Koronavirüs salgını bağlamında ölüm, ölüm riski ve ölüme ilişkin anlatılar nasıl yönetiliyor? Mart 2020’den itibaren dünyanın aşağı yukarı her coğrafyasında süregiden siyasi, iktisadi ve toplumsal tartışmalar, bir bakıma bu soruya odaklanıyor. Olabilecek en az ölümle bu salgından kurtulmak mümkün mü? Siyasetçilerin topluma “makul” olarak sunmaya çalıştığı enfeksiyon ve ölüm oranları nelerdir? Ekonomik büyümeyi gözetmek için toplumların tahammül edebileceği bir ölüm oranı var mı? Sağlık sistemi, kısıtlı kaynakların kullanımında hangi tip hastalara öncelik vermeli? Bunca trajedinin içinde öne çıkan başarı öyküleri, örnek alınması icap eden kriz yönetimi teknikleri hangileri? Küçük ve görece ayrıcalıklı bir azınlık için bu tür tartışmalar, gündelik hayatın kısıtlanması, geleneksel ve sosyal medyada salgından başka konunun konuşulmaz olması ve evde tıkılı kalmaya bağlı can sıkıntısıyla özdeşleşmiş durumda. Başta sağlık çalışanları olmak üzere güvencesiz ve tehlikeli mesleklerde çalışan ya da işsizlik, iflas ve yoksulluk tehdidini her gün hissedenler için ise ölümün ve ölüm riskinin yönetilmesine ilişkin tepeden verilen kararlar, çok ciddi bedeller ödemeyi gerektirebiliyor.
Koronavirüsün dünyadaki neredeyse herkesin hayatına az ya da çok kısıtlama getirmiş olması, “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak”, “hepimiz aynı gemideyiz” tarzı söylemlerin yaygınlaşmasına yol açtı. Üretim ve tüketimin zorunluluktan ötürü durma noktasına gelmesi, küresel ısınmanın artış hızının birkaç aylığına dahi olsa yavaşlaması, bazı devletlerin bölüştürücü adalet mekanizmalarını devreye sokarak kitlesel işsizliğin ve yoksulluğun önüne geçmeye çalışması, salgının istenmeyen bir sonucu olarak küresel kapitalizmde reform vizyonunun güçleneceği algısını yarattı. Öte yandan, sistemin temel kurum ve kurallarının değişmeyeceğini öne sürenler, salgın boyunca sağlık çalışanlarının, fabrika işçilerinin ve servis sektöründe çalışanların güvencesiz iş koşulları ve düşük ücretlerle âdeta ölüme gönderildiğini, sosyal mesafeyi korumanın herkesin uyabileceği genelgeçer bir sağlık tedbiri olmaktan ziyade toplumsal hiyerarşileri yeniden üreten bir ayrıcalık olduğunu bizlere hatırlattılar.
Türkiye’de ölüm, ölüm riski ve ölüme ilişkin anlatılar nasıl yönetiliyor? Bu soruyu salgından bir hayli önce, California Santa Cruz Üniversitesi’nde çalışan Banu Bargu’nun editörlüğünü üstlendiği Turkey’s Necropolitical Laboratory: Democracy, Violence and Resistance [Türkiye’nin Nekro-siyaset Laboratuvarı: Demokrasi, Şiddet ve Direniş] kitabına katkı sunmayı kabul ettiğimden beri araştırıyorum (Bakıner, 2019). Salgını denetim altında tutmaya yönelik politikalar, Recep Tayyip Erdoğan merkezli rejimin ölüme ilişkin standart söylem ve eylemlerinden belli bir ölçüde farklılaşmış olsa da, rejimin yıllar içinde somutlaştırdığı ölüm siyaseti bu politikaların belirlenmesinde kritik rol oynadı. Rejim, salgının Çin’in Wuhan bölgesiyle sınırlı kalmayacağının kesinleştiği mart başından o ayın ortasına kadar geçen zamanı virüsün Türkiye’yi etkilemeyeceği varsayımıyla geçirdikten sonra bu ısrarında diretmedi ve aşamalı olarak birtakım önlemler almaya başladı. Aşağıda ayrıntılı olarak anlatacağım bu önlemler, siyasi ve iktisadi birtakım hedefleri önceleyerek kimlerin hangi nedenlerle ölüm riski altında yaşaması gerektiğini belirliyor.
Nekro-siyaset [İng. necropolitics], Yunanca ceset anlamına gelen nekrós ve siyaset anlamına gelen politiká sözcüklerinin bileşiminden oluşuyor. Modern toplumsal ve siyasi yapıların eleştirisi bağlamında bu kavramı ilk ortaya atan sosyal kuramcı Achille Mbembe’nin amacı, Michel Foucault’nun modern iktidar kurgusunu genişletmek aslında. Foucault’nun biyopolitika [Fr. biopolitique] adını verdiği iktidar söylemleri ve pratikleri iktidarın temas ettiği kitleleri hayatta tutmasına, nasıl yaşanabileceğine ve yaşanması gerektiğine yönelik kararları toplumsal ilişkilerin merkezine alırken, Mbembe buna ilaveten ölümle, kimin ne zaman ve nasıl öleceğiyle, ölümün anılması ve ritüelleştirilmesiyle ilgili iktidar tahayyülleri ve tasarruflarıyla da ilgilenilmesi gerektiğini söylüyor. Basitleştirmek gerekirse, şunu soruyor Mbembe: İnsanlar neden ve nasıl ölüyorlar? Bu ölümlere neden olan kararları (örneğin savaş kararını ya da bir salgın karşısında kamusal önlemler alma veya almama kararını) kimler, hangi saiklerle alıyor? Toplumun ölümleri anma biçimlerine ne gibi unsurlar etki ediyor? Mbembe’nin veciz ifadesiyle, egemenlik, “kimin yaşayabilir olduğunu ve kimin ölmesi gerektiğini belirleme gücü”nü (2003) kapsıyor.
Her yıl çok sayıda yurttaşını siyasal şiddet veya iş ve trafik kazalarından ötürü kaybeden Türkiye, haliyle devlet-toplum ilişkisinin ölüm üzerinden okunmasına olanak veriyor. Bargu’nun derlediği kitapta bu ilişkiye çok farklı disiplinlerden ve farklı konular üzerinden bakılıyor. Benim katkım, Erdoğan’ın önce AK Parti ileri gelenleri ve Gülen cemaati, daha sonra ise etrafına topladığı küçük bir zümreyle kişiselleşmiş bir başkanlık rejimini adım adım kurduğu 2010 sonrası dönemde, başta siyasal şiddet ve iş kazaları olmak üzere ölümle sonuçlanan olaylar karşısında geliştirdiği tepkiler, bir başka deyişle ölümün yönetilmesi üzerine. Temel bulgu, Erdoğan rejiminin süreç içinde dört strateji geliştirerek ölümün kendisi, ölümün anlatılması ve ölümün anılması üzerinde bütüncüle yakın bir devlet kontrolü kurduğu. Bu stratejiler, (1) şehadet kavramının sivil ölümleri de kapsayacak ve devletle mağdur aileleri arasında bir dağıtım ilişkisi kurmayı sağlayacak şekilde genişlemesi; (2) başta asker ve işçi ölümleri olmak üzere, ölümün normal, kişinin mesleği, sosyoekonomik konumu veya toplumsal cinsiyeti dolayısıyla fıtrat olarak karşılaması gereken bir son olduğunun topluma dayatılması; (3) ölümlü olaylardan sonra muhalefetten gelen eleştirilerin “ölümü politize etmeme” karşı eleştirisiyle savuşturulması; ve (4) ölüme ilişkin söylenenleri kontrol etmek için ölümlü olayların haberleştirilmesi, araştırılması ve anlatılmasında yargı ve medya yoluyla sansür ve baskı uygulanması.
Geriye dönüp bakıldığında rejimin, salgının ilk iki ayı itibarıyla şehadetin genişletilmesi stratejisini pek kullanmadığını görüyoruz –ki iç güvenlik operasyonlarında öldürülen polislerden iş kazalarında ölen işçilere uzanan geniş bir yelpazede “şehit” kavramını cömertçe kullanan rejimin salgın bağlamında şehadeti gündeme az getirmiş olması başlı başına ilginç bir durum.[1] Bununla beraber, rejimin yıllar içinde somutlaştırdığı diğer stratejiler kullanılıyor. Ölümün kendisinin değilse dahi ölüm riskinin giderek normalleştirildiği, güvencesiz koşullarda çalışan işçilerin ve siyasi tutsakların bilinçli olarak bu riski taşımaya zorlandığı gözlemleniyor. Ülkenin otoriter dönüşümünün tamamlandığı bu dönemde, ölüme ilişkin alternatif veya eleştirel anlatıların yaygınlaşması ise olanaksıza yakın.
Türkiye’nin salgın politikalarını, Erdoğan ve etrafına topladığı küçük bir ekip yönetiyor. Konuya ilişkin analizlerde dikkat çeken bir husus, Erdoğan’ın salgının ciddiyetini görmezden gelen ve bu haliyle başka ülkelerdeki popülist sağ politikalarla ortaklaşan tavrının yanında, başta sağlık bakanı Fahrettin Koca ve Bilim Kurulu üyeleri olmak üzere ekibin bir kısmının ayakları yere basan politikalara göz kırpıyor olması. Bu, nihai karar vericinin Erdoğan olduğu gerçeğini değiştirmese de salgın yönetiminin kamu sağlığıyla iktisadi büyüme arasında gidip gelen ve zaman zaman son derece çelişkili gözüken kararlarla yürütülmesine yol açıyor. Belli ki dünyanın geri kalanında uygulanan kısıtlamalar hep gündemde, ancak rejimin ekonomiyi açık tutma hırsı yüzünden bu kısıtlamalar hayata bölük pörçük geçiriliyor. Bu çelişkili durum, olan bitenin tanımlanmasında başlıyor: Rejim, bir yandan durumun olağanüstü niteliğini hatırlatarak toplumdan itaat ve destek beklerken (örneğin “Biz Bize Yeteriz Türkiyem” adlı bağış kampanyasını, Kurtuluş Savaşı benzetmeleriyle topluma tanıtırken)[2] öte yandan her şeyin normal ya da normale yakın olduğu da sık sık dile getiriliyor. Karar verme mekanizmalarını sınırlandıran bir başka unsur da, aşağıda izah edeceğim üzere rejimin otoriter niteliğinde yumuşamaya yol açacak önerilerin gündeme alınmaması.
Erdoğan rejiminin kriz yönetimi gerek iktisadi gerekse siyasi saikları sonucuyla toplumsal hiyerarşileri yeniden üretme işlevi görüyor. Ölümün ve ölüm riskinin yönetilmesi, rejimin öteden beri kullandığı birtakım söylemleri ve pratikleri bir kez daha siyasetin merkezine taşıyor. Elbette en çok göze batan unsurlardan biri, salgın politikalarının sınıf ve sosyoekonomik statü farklılıklarını derinleştirmesi. Hafta içi sokağa çıkma yasaklarının önce sadece 65 yaş üstü bireylere, daha sonra da 20 yaş altına uygulanması, böylelikle çalışan nüfusun büyük çoğunluğunun kapsam dışı bırakılması dünyada eşi benzeri görülmemiş bir uygulama. Özellikle üst yaş sınırının gerekçesi, virüsün yaşlı nüfusta çok daha ölümcül olması; ancak bu gerçeğe vurgu yaparken bir başka gerçek bilerek gözden kaçırılıyor: Dünyanın geri kalanında genç nüfusun da kısıtlanmasının birinci nedeni salgının, hastalığı hafif geçiren veya semptomları göstermeyen taşıyıcılar yoluyla da yayılma olasılığı.
Üstelik, 65 yaş üstü nüfusa yönelik kısıtlamalar, sadece devlet eliyle değil, sosyal mesafe kurallarına uymayan yaşlıları hedef alan yoğun bir sosyal medya baskısıyla da kendini hissettiriyor. Bu tarz söylemler, bir bakıma yaşlıları, kendi ölümlerini hazırlamakla suçluyor da denebilir. Karşılaştırmalı bir perspektiften bakınca sosyal medyaya bir dönem hakim olan bu bakışın, rejimin salgın politikalarıyla ne denli örtüştüğü görülebiliyor: Dünyanın birçok ülkesinde eleştiri konusu olan şey, asemptomatik virüs taşıyıcısı olma olasılığı yüksek genç nüfusun sosyal mesafe yasaklarına uymayarak yaşlı nüfusu riske atması iken Türkiye uzunca bir süre yaşlıların sorumluluğunu ya da sorumsuzluğunu tartıştı. Böylece devletin sosyal mesafe kısıtlamalarının bölük pörçük niteliği değil, birtakım bireylerin keyfî nedenlerle yasakları delmesi eleştirilir oldu.
Salgın politikalarını sosyal sınıf üzerinden tartışmayı gerektiren bir diğer unsur da, ölüm riskinin ağırlıklı olarak sağlık çalışanları, hizmet sektörü çalışanları ve evden çalışma imkânı olmayan işçiler tarafından yüklenildiği gerçeği. Elbette bu, sadece Türkiye’ye özgü bir sorun değil. Ancak durumu Türkiye’de ağırlaştıran, sosyal mesafe uygulayan diğer ülkelerin aksine ekonominin ve buna bağlı olarak toplu taşımanın tam anlamıyla durdurulmaması oldu. Ölüm riskini azaltmaya yönelik adımlar çalışma hayatı dışındaki alanlarla sınırlı kaldı; buna bağlı olarak #evdekal tarzı sosyal medya kampanyaları da sorunu gezme meraklısı insanlar üzerinden tanımlamak, yani sosyal mesafe kavramını, çalışmak ve toplu taşıma kullanmak zorunda olan insanları tahayyül etmeden gözetmek eğiliminde oldu. Özetle salgın yönetimi, koronavirüse yakalanma, hastalığı yayma ve en nihayetinde hastalıktan ölme riskini, çalışmama veya evden çalışma ayrıcalığına sahip olmayan çoğunluğa yükledi.
Erdoğan rejiminin salgın yönetiminin bir boyutu ne pahasına olursa olsun ekonomik yavaşlamaya mahal vermemekse, bir diğer boyutu da otoriter yönetim anlayışından taviz vermemek. Hapishanelerde salgın riskinin konuşulur olmasıyla bir af yasası tasarlayan Meclis çoğunluğu, terör suçlarından yargılanan on binlerce yurttaşı bilinçli olarak af kapsamı dışında bıraktı. Bir başka deyişle hapishanelerde salgın yüzünden toplu ölümlerin yaşanması, hatta salgının hapishane dışına yayılması gibi riskler dahi rejimi yumuşatmadı. Söz konusu suçlardan yargılananların hatırı sayılır bir kısmının şiddet içeren herhangi bir suça karışmadığını, çoğunun muhalif gazeteci, aktivist veya siyasetçi olmaktan ötürü, adil yargılanma hakları ihlal edilerek hapsedildiklerini hatırlatmakta yarar var. Böylelikle ölüm riski, salgın hastalık marifetiyle muhaliflere yüklendi.
Salgından önce de rejim, medya ve yargı üzerinde kurduğu baskı aracılığıyla ölümlü olaylara ilişkin söylenebilecekleri kontrol etmekteydi. Daha önce değindiğim gibi, konu ister tren kazası, ister iş kazası, kadın cinayeti veya terör saldırısı olsun, yargı yoluyla konulan yayın yasakları, medyadaki sansür ve oto-sansür uygulamaları ve konuyu ısrarla gündemde tutmaya çalışan avukat, gazeteci ve aktivistlerin tehdit ve baskılarla susturulması, ölümlü olayların araştırılmasının, devletin sorumluluğun tartışılmasının, bireysel düzeyde sorumlu olanların cezalandırılmasının önüne geçme amacı taşıyordu. Salgın başladığında rejim, zaten altyapısını kurmuş olduğu bu sansür sistemini pek de zorlanmadan devreye soktu. Örnek vermek gerekirse: Sosyal mesafe uygulamalarının sınıf temelli çelişkilerini çarpıcı bir sosyal medya videosuyla gözler önüne seren tır şoförü anında gözaltına alındı. Sosyal medyada kriz yönetimini veya resmî rakamları eleştiren tek tük hesaplar genelde Türkiye dışında yaşam kurmuş bilim insanları. Ülke içinde zülf-i yâre dokunmak ise hiç kolay değil; Ankara Barosu’nun Diyanet İşleri Başkanı’nın homofobik söylemlerini eleştirmesi, rejimin baroları yeniden dizayn etmesine bahane oldu örneğin.
Bir başka deyişle, rejim kendi otoriter uygulamalarından asla taviz vermiyor; bu uygulamaların üstüne çok fazla ekleme ihtiyacı hissetmeden salgın kaynaklı ölümlerle ilgili söylenebileceklerin sınırını çizmeyi başarmış görünüyor. Karşılaştırmalı siyaset açısından belki en ilginç durumlardan biri de bu aslında: Başta Macaristan başbakanı Viktor Orbán olmak üzere bazı dünya liderlerinin, salgın kısıtlamalarından yararlanarak ülkelerini daha otoriter bir çizgiye soktuklarının iddia edildiği bugünlerde Türkiye’deki otoriter kurumsallaşma, otoriterleştiği iddia edilen ülkelerin zaten fersah fersah ötesinde aslında. Erdoğan ve ekibi, krizi mevcut yasaklar ve kısıtlamalarla yönetiyor; bu yasakların yetmediği yerlerde ise yeni yasalarla otoriter kurumsallaşmayı derinleştiriyor. Bu süreçte Sağlık Bakanı Fahrettin Koca gibi şeffaflığa, hesap verebilirliğe vurgu yaparak konuşan bir siyasetçi ortaya çıkmış olsa da, esas karar vericinin Koca veya Bilim Kurulu üyeleri olmadığını da herkes biliyor.
Bu yazı kaleme alınırken Türkiye, 4.477 ölümle ölüm sayısında dünyada 14., kişi başı ölümlerde ise 34. sırada yer alıyordu.[3] Ölenlerin yaş, cinsiyet, meslek verileri paylaşılmadığı için olup biten hakkındaki bilgimiz oldukça sınırlı. Şu anda Güney Kore’nin kriz yönetimi bir hayli beğeni toplarken, gelişmiş kapitalist ülkelerin rakamlara yansıyan görece başarısızlığı (ki bunda İtalya ve İspanya gibi ciddi yönetilen ülkelerin yanı sıra Birleşik Krallık ve Amerika Birleşik Devletleri gibi merkezî hükümetin ciddiyetsizliğinin bedelini ağır ödeyen ülkeler de var) şaşkınlık yaratıyor. Doğu Avrupa, Batı Asya ve Afrika coğrafyalarının tam ortasındaki Türkiye’nin kişi başı ve toplam rakamları, aslında bu coğrafyalardaki diğer ülkelere göre son derece yüksek olsa da, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’ya kıyasla durumun başarıyla idare edildiği algısı toplumda yaygınlaşıyor.[4] Salgını yavaşlatmak, çok sayıda parametrenin aynı anda hesaba katılması ve uzun soluklu politikalar üretilmesiyle mümkün olduğu için Türkiye veya bir başka ülke için başarı veya başarısızlıktan söz etmek için çok erken. Ancak şu söylenebilir: Erdoğan rejimi ölümü bazıları için normalleştiren, şeffaflıktan ve hesap verebilirlikten uzak ve muhaliflere göz açtırmamaya kararlı nekro-siyaset anlayışını koronavirüs döneminde de, ufak tefek değişikliklerle de olsa sürdürüyor.
* Seattle Üniversitesi, Siyaset Bilimi Bölümü.
[1] Koronavirüs sürecinde ölen sağlık çalışanlarının şehit sayılması, hem yandaş basında hem de muhalefet partiler arasında kabul gören bir teklif. Bu yazı kaleme alındığında hükümetin veya Meclis çoğunluğunun buna yönelik bir çalışması halka açıklanmamıştı.
[2] Söz konusu kampanyanın Erdoğan tarafından Tekâlif-i Milliye kararlarına benzetilmesi tartışmalara neden oldu. Kurtuluş Savaşı’nda yürürlüğe konan bu emirlerin, özellikle Ermeni ve Rumlara ait taşınmazlara el konması bağlamında uygulanmasını izah eden bir yazı için bkz. (Turan, 2020).
[3] Veriler için başvurulan kaynak: https://www.worldometers.info/coronavirus/. Nüfusu 1 milyonun altındaki ülkeler listeden çıkarıldığında, Türkiye kişi başı ölümlerde 22. sıraya yükseliyor.
[4] Bu konuya değinen önemli bir yazı için bkz. (Balta ve Özel, 2020)
Kaynakça
Bakıner, O. (2019) “‘These are ordinary things’: Regulation of Death under the AKP Regime” Bargu, B. (ed.) Turkey's Necropolitical Laboratory: Democracy, Violence and Resistance içinde, Edinburgh University Press, Edinburgh, 25-45.
Mbembe, A. (2003) "Necropolitics", Libby Meintjes (çev), Public Culture, 15(1): 11–40. Türkçe çeviri için bkz. Abdurrahman Aydın (çev.), "Nekro-Siyaset", Ayrıntı Dergi, 12 Mayıs 2014, https://ayrintidergi.com.tr/nekro-siyaset/
Turan, Ö. (2020) "Pandemi ve ‘Tekâlif-i Milliye Dayanışması’", Agos, 9 Nisan, http://www.agos.com.tr/tr/yazi/23875/pandemi-ve-teklif-i-milliye-dayanismasi
Balta, E. ve Özel, S. (2020) "Tartışmalı sayılar: Türkiye’nin düşük ölüm oranlarına dair", T24, 9 Mayıs, https://t24.com.tr/haber/evren-balta-ve-soli-ozel-yazdi-tartismali-sayilar-turkiye-nin-dusuk-olum-oranlarina-dair,877536