazısındaki kilise referansı, sonraki yazılarında -27 Mart’ta yayımladığı “Salgın Üzerine Düşünceler”, 13 Nisan’da yazdığı “Bir Soru” ve 2 Mayıs’ta yayımlanan “Din Olarak Tıp”- evrilerek, giderek hayatı çıplak yaşama indirgeyen bilimin egemenliği, ve dinin ve “paranın dini” olarak nitelediği kapitalizmin tahtını bilime kaptırması üzerine yoğunlaştı. Bu yazılarında da salgının ciddiyetine dair ısrarcı reddiyesini sürdürdü. Fakat, son yazılarındaki bu tür ifadelerine eleştirimi kısaca geçmek ve daha çok tartışmalarının teorik sonuçlarına odaklanmak istiyorum. Amacım, iddialarındaki provokatif yönleri bir süreliğine askıya almak ve argümanlarına daha sakince yaklaşmak. Özellikle din ve bilim üzerine tartışmasını, Wittgenstein’dan ödünç aldığı form of life (hayat formu) kavramı üzerinden açmak ve bazı sorular sormak istiyorum.

Bu son üç yazısının ortak sorusu, nasıl olup da salgınla beraber “hayatta kalmaktan başka değere sahip olmayan bir toplum”a dönüştüğümüzdü. “Ölülerimizin cenaze töreni hakkı”nın olmamasının yadırganmayan bir şeye dönüşmesini ve zamanında cüzzamlıları kucaklayan kilisenin böyle bir dönemde çıplak hayata mahkûm olup “temel ilkelerini kökten” reddetmesini hayretle karşılıyordu. Bunu takiben, “Salgın Üzerine Düşünceler”de bilimin günümüzün dini olduğu söyledi. Salgına verilen tepkilere bakarak, salgınla beraber din ihtiyacının gözle görünür hale geldiğini iddia ediyor ve şöyle diyordu: “Artık Kilise’de karşılanmayan din ihtiyacı, el yordamıyla, içine yerleşebileceği başka bir yer aramaya başladı ve zamanımızın dini hâline gelen şeyde o yeri buldu: bilim.” Bilimi, “çıplak hayattan başka bir şeye inanmayan”, hayatındaki “iş, arkadaşlık, aşk ilişkileri, hatta dini ve siyasi inançları askıya almakta kolayca” birleşen insanların yeni dini olarak ifade etti. “Bir Soru” başlıklı dördüncü yazısında koronavirüse teslim olmayı yozlaşmanın başlangıcı olarak niteledi. “Sırf açıkça belirtilemeyen bir risk adına” sevdiklerinin bir başına ölmesine izin veren ve “cenaze töreni olmaksızın gömülmelerine ya da yakılmalarına razı” olan bir toplumun politik ve etik çöküşünden bahsediyordu. Devamında, sosyal mesafelenmenin artık geri çevrilemeyeceğini de iddia etti. Daha önce söylediğim gibi, bu suçlamaların ve tespitlerin abartılı ve temelsiz olduğuna dair eleştirilerimi yinelemeyeceğim. Yalnız, yazının yayımlandığı 13 Nisan günü sadece İtalya’da kaybedilen insan sayısının 566 olduğunu not etmek istiyorum. Yine, bir sonraki yazısında geçen, kalp hastalığının ciddiyetini bildiğimiz halde, “yaşamlarımızı bir sağlık gereksinimine çeviren yasal bir normun konusu olması” hiçbir doktorun aklına gelmemişken, nasıl oluyor da şimdi hareket özgürlüklerini kolayca kısıtlayabiliyoruz benzeri ifadelerini bir kenara bırakıyorum. Kalp sağlığı bireyi ilgilendirirken, salgının tehlikesinin ise toplumsal davranışla bağlantılı olduğunu anlamama ısrarını anlamak mümkün değil.

Teorik tartışmasına dönersek, Agamben’in daha önce toplama kamplarındaki, ya da daha yakın zamanlı bir örnek olarak Guantanamo’daki, tutsakların temel insan haklarından mahrum bırakıldığı durumu açıklamak için kullandığı çıplak hayat kavramını, salgında insan hayatlarının “tamamen biyolojik bir duruma indirgendiği” ve hayatın toplumsal ve politik yönlerinin, “insani ve duyumsal boyutlarından mahrum” kalınan bir hali ifade etmek için kullandığını görüyoruz. Kilisenin dahi bu dönemde toplumun manevi değerlerini yaşatma görevini yerine getirmeyi bir kenara bırakıp, bütün hayatı biyolojiye indirgeyen iktidara teslim olduğunu söylüyor. Burada Agamben’e göre biyoiktidar, kendini, insanı biyolojik bir varlığa indirgeyerek kuruyor, bu da hayatın duygulanımsal zenginliğinden koparılması, politik ve etik yönlerinin yok edilerek yozlaşması anlamına geliyor. Bunun, biyolojik olanı deneyimlemeye pek tahammülü olmayan bir felsefi pozisyon olduğunu söylemek mümkün. 

Bu tartışmasının arka planında, Wittgenstein’dan ödünç aldığı hayat formu (form of life ya da lebensform) kavramını görmek mümkün. Hayat formu kavramı özellikle iki yeni çalışmasında (The Highest Poverty, The Use of Bodies) geçtiği şekilde, Eski Yunan’da ortaya çıkan zoe (hayvanlar, insanlar ve tanrıların ortak olarak deneyimlediği doğal hayat) ve bios (kaliteli yaşam) ayrımına referansla anlaşılabilir. Agamben için, hayat formu, hayat ve formun birbirinden ayrılmadığı, etik ve politikanın, “duygulanımsal ve kültürel olanın” hayatın parçası olduğu kaliteli yaşam’ı ifade ederken, homo sacerin çıplak yaşamı, biyolojiye indirgenmiş, formundan ayrı bir hayat anlamına gelir (The Use of Bodies, 207). Epidemi koşullarında “arkadaşlık ve aşk ilişkilerimizi” virüsün bulaşması korkusuyla askıya almamız, kilisenin “inancımızı kaybetmektense hayatlarımızı feda etmeye hazır olmamız gerektiğini öğreten şehitleri” ve komşuluk gibi değerleri unutması, Agamben için hayatın formundan ayrılmasının örnekleri olarak düşünülebilir. Bunları mümkün kılan şey, aslında bedensel ve tinsel olarak bir bütün olan yaşamsal deneyimimizin bütünlüğünü ikiye ayırmamızdır: “bir yanda saf biyolojik varlık, diğer yanda duygulanımsal ve kültürel yaşam olacak şekilde”.

Wittgenstein’ın kullandığı anlamda hayat formu ise biraz daha geniş ve incelikli bir kavram. Öncelikle, Wittgenstein’ın bu kavramı Agamben’den farklı olarak ontolojiye dair bir problem olarak görmediğini söyleyebiliriz. Dilin, kelimelerin telaffuzuna ya da bilişsel olarak çözümlenen bir semboller sistemine indirgenemeyeceğini söyleyen Wittgenstein için hayat formu, eylemler ve pratiklerimizle birlikte duyusal formları içerir. Dili öğrenme süreçlerimiz, jestlerimiz ve duygulanımlarımız dilin nasıl bir parçasıysa, bunlar hayat formunun unsurları olarak da düşünülebilir. Burada önemli olan Wittgenstein için hayat ve formun birbirinden ayrılamaz olması. Eğer formu, duygulanımlar, etik ve politik olan olarak anlarsak, Wittgensteincı bir perspektiften şu soruyu sormak mümkün: Agamben’in pandemiye ilişkin yazılarında ima ettiği biçimde formundan tamamen ayrılmış bir çıplak hayat mümkün müdür? Agamben’in, hayatın formunu silen bir iktidar olarak anladığı bilim acaba kendi formuna sahip olamaz mı? Bilim kendi duygulanımlarını, jestlerini, bedensel öğrenme biçimlerini yaratıyor olamaz mı?

Buradaki sorularım özellikle Agamben’in birçok adımı hızla atlayarak indirgediği ve abartarak karikatürleştirdiği bilim anlayışına yönelik. Agamben, çok genel düzeyde bizi, bilimin insanı tamamen biyolojik bir varlığa indirgemesinin sorunları üzerine düşünmeye davet ediyorsa bu sorgulama anlaşılabilir. Ama bunu oldukça distopik bir noktaya taşıyarak ifade ettiği şekilde, halihazırda insanı tamamen biyolojik bir varlığa indirgemiş, hayatın duygulanımlarını yok edecek derecede rasyonel düşüncenin egemen olduğu bir bilimsel faşizmin gerçekleşmiş olduğuna dair bir kanıtımız yok. Bunu bir kenara bırakırsak, Agamben’in tablosunda sorunlu olan, bilimin, hayatın dokusundan ayrık ve soyutlanmış bir şekilde, dışarıdan toplumu baskılayan bir iktidar mekanizması olarak anlaşılıyor olması. Benzer şekilde, biyolojik olanın hayatın formundan ayrılabileceğini iddia etmesi. Oysa bilimi ya da biyolojiyi, modern hayatta bizi şekillendiren pratiklerimizden, duygulanımlarımızı, bedensel öğrenme biçimlerimizi ve arzularımızı biçimlendiren maddi koşullardan ayrı düşünmemiz mümkün değil. Yine, modern toplumda iktidarın, teknolojik ve bilimsel aygıtları etkin bir şekilde kullandığını, hatta bilimsel mekanizmalarının toplumun yönetilmesinde egemen iktidar biçimini şekillendirdiğini biliyoruz. Bununla beraber, Agamben’in ifade ettiği biçimde bilimin bütünlüklü tek bir amacı ve perspektifi olan, disiplinlerüstü ve kapitalizm dışı bir anlatı olarak anlaşılması ne kadar mümkün?

Şeylerin sözünü dinlemek

Son olarak, dümeni, biraz daha farklı bir açıdan bilim felsefesi üzerine yazan Donna Haraway ve Bruno Latour’a çevirmekte yarar var. Haraway ve Latour çok uzun zamandır kapitalizm eleştirisinin ve başka dünya hayallerimizin, insanın merkezde olmadığı, mikroplardan deney hayvanlarına ve okyanuslara çok farklı skalaları ve canlı-cansız varlıkları içeren bir evreni gözetmesi gerektiğini söylüyorlar. Daha güzel bir dünya için, yalnızca insanlar arası ilişkiler değil, türler arası ilişkiler üzerine kafa yormamız ve virüsleri, bakterileri, fareleri, böcek ve denizleri, kayaları, kurbağa ve ağaçları da dinlediğimiz bir kamusal alan hayal etmemiz gerektiği konusunda bizi uyarıyorlar. Kısaca, insan-merkezli bir anlayışın sorunlarını görmemizi ve ontolojik ve etik vizyonumuzu “şeyleri” de kapsayacak şekilde yeniden gözden geçirmemizi tavsiye ediyorlar. Doğa/biyoloji ve kültürün iç içeliğinin altını çiziyorlar. Örneğin Haraway, sınıf aidiyetimizin, hücrelerimizin bileşenleri düzeyinde bedenimizde yer aldığını söylüyor. Haraway ve Latour’un önerdiği bu yeni kamusal alanda bilim de yer alıyor, ama bir iktidar alanı olarak değil, diğer katılımcılarla beraber eşit bir temsil içerisinde. Nitekim, koronavirüs örneğinde de gördüğümüz gibi, alınması gereken kararlar, bilim insanlarının kendi başlarına otoriter bir şekilde alabileceği türden kararlara indirgenemeyecek kadar karmaşık ve önemli.

Salgın dönemi gibi belirsiz ve karanlık dönemlerde karamsar tablolar çizmek çok zor değil. Geleceğin belirsizliği hâlâ geçerli. Hayatın dokusunun ve duygulanımların kaybını eleştirmek gibi politik bir projeyle yola çıkan Agamben, kendi kavramlarının büyüsüne kapılıp bizi indirgemeci, çıkışsız ve apolitik bir analizle baş başa bırakıyor. Dahası, koskoca bir salgının gerçekliğini reddeden körlüğüne göz yummamızı bekliyor. Oysa belki de yapması gereken, kültürel bir varlık olarak insanı merkeze alan teorisinin körleştirdiği noktaları görmek ve teorisinin ontolojik kurgusunu yeniden gözden geçirmek…

***

Yazarın notu: Bu yazı tamamlandıktan sonra Agamben, bu konuda iki kısa yazı daha yayımladı. Bu yazılarda, daha önceki iddialarını yineledi, hatta daha da radikalleştirdi. 11 Mayıs’ta çıkan “Biyogüvenlik ve Siyaset” yazısında, “tamamen kurgusal” bir sağlık güvenliği fikrini merkezine koyan yeni bir yönetim paradigmasına geçtiğimizi iddia etti. Hukuki olarak sağlık zorunluluğunun empoze edildiği bir vatandaşlık algısına ve “sağlık terörüne” dayanan bu yeni yönetim paradigmasının, faşizmin hayal bile edemeyeceği bir düzeyde özgürlükleri kısıtladığını söyledi. Solun buna karşı çıkmamasını bir paradoks olarak niteledi. Daha sonraki 23 Mayıs tarihli “Öğrencilere Ağıt” başlıklı yazısında ise, daha da ileri giderek, dijital teknolojilerin yaygın kullanımını dayatan “yeni telematik diktatörlüğe boyun” eğen ve “derslerini sadece çevrimiçi formatta vermeyi kabul eden” üniversite hocalarının, 1931’de İtalya’da faşist rejime bağlılık yemini eden hocalarla “eşdeğer” olduğunu söyledi. Sonuç olarak, bu yazımdaki eleştirilerin, Agamben’in son iki yazısı için de geçerli olduğunu söyleyebilirim.


[1] Özyeğin Üniversitesi, İnsan ve Toplum Bilimleri Bölümü.

Kaynakça

Agamben, G. (2020) “Covid-19: Gerekçesiz Bir Acil Durumun Yarattığı İstisna Hâli”, terrabayt, 27 Şubat, https://terrabayt.com/dusunce/covid-19-gerekcesiz-bir-acil-durumun-yarattigi-istisna-hali/

Agamben, G. (2020) Korku Kötü Bir Yıl Göstericidir”, EK Dergi, 20 Mart, https://www.ekdergi.com/korku-kotu-bir-yol-gostericidir/

Agamben, G. (2020) “Salgın Üzerine Düşünceler”, e-skop, 28 Mart, https://www.e-skop.com/skopbulten/salgin-uzerine-dusunceler/5704

Agamben, G. (2020) “Bir Soru”, terrabayt, 16 Nisan, https://terrabayt.com/dusunce/agamben-bir-soru/

Agamben, G. (2020) “Din Olarak Tıp”, terrabayt, 3 Mayıs, https://terrabayt.com/dusunce/din-olarak-tip/

Agamben, G. (2020) “Biyogüvenlik ve Siyaset”, Gerçeğin Günlüğü, 12 Mayıs, https://gercegingunlugu.blogspot.com/2020/05/giorgio-agamben-biyoguvenlik-ve-siyaset.html

Agamben, G. (2020) “Öğrencilere Ağıt”, UNIVERSUS, 23 Mayıs, http://uni-versus.org/2020/05/23/agamben-koronavirus-ogrencilere-agit/?fbclid=IwAR3SbPeSMPjcNSfR682Q4yf1vP4eWuFh2wtWXPDikvng3UF0N-TniY6_gxA