Zor zamanlarda üniversite: Kim için? Ne için?

Sadece üniversitenin değil, üniversite hakkında konuşmanın da yolunun yordamının değiştiği bugünlerde hem üniversitenin ne olduğunu yeniden düşünmeye hem de üniversite özerkliğinin ne anlama geldiğini hatırlamaya ve hatırlatmaya ihtiyacımız var. Özerkliğin üniversitenin bir veçhesi değil de olmazsa olmazı olduğunu, doğası gereği eleştirel düşünce üretmesi gereken akademinin özgür olmazsa sadece bir görüntüden ibaret kalacağını bilen ve bu özgürlükle hareket eden akademisyenlerin üniversiteden ihraç edildiği bu ortamda Türkiye’de akademinin de dönüp kendine bakması gerekiyor. 2016 sonrasında OHAL şartları bahane edilerek rektör seçimlerinin tamamen kaldırıldığı kamu üniversitelerinde yalnızca akademik değil, mali ve idari özerklik ihtimali de ortadan kalkmış durumda. 2021 başında Boğaziçi Üniversitesi’nde bütün teamüllere aykırı olarak üniversite dışından bir rektörün atanması ile başlayan hareketlilik bu meselenin hem teorik düzlemde yeniden düşünülüp tartışılması gerektiğini hem de akademi içindeki bir direnişin sokakta bir karşılığı olabileceğini düşündürdü. Türkiye’de üniversitenin tarihine bakıldığında YÖK’ün kuruluşunun nasıl bir milat ve darbe olduğunu düşünmek, yeniden hatırlamak, bugün dönüştüğü şekli tartışmak elzem. YÖK miladı bir yana, bir de her mahalleye bir üniversite düsturu ile açılan ticari oluşumlar da üniversite kavramının içini boşalttı. Akademisyenlerin atama, yükseltme ve performanslarına ilişkin ölçme ve değerlendirme sistemleri hiçbir güvenirliği olmayan şekillerde sürekli değişti ve merkezileşti. Üniversite ve Akademi kavramlarının tarihini ve etimolojisini, geçirdiği dönüşümleri de düşünmeyi hedefleyen, hem güncel dinamikleri hem de geçmişi hatırlamayı amaçlayan bir dosya hazırlamak Toplum ve Bilim için kaçınılmazdı. Ortada toplumsal alanda bir hareket varken “bu hareketi görüp, onu dinlemek ve onun üzerinde konuşmak da Toplum ve Bilim dergisinin sorumluluklarından, iddialarından biridir” diye düşündük. Bu iddiayı taşıyorsak eğer, olup biteni konuşmak, özellikle de akademik dertleri olan bir dergi için de daha önemli hale geldiği için, biraz da Toplum ve Bilim dergisinin geleneğini de taşıyan ve ortaya koyan bir şekilde, olan biten üzerine konuşma sorumluluğuyla da heyecanlandık bu dosya için. “Konuşmalıyız” dedik. Her birimiz gelişmelerin bir tarafı olduğumuz için değil sadece, tarafı olmasak bile bunun üzerine konuşulmak gerektiği için… Bir anlamda sosyal bilimler sorumluluğu içerisinde karar verdik gecikmeden bu dosyayı hazırlamaya. Bundan sonraki sayılar için de bir çağrı, bir motivasyon olabilirse bu yuvarlak masa, hem genel olarak üniversite özerkliği ve akademik özgürlük tartışmalarına eklemlenen hem de farklı disiplinlerin Türkiye akademisinde bugünkü halini sorunsallaştıran katkılarla ilerleyebiliriz diye umuyoruz.

Dolayısı ile hem kuruldan hem kurul dışından tek tek veçhelere katkı sunan yazıların yanı sıra pandemi şartlarında fiziksel olarak yuvarlak bir masanın etrafında toplanamasak da bir Zoom görüşmesinde birlikte düşünmek ve tartışmak da anlamlı geldi ve bu yuvarlak masa notları bu şekilde ortaya çıktı. 2016 sonrası gerçekleşen üniversite ihraçlarından bu yana farklı şekillerde bu sürecin bir yerinde duran bizler kimi zaman dosya konuları buna izin vermediği için kimi zamanda belki karamsar bir mecalsizlikle bu tartışmayı biraz ertelemiştik. Ocak ayından bu yana Boğaziçi Üniversitesi’ne atanan rektör sonrasında gelişen hareketlilik, protesto ve direnişin daha geniş bir çevrede karşılık bulması sanıyoruz ki bize ihtiyacımız olan enerjiyi verdi ve oturduk, hem heyecanla hem de bir sorumluluk duygusu ile tartıştık. Yazılı hale getirirken törpülemeye çalışsak da elbette konuşma dilinin aksaklıkları olabilir bu yuvarlak masa notlarında. Bunu da heyecanımızı okura aktaran bir kusur olarak almanızı dileriz.

Olcak Akyıldız


Olcay Akyıldız: Tartışmaya Toplum ve Bilim’in “Homo Academicus Alla Turca” başlıklı 2003 Güz sayısına gönderme yaparak başlayabiliriz sanki. 2016 sonrasında artarak ilerleyen Üniversite’ye müdahalenin bir sonucu olarak da oturduk “bu masanın etrafına” biraz. AK Parti iktidarının da başlangıcı olan 2000’lerin başından bugüne ne değişti? O günden bugüne Üniversite’ye ne oldu? Üniversite’nin başına ne geldi? 2003’ten bugüne akademinin farklı alan ve noktalarında yer alan bizler bunu nasıl deneyimledik. Burada kasıt elbette sadece kendi doğrudan yaşadıklarımız/maruz kaldıklarımız değil, bu süreçte tanıklık ettiklerimiz, gördüklerimiz, duyduklarımız da. Son aylardaki toplantılarımızda iyice netleşen bu yuvarlak masa tartışması için benim temel motivasyonum ister istemez, bir parçası olduğum Boğaziçi Üniversitesi süreciyle bağlantılıydı. Çok aktif bir şey vardı orada. Di’li geçmiş zaman kullanırken ilk ortaya çıkış ânını kast ediyorum. Çok “o anda” gerçekleşen bir hareket. O harekete bağlı olarak da bir sürü yerde konuşulmaya başlandı. Nilgün Toker örneğin pek çok mecrada üniversite, haklar ve mücadeleler meselesini tartıştı, anlattı. O esnada, o dinamizmin getirdiği bir şeydi ilk düşünce. Ama birikmiş de belli ki. Nasıl birikmesin? Pek çok akademisyen gibi bizler de 2016’dan beri yoğun bir biçimde maruz kaldığımız bu konuyu düşünüyorduk. Ocak ayından bu yana olan biten, Boğaziçi’nde başlayıp, onun etrafında bir harekete dönüştü. Biraz bu konuları düşünmek, zaten düşünülüyordu ama daha kamusal olmaya başladı belki. Onun için böyle bir sayıya doğru yola çıktık. Ama bunun evveliyatı da var. Belki Ömer de evveliyatını söylemek ister.

Nilgün Toker: Ama bu yola çıkmayı da şöyle bir cümleyle ifade ettik, bu bence kıymetliydi: Ortada toplumsal alanda bir hareket varsa, “Toplum ve Bilim dergisinden söz ediyoruz ve bu hareketi görüp, onu dinlemek ve onun üzerinde konuşmak da bu derginin sorumluluklarından, daha doğrusu iddialarından biridir”. Bu iddiayı taşıyorsak eğer, bu ortada olup biteni konuşmak, özellikle de akademik dertleri olan bir dergi için de daha önemli hale geliyor. Hem Toplum ve Bilim dergisinin geleneğini taşımak hem de derginin karakterini de açığa vuracak şekilde, müdahale kelimesini kullanmayayım ama bir tür olan biten üzerine konuşma sorumluluğunu da hissederek heyecanlandık aslında. “Konuşmalıyız” dedik. Bu sorumluluğun kaynağı, sadece her birimizin olan bitene yönelik bir taraf olması değil, sosyal bilimlerin taşıması gerektiğini düşündüğümüz sorumluluktu.

Olcay Akyıldız: Şimdi “müdahale” demeyelim dedin aslında ama bir yandan da tam da şimdi böyle bir yayın yapmak bağlamında müdahale gibi görebiliriz bunu. Üniversitelere müdahale edilirken, bu müdahaleye verilen toplumsal tepkinin analizi kadar sürecin düşünsel dinamiklerinin sürekliliği de önemli. O nedenle bu hem var olan tartışmaya bir eklemlenme hem de bir başlangıç adımı ve çağrısı.

Ömer Turan: Evveliyatı deyince, aslında bu uzun zamandan beri aklımızda olan bir yuvarlak masaydı ama şu anda yapıyoruz. Bence şu anda yapıyor olmamızın bir cümlelik özeti de tabii ki Boğaziçi sürecinin başlamış olması. Boğaziçi’nde süreklilik kazanan protestoların memleketin genel gündemine dair de bir müdahaleye dönüşmüş olması, bizi bu yuvarlak masaya getirdi. Bir taraftan da aşağı yukarı buradaki herkes biliyor, çok uzun zamandır bu yuvarlak masa fikri vardı, ama 2016 ihraçlarından itibaren buna mecal bulamadık. Yani oturduğumuzda da ne söyleyeceğimize dair bir karamsarlık çöktü hepimize. Belki Boğaziçi’nin akademisyeniyle, öğrencisiyle, kısmen mezunuyla göstermiş olduğu irade bize tekrar üniversite meselesi hakkında konuşmak için enerji de verdi. Bugün 2003’teki Toplum ve Bilim sayısından burada hepimiz bahsedeceğiz sanırım. Orada artık klasikleşmiş bir Hasan Ünal Nalbantoğlu yazısı vardır, biliyorsunuz. Başlığı da “Üniversite A.Ş.’de ‘Homo Academicus’”. Orada aslında neredeyse yirmi yıl önce umutsuzluktan, ütopyasızlıktan bahseder. Bugün geldiğimiz noktada zaten bunun daha da kesifleşmiş halini yaşıyoruz. Hepimizde bu umutsuzluk, hepimizde içinde yer aldığımız akademinin ütopyasızlaşma halinden nasibini almış olma durumu var. Orada bir de Nalbantoğlu “akademik ethos’tan artık geriye ne kalmışsa” cümlesini kurar. Yani, der ki “aslında bu uzun süreden beri erozyona uğramış bir şeydi, yıpranmıştı, artık biz bu işin iyice yıpranmış halini görüyoruz”. 2003’te der bunu. Biz sonrasında ihraçları yaşadık. Sonrasında başka ifade özgürlüğü ihlallerinden dolayı akademinin alan kaybetmesini yaşadık. Ve bu noktaya geldik. Ve aslında her aşamada o akademik ethos’un daha da aşınmış olduğunu, akademik ethos’un parçalılığını gözlüyoruz. Ve Boğaziçi de, nasıl söylesek, “kısmen de başka türlü olabilir mi acaba” gibi bir soruyu gündemimize getirdi.

Olcay Akyıldız: Ömer, 2003 sayısına gönderme yaptı. Başta da söylediğim gibi 2003’ü hatırlayarak konuşmak anlamlı geliyor bana. Orada sorulan soru “Üniversiteye ne oldu?”, yani 2003 öncesinde üniversiteye bir şey oldu ve onun üzerine konuşuluyordu. Ama bugün ne oluyor? Yani onunla bağlantılı olarak düşünmek. Bir de o zaman da “kriz” diyorduk, bugün de “kriz” diyoruz. Muhakkak aynı krizden söz etmiyoruz. Bununla neyi kastettiğimizi açacağımız bir yerden ilerlersek, yani 2003’te bir sorun vardı ama az önce Ömer’in de bahsettiği bütün o ihraçları yaşamış, OHAL’leri yaşamış bir sürecin sonunda bugün nerede üniversite? Yani o günden bugüne değişen şeyi konuşalım, bu iyi olur. Bir de özellikle Serdar Tekin’e bir soru geldi aklıma. Herkes o günden bugüne ne olduğuna bakar ama Serdar’ın o sayıda bir yazısı var: “Üniversite İdeasını Yeniden Düşünmek”. Onun alt başlıklarından biri de “Üniversitenin Geleceği”. Yani o günden bugüne ne olduğunu düşünürken, Serdar o gün ne öngörmüştü, o arada neler oldu? Belki oradan yola çıkarak cevap verir.

Serdar Tekin: O dönemin bağlamında hepimizi farklı şekillerde meşgul eden belki de ana mesele üniversitenin piyasayla ilişkisiydi. Benim de yazıda tartıştığım konu son tahlilde buydu: Neoliberalizm üniversiteye ne yaptı? Üniversitenin şirketleşmesi, şirket dünyasıyla ilişkileri, performans kriterleri ve benzeri meselelerin üniversitenin geleceği açısından nasıl bir sorun ve risk alanı yarattığını tartışmaya çalışmıştım. Üniversitenin piyasayla ilişkisi epeydir küresel bir sorun olarak konuşuluyordu ve öyle konuşulması da son derece normaldi elbette. Nihayetinde, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında Batı dünyasında üniversitenin toplum ve kamuyla ilişkisi son derece karmaşık ve çok boyutlu bir ilişki olarak şekillenmişti, 1980’lerden itibaren ise üniversitenin kamuyla ilişkisinde ciddi bir yıpranma söz konusuydu. Bugüne baktığımızda ise, evet, piyasalaşma ve beraberinde getirdiği tüm sorunlar sürüyor, daha doğrusu katlanarak artmış ve yepyeni örüntüler oluşturmuş durumda, fakat hem dünyada hem de Türkiye özelinde buna eklenen yeni bir sorunlar silsilesi de var. Hakikatin değersizleştirilmesi, bilim karşıtlığı, entelektüel düşmanlığı, yeni otoriter rejimlerin üniversitelere ve akademisyenlere yönelik tasallutu… Bu meseleler bugün münhasıran Türkiye’ye özgü değiller ama Türkiye özelinde bunların en sert ve ağır tezahürleri yaşanıyor. Dolayısıyla bu yeni duruma bakma ihtiyacı benim açımdan önemli. Sürmekte olan olağanüstü zamanlarda devletin üniversiteyle ilişkisinde veya üniversiteye müdahale kipinde ne değişti? 2016’dan itibaren Barış İçin Akademisyenler vakası, OHAL dönemindeki kitlesel akademisyen ihraçları, rektör atamalarının kaldırılması… Bütün bunlar ne tür bir üniversite rejimi anlamına geliyor? 2003’teki tablodan farklı bir tablo var bugün önümüzde. Bütünüyle bağımsız mı? Hayır, elbette değil. Hem “süreklilik” hem de “kırılma” perspektiflerini birlikte işe koşarak bakmamız gerektiğini düşünüyorum. Her halükarda ama güncel krizin odak noktası “piyasalaşma”dan “siyasal baskı”ya kaymış durumda bugün. Şimdilik bu kadar söylemiş olayım giriş mealinde. Detayları yeri geldikçe konuşuruz diye umuyorum.

Olcay Akyıldız: Bahsettiğin siyasal baskının da bir sürü farklı alanda olduğu gibi üniversitede de ortaya çıkışı… 2003’teki sorunlar ortadan kalkmadı ama artarak bugünlere geldi. Ama bugün, bugün derken aradaki geçen süreç içinde tüm bunlar eklendi. Ama yani 2003’ten bugüne, başka dikkat çeken farklar da geliyor mu aklımıza acaba?

Burak Onaran: Serdar’ın bıraktığı yerden krizin tarihsel arka planına dair bir ek yapmak istiyorum. Bu arka planı nasıl tarifleyeceğimiz historiografik bir mesele de tabii. Esas olarak içinde bulunduğumuz krizi 2016’dan beri “devam eden bir şimdiki zaman” içinden görüyoruz. Buna bir de “yakın tarih” eklenebilir kolaylıkla. Bununla da 1980’den itibaren gelen dönüşümü kastediyorum. 2003’teki sayı bu yakın tarihi de açıyor. Evet piyasalaşmayı odağına alan bir sayı, ama bir yandan YÖK’e de kuvvetli bir biçimde vurgu yapan bir sayı. Hatırı sayılır miktarda YÖK yazısı da var o sayının içerisinde. 2003 üniversitenin iki yerden de sıkıştırıldığı bir zaman. Yani, Nalbantoğlu’nun yazısı başta olmak üzere, bu sayıda piyasalaşmanın etkilerinden kaynaklanan bir umutsuzluk, bir tür üniversiteye dair beklentiyi düşürme ruh hali var. Bu 90’larda hızlanan piyasalaşmayla doğrudan ilişkili bir ruh hali. Ama bir taraftan da unutmamak lazım, 90’lar özgürlük zamanları değildi. 2003 sayısı bunun da hafızasını taşıyor. Şimdiki zamanın yakıcı krizinde unutmasak dahi arkaya attığımız yakın tarih hafızasını taşıyor. YÖK aslında, tabii bugünkü ile kıyaslanabilir olmasa bile, üniversiteyi, ülkenin  “hassas” meselelerine mesafeli durmasını sağlayacak şekilde, belirli sınırlar içerisinde hizalamıştı. YÖK’ün merkezî devletin üniversiteler üzerinde kontrolünü sağlayan, temel müdahale aracı olarak sağladığı imkânları ve bu bakımdan 1980’den beri süregelen pratiği de hâlâ son derece önemsemek gerekiyor bence. Bir de, 2016’dan beri devam eden süreç ve tasfiyeler o kadar önemli ve can yakıcı ki, haliyle ilk onları hatırlıyoruz. 2003’ten bu zamana gelişmeleri sıralarken AKP iktidarının ilk on yıl içerisinde Fethullah Gülen cemaatinin üniversiteleri içten tahrip etmesi sürecini de vurgulamayı ihmal etmememiz gerektiğini düşünüyorum. Bu 2003 sayısında öngörülmeyen bir süreçti. 90’larda çok iyi gelişme kaydetmiş olan ve özellikle sosyal bilimler alanını da içererek gelişen, İTÜ, Yıldız Teknik gibi üniversitelerin 2000’lerin ilk on yılı içerisinde çok hızlı bir şekilde tahrip edildiğini gördük. 2016’ya gelinceye kadar, yani merkezî iradeyle, açıktan yürütülen yıkım sürecinin öncesinde, aslında içeriden kuşatılmış, tahrip edilmiş, önemli ölçüde tasfiye yaşamış pek çok üniversite oldu. Bunu da hem bir tasfiye-kadrolaşma pratiği hem de üniversitenin dönüşümünün öyküsü içinde hesaba katmamız gerek

Tanıl Bora: Ben de hem Toplum ve Bilim’in kendi tarihindeki bir ânı hatırlatmak hem de bağlamsallaştırmaya katkıda bulunmak açısından bir şey eklemek isterim. 1998’de Toplum ve Bilim ile Defter dergisi birlikte “Sosyal Bilimleri Açın Raporu” üzerine bir konferans düzenlemişlerdi ve birkaç sayı boyunca dergide bu tartışmayı sürdürmüştük. O zaman da elbette piyasalaşmayı ve YÖK’ün kıskacını ele almanın yanı sıra üniversiteyi, bilgi üretiminin üniversite dışındaki yeniden üretimiyle birlikte sorgulamaya yönelmiştik. Şu, temel bir soruydu o zaman: Kamusal entelektüel ile akademisyen ne ölçüde ayrıştı, ne ölçüde ve nasıl “kesişim” halinde olabilirler, birbirlerini beslerler? Akademik faaliyetin yalıtılmasına ve meslekleşmesine karşı onun kamusal ve politik işlevini tartışmak gibi bir mesele vardı o zaman. Akademinin kamusal entelektüel etkinlikle etkileşimden uzaklaşmasını ve aşırı “profesyonelleşmesini” tartışmıştık.

Nilgün Toker: O sayının başlığı “Homo Academicus Alla Turca”dır. Pierre Bourdieu’nün kitabına gönderme yapan bir şeydir. Aslında bu meseleyi 1984 yılında Bourdieu, tam da Tanıl’ın, Burak’ın ve Serdar’ın anlattığı çerçevede, daha tam henüz neoliberal hegemonyanın zaferini ilan etmediği zamanlarda, Tanıl’ın sorduğu çerçevede ele almış bir filozoftur. Biz de benzer bir dertle hareket etmiştik 2003 sayısında ve meslek olarak akademisyenle, verili cevaplarla yetinmeyen sorumluluk taşıyıcı ve bilgi üreticisi entelektüel arasındaki farkın ne olduğuna odaklanmıştık.  Bourdieu, biliyorsunuz meslek olarak akademi dünyasının aslında bilgi ve sorumluluk ilişkisini kopartan, bilgi ve yarar ilişkisini merkeze yerleştiren yeni bir antropoloji yarattığını söyler. Sayının meselesi de buydu. Nalbantoğlu, buradan saygıyla da analım, ciddi bir izlek doğurdu bu tartışmayı yaparken. Yani, aslında dünyadaki tartışmaya eklenen bir tarafı da vardı o sayının.  Çünkü aynı dönem, Fransız entelektüellerinin çok ciddi bir tartışma konusu üniversite meselesi. Piyasalaşmanın akademi üzerindeki etkisini Türkiye’de hissettikten sonra 2003’teki Defter’in de o tartışmaları yeniden düşünmesi, özellikle sosyologlar zemininde yapılan tartışmanın da Toplum ve Bilim’e aktarılması oldu aslında. Toplum ve Bilim’in 2003 Güz sayısındaki “Homo Academicus Alla Turca”yı, Pierre Bourdieu’ye Türkiye’den 2003 yılında verilmiş bir yanıt olarak, yani Bourdieu’nün kitabına eklenebilecek bir Türkiye eki olarak gördüm hep. Ama o zamanki mesele esas olarak o bilgi-yarar ilişkisi merkeze alındığında, meslek olarak akademisyenliğin, aslında kolektif bilgi üretim alanı olarak üniversitedeki yıkıcı etkisini anlayan, akademisyenlerin antropolojik dönüşümünü anlatan bir şeydi. Bizde de o yüzden daha çok YÖK ve akademisyenlerin piyasa tarafından nasıl etkilendiğini bir sayı çıkmıştı 2003’te. O zaman da, YÖK dışında devlet çok merkezinde değil o sayının. Şimdi mesela, devletin çok merkezde olduğu bir tartışmayı yapmak zorundayız gibi görünüyor. 2003 sayısındaki bütün tespitler devam ederken, bir de devletin merkeze yerleştiği bir yeni hatta geçilmiş gibi görünüyor.

Serdar Şengül: Ve devletin dönüştüğü…

Nilgün Toker: Evet, yani tabii bu rejimin dönüşmesiyle alakalı. Zaten üniversite dediğiniz şeyin dönüşümünü sağlayan şey sonuçta tarihsel ve politik olaylar değil midir? Üniversite kendi başına düşünülemez, ancak bu dönüşümler içerisinde anlaşılabilir. 2003 neoliberalizmin muzafferliğini ilan ettiği dönemdi, şimdi ise onunla beraber başka şeylerin muzaffer olduğu dönemdeyiz.

İlker Aytürk: Enteresan bir bağlantı oldu benim açımdan da. Ben 2003 yılında Türkiye’ye döndüm. 2003’te Türkiye’ye döndükten sonra Bilkent’teki izlenimlerimi paylaşayım sizinle. Bilkent, Türkiye’deki diğer vakıf üniversiteleri gibi çok piyasalaşmış bir okul değil. Ama buna karşılık burada da çok ciddi bir şey riski görüyorum ve bunu yıllardır da hissederim. Bir fildişi kuleye kapanma riski. Üniversite içinde buna teşvik eden, hatta bizi buna ittiren yapısal birtakım şeyler var. Geldiğimde beni ilk çarpan şeylerden biri şu olmuştu: İngilizce ders vermek, tabii bunu biliyorum, bu Bilkent’te bir kural, ama bundan çok acı çektiğimi fark ettim bir süre sonra. Yıllardır da tüm meslektaşlarımla bunu paylaşırım. Yani öğrenciler Türk, ben Türk’üm, yani etnisiteden bağımsız, hepimiz Türkçe çok kolaylıkla anlaşabilecek iken, onun yerine insanların zorlandığı bir dilde anlaşmak zorundayız ve anlaşamıyoruz. Bunu milliyetçi bir perspektiften de söylemiyorum. Amacım öğrencilerle transparan, şeffaf, kolay bir ilişki kurabilmek ve bunu yapamıyorum. Ve 2003’ten bu yana yabancı dilde eğitim Türk üniversitelerinde bir salgın gibi artmış durumda. Görebildiğim kadarıyla pek çok üniversite tamamen yabancı dilde eğitime geçti yahut yüzde 30-yüzde 50 gibi kriterler getirilmeye başlandı. Yüzde 50’lik bölüm oluyor, onların puanları daha yüksek olabiliyor, üniversite girişinde. Birinci gözlemim bu olacak. İkincisi, Bilkent çok yayın odaklı bir yer. Yayında da ilk duyduğum laflardan biri şu idi: “Biz kitap pek sevmiyoruz. Mümkünse indeksli makale yazın lütfen…”. Ve böyle “televizyona çok çıkan hocalardan mı olacaksınız? Öyle olursanız yazmaya pek vaktiniz kalmaz. Onun yerine mümkün olduğu kadar SSCI-AHCI dediğimiz indekslerdeki dergilerde yayın yapın”. Şunu görüyorum, açıkçası geçmişe bakınca benim akademik kariyerimi şekillendirmiş… Yayınlarımın yapısını değiştirmiş. Türkiye’deki başka üniversitelerde benim gibi bir bölümde çalışan, benim anlattıklarımı anlatan, benim ilgilendiklerimle ilgilenen insanların yayınları çok daha farklı. Böyle bir imbikten geçmişim gibi hissediyorum. Şimdi bu indeksli yayınlara itilmenin şöyle iki tane dezavantajı var: Birincisi, hızla kantitatife yöneliyoruz. Bu Türkiye’de siyaset biliminde, sosyolojide, psikolojide hızla artan bir eğilim. Kantitatif çalışmalar bence değerli çalışmalar. Ancak genellikle bir fotoğraf çekiyor. Çok anlık bir datayı kullanıp, bu yıl çok etkili olabilecek bir şey yazıyorsunuz. Ama üç yıl sonra ona dönüp pek kimse bakmıyor. Çünkü datanız eskimiş oluyor. Yahut kullandığınız istatistik modellerinden dolayı dışarıdan pek anlaşılmıyorsunuz. Genellikle herkes son cümleyi okuyor yazdıklarınızdan. O bir problem ama ondan daha büyük bir problem şu: İndeksli dergiler arasında da bir hiyerarşi oluşturuldu üniversiteler arasında. “Impact factor” diye bir şey var, herkes biliyor bunu. Bunu Türkçeye nasıl çeviriyoruz bilmiyorum, “yaygın etki” mi demek lazım? Yaygın etki faktörü çok yüksek olan birtakım dergiler var ve bunlar da aralarında ayrışmış durumda. Bunun anlamı şu: Benim gibi Türkiye çalışanlar genellikle bölge çalışmaları dergilerinde yayın yapıyorlar. Fakat bu dergilerin yaygın etki faktörleri daha düşük. Dolayısıyla üniversite bundan hoşlanmıyor. Çok net bir şekilde söylenmemekle birlikte işe alım süreçlerinde hem de yayın değerlendirmelerinde gözlemim şu oldu: Türkiye çalışmamız pek sevilmiyor, sanki pek hoşlanılmıyor. Yani mümkünse Latin Amerika çalışın. Çin çalışalım. Başka bir yer çalışalım. Aslında buna çok ihtiyaç var da, o ihtiyaçtan dolayı o baskı gelmiyor. Anlatabildim mi? Türkiye çalışarak o tür dergilerde yayın yapamazsınız. “Mümkünse karşılaştırmalı siyaset çalışın” gibi. “Mümkünse Türkiye çalışmayın, kendisine yeni bir alan açın” gibi bir baskıyı etkiyi hep hissetmişimdir. Özellikle işe alım süreçlerinde bu çok etkili oluyor. Bu tarz üniversitelerde mümkün olduğunca karşılaştırmalı siyaset isteniyor. “Türkiye çalışmaları konusunda yeteri kadar elemanımız var” deniyor. “Bu konunun üstüne çok gitmeyelim” deniyor. Bunları bir araya getirdiğimde ben şunu görüyorum: Bu fildişi meselesi, beni kamudan koparıyor. 1. Yabancı dilde yayın yapıyor olmak ve bu yüzden büyük insan gruplarınca okunamıyor olmak. 2. Belli türde dergilerde yayın yapmak ve bunlara Türkiye’de erişimin son derece kısıtlı olması. 3. Mümkünse Türkiye üzerine çalışmamak. 4. Kantitatife yöneltilmek. 2003’ten bu yana gözlemlediğim kadarıyla bende böyle bir negatif etki yarattı. Kısaca ben onu paylaşmak istedim.

Serdar Şengül: Ben aslında bir önceki bölümden, bu “2003’ten beri ne fark vardı, ne değişti?”ye dair bir parça kendi gözlemlerimi aktarmak istiyorum. 2003, neoliberalizmin Türkiye’de devleti, devlet kurumlarını, üniversite de dahil olmak üzere yeniden biçimlendirmeye başladığı bir dönem. AK Parti bu dönemi temsil ediyor. Ama aynı dönemi AK Parti’nin karşı hegemonya kurmayı amaçlayan bir söylemle Kemalist modernleşmeden daha farklı bir modernleşme projesini, bu yeni neoliberal demokratikleşmeyle birlikte gerçekleştireceğini de vaat ettiği bir dönemin başlangıcıdır. Peki, üniversiteler bu süreçten nasıl etkilendi? Neoliberalizm üzerine düşünmeksizin, neoliberal ekonominin, anlayışın açtığı yol ve zemini sorgulamadan üniversiteler kendini tekil, çoğu zaman Kemalizm’le de özdeşleştirilen bir modernleşme projesinden ayırarak yeni bir akademik kültür, yeni bir akademik bilgi inşasına girişti. Örnek vermek gerekirse erken Cumhuriyet dönemi ve geç Osmanlı döneminin tekil modernleşme anlatısını eleştiren ama bu anlatıya sadece dindarların ve liberallerin bu süreçteki rollerini dahil eden değil, Kürtler, Ermeniler, Süryaniler, Aleviler gibi farklı etnopolitik ve etnodinsel toplulukları da söz konusu modernleşme anlatısına dahil eden yeni bir akademik düşünme biçimi ve üretim süreci başladı. Bu yönüyle de aslında olumlu da karşılandı, belki de bu yüzden AK Parti’nin neoliberal inşasına çok ses çıkarılmadı, güçlü bir muhalefet sergilenmedi. Bunlar benim gözlemlerim ve eleştiriye açıktır elbette.  Aynı süreçte İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde, Boğaziçi Üniversitesi’nde Kürt Konferansları, Ermeni Konferansları düzenlenmesi, yani tabu sayılan konuların konuşulmaya başlanması ve bu konularda akademik üretim yapılması; 2010’lardan sonra Mardin Artuklu Üniversitesi başta olmak üzere, Diyarbakır, Muş, Bingöl gibi Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı illerde ilk defa Kürdoloji, Süryani Çalışmaları, hatta İbrani Çalışmaları gibi çok-dilli ve dinli bir akademik programın hayata geçirilmesi bahsettiğim dönüşümün yansımalarıdır. Çok çekingen, çok sınırlı, çoğu durumda yasal bir düzenleme yapmaksızın tüzükler ve yönetmeliklerle hayata geçirilen böylesi bir çoğul üniversite modeline geçilmeye çalışıldı. Bu da aslında AK Parti dışında, üniversitelerin demokratik dönüşümü için mücadele veren kesimlerce olumlu karşılandı. Akademideki bu yenilikler, AK Parti’nin kendine özgü demokratikleşme modelinde, kendi hegemonyasını inşa etmeye çalışırken göz yumduğu ya da Kemalist modernliğin öteki mağdurlarının görünürlüğüne ihtiyaç duyduğu bir dönemin yer açtığı girişimlerdi. Elbette bu kesimlerin kendi demokratik mücadele geleneklerini akılda tutarak söylüyorum bunları.  Peki 2010’lardan sonra ne oldu? Tam da 2010’dan ama özellikle 2012’den sonra AK Parti’nin neoliberal demokratikleşme modelinin sınırlarıyla karşılaşıldığını düşünüyorum. Demokratik bir dönüşüm umudu yeni bir anti-demokratik sistem inşa sürecinde yavaş yavaş yitirildi. Belli çalışma alanlarının tabu olmaktan çıkarılması ve farklı yaklaşımların akademik çalışmalarda kullanılmasıyla akademilerin güven kazanmalarına da katkı sundu. Belki olması gereken böylesi bir birikim ve güvenle sadece erken Cumhuriyet ve geç Osmanlı dönemine dair alternatif çalışmalar yapılmadı, bizatihi AK Parti’nin kendini devamı olarak gördüğü liberal muhafazakâr gelenekler ve yönetim modelleri de analitik olarak incelenmeye başlandı. AK Parti dönemi, Özal dönemi, Refah Partisi dönemi, hatta AK Parti’nin kendi hegemonik inşa modeli akademik araştırmanın konusu haline getirilmeye başlandı. İktidarda bulunanlar bu defa yüzlerini bu muhalif kesimlere döndüler ve aynı iktidar diliyle bu kesimleri yaftalamaya ve kriminalize etmeye başladılar. Akademiye ciddi bir müdahale başladı. Önce “tabu sayılan”, “hassas” konulardaki konferanslar ve benzeri etkinlikler iptal edildi. Kürdoloji bölümleri etkisiz hale gelecek biçimde kadro ve müfredat açısından zayıflatıldı. “Otoriter modernliğe” karşı durduğu için birlikte hareket edilen ya da konuşmasına göz yumulan akademisyenler ve entelektüeller dinî ve milli değerlerin temel alındığı bir ölçekte yeniden konumlandırıldılar. Bu yeni konsolidasyon sürecinde yeni iktidar blokları meydana getirildi. Mevcut iktidar tasfiye ettiği ya da hizaya getirdikleriyle yeni bir ittifak kurarken, iktidarca tanımlanmış dinin, tarihsel figürlerin, altın çağların, o çağlara özgü yaşam tarzları ve yönetim modellerinin merkezde olduğu yeni bir model inşa edilmeye başlandı. Ama bu arada, başta söz ettiğim neoliberal politikaların da alttan alta işleyerek kendi hükmünü icra ettiğini görüyoruz. Özelleştirme, şirketleşme ve piyasa mantığına otoriter politikaları perdelemeye yarayan bir işlev kazandırıldı. Kısacası 2003 sonrası böylesi bir evrilme olduğu benim hislerim ve gözlemlerim arasında.

Menderes Çınar: Aslında ben de iki konuya değinecektim, birini Serdar Hoca büyük ölçüde söyledi. 2003’ten sonra olanları iki aşamalı değerlendirmek gerekiyor belki de. Birinci aşamada onun işaret ettiği olumlu gelişmelere eklenebilecek bir olumsuz husus da, bol bol üniversite kurma eğiliminin belirmesi. Bunu bir siyasi performans göstergesi olarak değerlendiriyor idi AKP. Şehrin kalkınması açısından, daha çok öğrencinin bir programa yerleşmesi açısından. Ancak, ortada iyi bir planlama ve hazırlık söz konusu olmadığı için ciddi bir nitelik sorunu oluştu. Bu sefer YÖK “kalite” diyerek akademik niteliğe katkısı tartışmalı bazı idari, işletmeci mantığı taşıyan süreçleri empoze ederek bu soruna el attı. Yani üniversiteye benzemeyen üniversiteler kurulunca, bu meselenin merkezî idare tarafından ele alınması gerekti. O da yanlış el attı. Oysa akademiyi kendisini gerçekleştirecek bir meslek olarak gören kadroları ve yönetimi olan eli yüzü düzgün normal bir üniversite için hiç gerek yok böyle şeylere. Ama bu kalabalıklaştırınca, işte kadro yok, olan kadro yeterli değil falan, onu telafi etmek için böyle gereksiz işletmeci mantığına da kayan bir tedbir almaya başladılar. Bizi çok yoruyor, öyle söyleyeyim. Buna paralel olarak bir üniversitenin itibarının zamana yayılmış sabırla, akademisyenlerinin meslek aşkıyla, emeği ile kazanılacak başarılara dayandığı gerçeği göz ardı ediliyor. Belki de rekabet şartları nedeniyle disiplinli bir sabır ve çaba yerine kısa yoldan itibar kazandırma yöntemi olarak bir akreditasyon piyasası gelişiyor. Kütüphanelerine kitap almayan üniversiteler bu amaçla kurulmuş şirketlere veya kuruluşlara ödeme de yaparak yine işletmeci mantığında belli standartlara uyduklarını gösteren akreditasyon belgesi alma arayışına giriyor. İkinci mesele, Burak ve Serdar Hoca, 2012 tarihini işaretledi, ki bence o tarih çok önemli. Çünkü orada AKP aslında kendisini tanımlama biçimini ve Türkiye’yi tanımlama biçimini de değiştiriyor, “medeniyet” söylemiyle. Ondan itibaren bizim bildiğimiz anlamda bilimi, ya da “bilimsel bilgi üretme paradigmasını” diyelim, işte epistemolojisiyle, ontolojisiyle, oyuyla buyuyla komple reddeden, marjinalleştirmeye çalışan ve o anlamda da Türkiye’yi taşralaştırmaya çalışan, başka coğrafyalardan, genel bilim dünyasından koparmaya çalışan bir eğilim yavaş yavaş nüfuz etmeye başladı akademiye. Hem idari kadrolarda görüyoruz onu, en yüksek düzeyde rektör “İslâm’dan uzaklaştığı için grev oluyor, işçiler isyan ediyor” gibi laflar söyleyebiliyor. Ama bu daha düşük seviyelerde de, daha düşük seviye derken idari pozisyonu olmayan daha kariyerinin başındaki veya ortalarındaki akademisyenlerde de görülüyor. Bizim bildiğimiz bilimsel paradigmayı reddetmeyi erdem haline getirip onun üzerinden kariyer yapmaya çalışan ve buna elverişli bir ortam var artık Türkiye’de. Adam yazıyor, “Avrupa Birliği mi Bize Giriyor Yoksa Biz mi Avrupa Birliği’ne Giriyoruz?”  Bu bir akademik dergide yayımlanıyor. Böyle bir yazı var. İlk işaret ettiğim sorun doğru politika ve zamanla çözülebilir, doğru bir yaklaşımla yüzleşilip üstesinden gelinebilir. Ama bu ikincisinin daha yıkıcı bir süreç olduğunu düşünüyorum. Burada bitireyim.

Eylem Ümit: Şimdiye kadar konuştuğumuz çerçevenin biraz “devlet-üniversite”, “piyasa-üniversite” bağlamında ilerlediğini gördüm. Ve hep kişisel tarihlerimizdeki tarihlerin biraz benim kafamdaki izleklere de uyduğunu şaşırarak fark ettim. Onu söylemek istiyorum. Birincisi, Türkiye’deki üniversite tarihindeki büyük değişim dönemlerinden, devletin üniversiteyi dizayn etmesinde bazı araçları keşfetmesi dönemi… Ki Öğretim Elemanı Yetiştirme Programı’nın (ÖYP) harekete geçirildiği tarih. 2003 bununla örtüşüyor. Gerçekten ODTÜ’de başlıyor fakat ondan sonra taşrada yeni açılan devlet üniversitelerinde eleman yetiştirmek için ve doldurmak için genişletiliyor. O zamana kadar olan, üniversiteye girme ritüeli ve geleneği bambaşka bir şeye dönüşüyor. Bu önemli bir kırılma bence. Türkiye’deki akademisyen profiliyle ilgili bir şey değişiyor. 2010’dan sonra çok yaygın bir biçimde taşraya Öğretim Elemanı Yetiştirme Programı harekete geçiriliyor. Ama bu 2003’te başlıyor. Bu önemli bir tarihti. 2003’ün üzerine bunu eklemek istedim. İkincisi Bologna Süreci’nin Türkiye’de üniversiteler tarafından kucaklanması, tartışılması, itilmesi, çekilmesi bir tarih ve birçok kişisel tarih ve ben bunu gözlemledim diye konuşan arkadaşların Bologna süreci ve Bologna sürecinin üniversitelerde “tamam artık biz buraya doğru gidiyoruz” denmesiyle örtüşen bir tarihi olduğunu fark ettim. Üçüncüsü de vakıf üniversiteleri mevzuatı. Vakıf üniversiteleri mevzuatının ve önemli içtihatların tarihine denk düşen tarihler söylüyorsunuz.  Artık mantar şeklinde, üniversite kurulabilmesini mümkün kılan süreç o 2010’larda tam şeyi gösteriyor bence: İktidar bu oyunu oynamayı sevdi ve gerek eleman yetiştirerek içine girmeyi ve içini oluşturmayı ve çünkü biliyoruz öncesinde hocalar ve kürsüler eleman alırlardı. Yani akademisyen olarak kürsüye girmek, bir bu gelenek bambaşka bir şeye dönüştü. Bir bunu keşfetti, içeriye sızmayı, yerleşik kadroyu. İkincisi Bologna Süreci’ne “dur bakayım, bu benim de işime yarayacak bir şey, merkezileşmeyi getirecek çünkü o öyle kendi başlarına… evet ben özerkliğe getirmeye çalışıyorum konuyu biraz. Akademi ve özerklik, özerklik yitimine getirmeye çalışıyorum biraz sözü. Bu araçlarla bu özerklik yitimini teker teker oluşturdu. Ve bu süreç 2002-2003, 2010’da çok büyük bir başarıyla vakıf üniversitesi mevzuatını kullanmaya başladı. Ve artık ondan sonra bu kullandığı üç araç, onu arşa çıkardı. Devletin o istediği müdahale etme, şekil verme, iktidarın o oyun alanı olma hedefini bu üç araç ve sizlerin bahsettiği o üç tarih çok uygun bir biçimde örtüşerek sürdürdü diye düşündüm sizler konuşurken.

Olcay Akyıldız: Eylem’in söyledikleriyle bağlantılı olarak bazı rakamları hatırlasak ve onun üzerinden tartışmaya devam etsek fena olmaz gibi geldi. Yani bütün bu mantar gibi ortaya çıkan ya da AKP üniversiteleri diyebileceğimiz şekilde son döneme denk düşen her mahalleye, her şehre bir üniversite mantığı tüm bunun nasıl yayıldığı. Rakamlara bakarsak 1992’de bir patlama var. Aslında bundan daha önce de söz ettik.  Yani 1992 sonunda 28 tane kamu, sadece 1 tane vakıf üniversitesi var. 2005 yılında kamu üniversiteleri 53’e çıkıyor, vakıf üniversiteleri 24. 2008’de bir artış var. 2021’deyse şu anda 131’e 78. Yani 209 üniversite var. Burada nitelik ve nicelik arasındaki ters orantıyı da düşünerek bütün bu söylenenlerle, ya da işlevselleştirilen süreçler sanki bir uyum sağlama süreciyken kontrol mekanizmasına dönüşmesi. Bütün bunların bir uzantısı olarak da diploma enflasyonu var. Bunun getirdiği yani Menderes Hoca da bahsetti taşralaşmayla bağlantılı bütün bunlar. Üniversite mezunlarının halinin çok parlak olmaması, yani o çoğullaşmanın getirdiği negatif sonuçlardan söz ettik.

Burak Onaran: Olcay’ın verdiği rakamlara ek olarak 15 Temmuz sonrasında kapatılan 16 tane vakıf üniversitesi var. Yani bunları da eklersek vakıf üniversitelerinin toplam içindeki oranı daha da artıyor. Biri hariç bunların tamamı Gülen cemaati ile ilişkili görüldüğü için kapatılan kurumlardı. Dolayısıyla bu vesileyle, şimdi mevcut olmadığı için hesaba katmadığımız, ama yakın geçmişin önemli bir meselesi olan “cemaat-vakıf üniversitesi” olgusunu da hatırlamamız gerek. Türkiye üniversite sistemine girdi, hızla hayli kalabalık bir sayıya ulaştı ve tamamen çıkarıldı. Vakıf üniversiteleri muhasebesinde bunu da hesaba katalım demek istemiştim. 

Polat Alpman: Bunun son halkalarından biri de Şehir Üniversitesi… Ben de Olcay’dan ilhamla birkaç rakam vereyim. 2003’ten bugüne Türkiye’deki akademisyen sayısına bakalım. 2003’te 74 bin akademisyen varmış, bugün 175 bin akademisyen var. Bunu, meslek meselesine geri dönerek konuşmak istiyorum. Evet, Bourdieu’nün Homo Academicus kitabı kıymetli, önemli, ufuk açıcı ama başka türlü bir lükse dayanıyor. Bu lüks bizde mevcut mu, emin değilim; bunun çok gerisindeyiz, bizde meslek olarak akademisyenlik hâlâ yok. Hekimlik, avukatlık gibi tanımlanmış bir meslek olması onu kendi alanını müdafaa, muhafaza edebilen, onu geliştirebilecek dinamiklere ve imkânlara sahip olduğu anlamına gelmiyor. En ciddi sorunun bu olduğunu düşünüyorum. Yani kendi alanında tartışabilecek, kendi alanının itibar ekonomisini, koşullarını, kurallarını, kendi dinamiklerinden hareketle üretebilecek bir etkiye, güce ve ilişkilere ya da gelenek oluşturma koşullarına sahip değil. Peki, kim sahip diye sorulabilir? Evet, Türkiye’de birçok meslek grubu sahip değil. Bu da bizi başta konuştuğumuz gibi piyasayla birlikte, belki de ondan daha çok devleti konuşmayı, onun üzerinde düşünmeyi ve onu tartışmayı zorunlu hale getiriyor. “Üniversiteye ne oldu?” değil, “Türkiye’de ne oldu, ne oluyor ve bunlar -bizim tartışmamız bağlamında- üniversitenin elinde nasıl bir bakiye, nasıl bir sonuç bırakıyor?” sorusunun önemli olduğunu düşünüyorum.

Bu soruların, bu sayıyla da bir ilgisi var. Neden şimdi bu meseleyle ilgili böyle bir tartışmayı yapıyoruz? 2016’dan beri üniversitenin başına gelenler nedeniyle zaten kendini dayatan bu gündemi, yeniden tartışmamız nedeni son yaşananlar. Çünkü üniversite denildiğinde, -Tanıl Hoca’nın daha evvel “Bahçeye Beton Dökmek” yazısına referansla söyleyeyim- “Türkiye’de üniversite var” diyebileceğimiz, en azından “bunlara bakarak, buna benzeyerek, buna öykünerek biz de bulunduğumuz yerlerde buralardaki benzer bir şeyler, bahçeler, inşa edebiliriz” diyebileceğimiz bir alana da saldırılmış olması. Bahçelerin ortadan kaldırılmasının ardından, onu hatırlatan her şeyi ortadan kaldırmak istenmesine yönelik bir tepki var. Görece iyi olanın da bir tür “ana akım” üniversiteye benzetmek istenmesine, sıra dışı ve ayrıksı olanın tepelenmesine dönük bir “yetmedi mi” tepkisi bu. Sol muhaliflere yönelik cadı avının, tasfiyeciliğin geldiği yere bir tepki. Bir anlamda bu kadar düzleştirilmeye dönük bir infial hali. Yoksa çoğumuzun farklı mecralarda yaptığı bu tartışma, bu sayı çok önceden de, 2016’da, 2017’de ya da 2018’de de yapılabilirdi. Fakat, Burak bahsetti Fetuhllahçılardan, bu yaşanan sürece ilişkin önemli bir hatırlatma, şimdilik erteleyelim ama üniversitenin getirildiği durumda onların da önemli bir payı var.

İlker Hoca’nın “fildişi kuleye ittirilme” meselesinden bahsedeyim, Menderes Hoca’nın da “eli yüzü düzgün üniversite” tanımıyla beraber. Fildişi kuleye ittirilmek ve eli yüzü düzgün üniversitelerde istihdam edilebilmek, bu mesleğe ait seçkinci bir istek değil. Hepimiz bu koşullara sahip olabilsek keşke, keşke bu olanaklar her üniversitede olsa ve bunu eleştirebilecek konfora erişsek. Fakat bu bir imtiyaz, yani meslekî bir imtiyaz. Bu, mesleğin Türkiye’de icra edilebilmesini anlamlı kılan, buna imkân tanıyan medeni ve kabul edilebilir, eleştirilebilir ve de geliştirilebilir performans kriterleri. Oysa İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de, yani birçok büyükşehirde, sadece kentleşmemiş kentleri kastetmiyorum, büyükşehirlerde de aslında üniversiteye ait olmayan, akademik etik ve meslekî ethos içermeyen performansların egemen olduğu, asıl rayiç olanın, sürüm değeri olanın, dolaşımda olanın bu olduğunu hatırlamak lazım.

Son olarak Fethullahçıların “içeri sızma” faaliyetlerine benzemeyen, ancak akademik alana dahil olma prosedürleri bakımından usulsüzlük, kuralsızlık, liyakatsizlik bakımından benzer bir meseleye dikkat çekmek isterim. Sanırım Barış Akademisyenleri ve sonrasında yaşanan sürecin en önemli etkisi, kendini iktidara karşı koruyabilecek geleneklerden, teamüllerden, korumalardan mahrum olan üniversiteye iktidar blokunun, AKP bürokrasisinin ya da doğrudan Erdoğan’ın, adına ne dersek diyelim, nasıl tanımlarsak tanımlayalım, iyi-kötü bir biçimde var olan akademisyenliği -bir meslek olarak akademisyenlikten söz ediyorum, üniversiteden değil- üniversiter alandan sürmek için kullanması oldu. Üniversiteye siyasal iktidar aygıtlarıyla bile değil, cebren girip akademisyenleri hacir altına almaya kalkışan ve böylece mesleği de yeniden biçimlendirmeye kalkan bir girişimdi. BAK vakasının bu şekilde kullanıldığı, bunun için koçbaşı yapıldığı, üniversiteye yönelik harekât için böyle bir motivasyon, böylesi bir fırsat sundu ve Fethullahçılar gibi “sızma” yerine tehciri tercih ettiğini düşünüyorum.

Göze Orhon: Şimdi bu toplantıya gelmeden önce aslında “üniversite özelinde ben ne söyleyebilirim” gibi şeyler geçiyordu aklımdan. Bir süredir düşündüğüm bir şey var: Bir kültürel sembolün dönüşümüne işaret ediyor bu. Burada “kültürel sembol”den kastım “akademisyen” ifadesi. Bu akademisyen ifadesi nereden çıktı? Bir süredir kafamı meşgul eden bir şey aslında. Çünkü bu yeni bir terim. Ve bazen kültürel terimlerin, sembollerin değişmesi, ethos’un da değişmesinin semptomu olarak okunabiliyor gibi geliyor bana. Biraz benim kendi deneyimim de böyle. Ben 2006 yılında asistan oldum. Ve aşağı yukarı o dönemde yaygın kullanılır hale geldi bu ifade. Ondan önce asistan olunuyordu, işte öğretim üyesi olunuyordu ya da hoca olunuyordu, vesaire. Başka türlü bir geleneğe işaret ediyormuş bu adlandırmalar, gibi geliyor.

O geleneğin önemli yanlarından bir tanesi, en azından benim içinden geldiğim yer itibarıyla, belki pek çokları için aynı şeyler geçerli. Akademisyen ve entelektüel ayrımının birbirinden bu kadar sıkı bir biçimde koparılmamış olduğu bir yer. Bir önceki gelenekte, yani bizden önceki gelenekte, bu ikisi arasındaki bağın daha sıkı olduğunu düşünüyorum. Yani üniversite hocası dediğimiz insanın edebiyatla da iştigal ediyor olması, sinema da biliyor olması, dünyaya ilişkin dertlerinin de olması falan gibi bir gelenek tanıyorum. En azından kendimden önceki nesilde. Bizim nesilde ne oldu, diye düşünüyorum hâlâ. Yani “akademisyen” olan nesilde ne oldu? Bence bu gelenek düştü. 2003’ten sonrasını konuşuyoruz ve burada söylenen her şey aslında bu akademisyen teriminin nereden çıktığı üzerine düşünme mesaime de temas etti aslında. Bir parça asistan profili değişti galiba 2006’dan sonra. Bunda işte Eylem’in hatırlattığı üzere ÖYP’nin etkisi var, çok sayıda üniversite açılmasının etkisi var. Ama başka şeylerin de etkisi var, daha içsel şeylerin de etkisi varmış gibi geliyor bana. Çok hızlı bir uzmanlaşmaya gitti sanki 2003’ten sonra üniversiteler. Yeni ve niş birtakım alanlar ortaya çıktı. Yani kendi alanım üzerinden örnek verirsem, “yeni medya” alanı. Uzmanlık isteyen, kolay kolay sızamayacağınız ve belli başlı isimlerin olduğu, onların yayın yaptığı, dar, niş bir alan. Yer yer teknik, kendi diline sahip ve bu açıdan dışlayıcı bir alan. Yer yer kendi teknik evreninde kendini tekrar eden bir alan. Uzmanlaşmadan ve daralmadan kastım böyle şeyler. Bununla uzantılı, bununla bağlantılı düşünülebilecek şeylerden bir tanesi bu projeler meselesi. İlker’in söylediği hatırlattı biraz. İşte proje dediğimiz şeyin atama yükseltme kriterlerinde çok önemli hale gelmesi ve projeler etrafında akademisyenliğin örgütlenmesi, bunun teşvik edilmesi, hatta proje yapmanın akademisyenliğin olmazsa olmazı haline gelmesi. Alınan asistanların projelerde istihdam edilmesi, bunun bir ayağı Avrupa Birliği projeleri, bir ayağı piyasayla yapılan projeler, işin dokusunu da bir parça değiştirmiş gibi geliyor bana. Aynı şekilde üniversite popülasyonunun artmış olması, çok dramatik bir artış, 74 bin akademisyenden 175 bin akademisyene büyüyen bir rakamdan bahsettiniz. Biraz da aynı şekilde niteliği de dönüştüren bir şey.

Ama çok özce söylersem, sanki iki dönem arasında bir gelenek farkı var. Bir gelenek farkına işaret ediyor. Ve o gelenek farkının en önemli alametifarikası akademisyen dediğimiz insanla entelektüel dediğimiz insanın birbirinden gittikçe ıraksamasıymış gibi geliyor bana. Bu da niteliğe ilişkin büyük bir değişime işaret ediyor bence.

Eylem Ümit: Göze’nin söylediği bir şeyi tamamlamak üzere: Bu tam alanların belirlenmesi ve alanların hani daha uzmanlığa, böyle bir kompartmanlara ayrılmasıyla ilgili bir şeyi biraz önce söylediğim Bologna Süreci’nin getirdiği bir şey olduğu için, hemen Göze’den sonra söz almak istedim. Bologna Süreci, bizim geleneksel disiplinlerin adını, bilimlerin adını, kürsülerin adını değiştirdi. Ve bunu dayattı aslında. Bu da meslek edinme, mesleklere özgü, piyasanın istediği talepleri karşılayan bir dizayndı. Örneğin hukukta, Roma Hukuku’ndan hoşlanmaz piyasa mesela. Tam Göze’nin söylediği, şu “entelektüellik veya entelektüel olma kaygısı vardı akademisyen için, ne oldu?”nun yanıtı gibi bu. Roma Hukuku’ndan hoşlanmadılar mesela. “Roma Hukuku’nu ne anlatıyorsunuz, ne işe yarayacak avukatın?” dediler. Ve biz tam o dönemde, 2006’da cansiperane Hukuk Fakülteleri, geleneksel hukuk fakülteleri, “Roma Hukuku kürsüsü kapatılamaz!”ı savunduk. Hatırlarsınız belki Cumhuriyet gazetesinde, gazetelerde köşe yazıları yazıldı, manşetler atıldı. Yani “bir hukukçunun arka planıdır, entelektüel birikimidir” diye tuttuk Justinianus’u savunduk. Bu da tam Göze’nin söylediği şeyi tamamlayan bir şey ve 2006’nın arkasından Bologna bize “şu dersi çıkar, kürsüye bu ismi ver”, direktifleri ile yeni alanlar enjekte etti üniversiteye, yeni bölümler oluşturdu.

Serdar Tekin: Ben şeyi ekleme ihtiyacı duydum. Şimdi sayılar konuşuldu, tabii kısmen konuşuldu. Üç şey var: (1) Üniversite sayısındaki artış. Zaten muazzam bir artış. Her ile bir üniversite kâbusunun nihayet gerçekleştiği ve belli bazı illere birden fazla sayıda da üniversitenin -sadece büyük illeri kastetmiyorum- açıldığı bir manzara. (2) Akademisyen sayısındaki artış. Polat’ın verdiği sayı doğru. (3) Ama bir de öğrenci sayısındaki artış var. 2006’da YÖK bir stratejik plan hazırladı. İlk kez oturup böyle bir çalışma yaptılar. Hatta başını İlhan Tekeli hocanın çektiği bir girişimdi yanılmıyorsam. Temel argümanlarından biri şuydu o stratejik planın: “Türkiye’de üniversiteleşme oranı fazlasıyla düşük. Dolayısıyla yükseköğretim arzını artırmamız lazım.” Ki bu olgusal olarak yanlış bir tespit değildi. Yani muadil ülkelerle karşılaştırıldığında, 2006’da Türkiye’de üniversiteleşme oranı gerçekten düşüktü. Bunun artırılmasına dönük planlama yapmak da yanlış bir iş değildi dolayısıyla. Rapor öğretim üyesi sayısının oransal olarak öğrenci sayısından daha fazla artırılmasını öngörüyordu, ki böylece öğretim üyesi başına düşen öğrenci sayısında orta vadede bir azalma olabilsin. Ve bunu da bir çeşit niteliksel gelişme stratejisi olarak takdim ediyorlardı. Şimdi orada önerilen şeylerin bazıları zaten yapılmadı. Yapılanlar da olabilecek en kötü şekilde yapıldı. Nihayetinde on yıllık süre içinde öğretim üyesi sayısı planlanan oranda, ama öğrenci sayısı planlananın yaklaşık 3-3,5 katı oranında arttı. Sonuç olarak ne oldu? Öğretim üyesi başına düşen öğrenci sayısı azalmadı, aksine kat kat çoğaldı. Dolayısıyla aslında Türkiye’deki üniversite rejimine bir bütün olarak baktığımızda, bütün bu siyasal baskı, tasfiyeler vesaire olmasaydı dahi, üniversite sisteminin girdiği yol sadece sayılar itibarıyla bile zaten korkunç bir vasıfsızlaşma yoluydu. Ve en kötüsü de bunun artık geri döndürülemez olması. Son derece kötü doktoraların üretildiği, çok sayıda insanın uyduruk doktoralarla akademisyen olduğu, ama aynı zamanda öğretim üyesi başına düşen öğrenci sayısının yine de mütemadiyen yükseldiği bir sistemden söz ediyoruz. Dolayısıyla vasıfsızlaşma geri döndürülebilir bir süreç olmaktan çıktı artık, o sınır geçildi.

Başka bir şey daha var bu genel portreye eklemek istediğim: Hepimiz meseleyi farklı yerlerinden anlatıyoruz, filin neresinden tutuyorsak orasını tarif edercesine... Doğru, ortada koca bir fil var çünkü. Toparlamaya çalışarak düşündüğümde ama üç temel dinamik öne çıkıyormuş gibi görünüyor bana. (1) Piyasalaşma, bunu söyledik. (2) Kadrolaşma ve özellikle partizan kadrolaşma. Bu sadece bir cemaat meselesi değil. Cemaati haklı olarak vurguladık, çünkü özel olarak çalıştılar ama AKP’nin çok özel bir biçimde arzuladığı ve uzun süre cemaatle birlikte, sonra da cemaatle rekabet halinde yürüttüğü ve şimdi de tek başına yürüttüğü muazzam bir partizan kadrolaşma süreci işliyor.

Nilgün Toker: MHP de var aslında.

Serdar Tekin: Artık MHP de var.

Nilgün Toker: Epeydir var.

Serdar Tekin: İktidar blokuna girmeden önce kendi özgücüyle ne kadarını becerebiliyorsa o kadar kadrolaşıyordu MHP. 2015 sonrasında ise, doğru, iktidar nimetleriyle bunu yapıyorlar. Piyasalaşma ve kadrolaşmanın yanı başına ekleyebileceğimiz diğer noktayı da söyleyeyim ama hemen: (3) Taşralaşma. Bunun bir boyutu biraz evvelki sayılar meselesiyle ilgili, ama elbette ötesi de var. Velhasıl bu üç dinamik -piyasalaşma, kadrolaşma, taşralaşma- 2003’ten beri üniversite rejimini dönüştüren ana akslar gibi görünüyor. 

Nilgün Toker: Ben de aslında biraz da dışarıdan bakmak isteyeceğim. Aslında Göze’nin dediği bir şeyle düşündüm. İçinizden, yaşı gereği biraz daha bu geleneğin içerisinden gelen birisi olarak, entelektüel olma iddiasındayken birden tapu kadastro memuru akademisyenlerle yüz yüze kalmış süreci yaşadığım için üniversite içinde… Aslında 2003’ten itibaren, belki biraz öncesi de var ama bu taşralaşma bahsinde önemli olmasını gerektiğini düşündüğüm bir mesele var. Ben üniversitenin işlevinde çok önemli bir farklılaşma olduğu kanaatindeyim, yani üniversitenin işlevinin bir hayli ekonomik bir tarife büründüğünü düşünüyorum. Mesela, bu taşralaşmanın arkasında da Serdar’ın dediği şeyler var doğru ama ben esas olarak bunun bir ekonomi politik olduğu kanaatindeyim. Bourdieu’nün meslek olarak akademisyen tariflerine temas etmemin sebebi de oydu. Akademisyenliğin bir meslek olarak görülmesinden daha çok artık üniversitenin bir “işyeri” haline dönüşmesinin yarattığı farklılaşma önemli gibi burada. Her ile bir üniversite açılmasının, tamam ideolojik yayılma gibi çok yanları var ama esasen o kentlerin ekonomisine dair de bir hesapla düşünüldüğü kanaatindeyim. Böylece hem üniversitenin varlığı, özellikle de üniversite öğrencileri ekonomik bir malzemeye dönüştürüldü ve üniversitenin işlevi de bir tür kalkınmaya eklendi gibi geliyor. Bence bu çok önemli bir farklılaşma. Üniversitelere farklı farklı işlevler yüklenmiştir tarih boyunca ama -bir iş alanı, meslek alanı olarak da daha önce karşılaşılmış olabilir- tümüyle bir ekonomik kalkınmanın partneri halinde getirilmesi, bence bu Amerika’da da, başka ülkelerde de olan bir taşralaşma ama bizde tabii ki her zaman olduğu gibi bunun da sağ popülizmle yapılmasının önemli sonuçları olduğu kanısındayım. Üretim ekonomisinden tüketim ekonomisine geçilen bir zamanda, tüketicinin, dolayısıyla piyasanın genişlemesini sağlayan bir etki beklendi taşra üniversitelerinden bence. Bunun sonucu, öğrenci sayısının artırılması, yeni sistemler getirilmesi, kalitesizleşme gibi süreçler sonunda, üniversitelere akademik ölçütler değil, ekonomik ölçütler hakim olmaya başladı. Akademik ölçütlerin erozyona uğraması, üniversitelerin de buna razı olması, merkez üniversitelerin bile kolayca razı olması, ekonomik kalkınmanın partneri haline getirilmesini üniversitelerin kolayca sindirmiş ve kabul etmiş olması, sadece kurumsal olarak üniversitelerin değil, bizzat akademisyenlerin de bunu sindirmiş olması… Akademisyenlerin, yazdıkları makale sayısına göre para almaya itiraz etmemeleri, esasen ticari ölçütlere dayanan puanlama ölçütlerine itiraz etmemeleri, maddi ölçütlerle, ekonomik ölçütlerle akademik yapıların değerlendirilebilmesine rıza göstermiş olmaları… Ekonomi politik dediğim şeyin sonucu tüm bunlar olmadı mı?

Polat Alpman: Aslında söylemeye çalıştığım şey tam da bu, bu analizi geliştirmeye dönük bir şey. Burada şunu atlamamak lazım. Bu kadar piyasalaşan, bu kadar “prekarize” hale gelen şey meslek değil. Meslek olabilme becerisini bir türlü kazanamamış, özerkliğini elde edememiş, sürekli hükümetlerin çizdiği idari sınırlar içerisinde rüştüne erişmesi engellenmiş bir alanda yer alan kişilerden söz ediyoruz. Mesela az önce siz de geleneğe müracaat ettiniz. Göze Hocam da benzer bir şey söyledi. Peki, neredeydi bu gelenek? Bu gelenek, hakikatten Türkiye’deki üniversitelerde, akademide vardı da ben mi kaçırdım? İçinde bulunduğum, talebe ve hoca olarak dahil olduğum ve tanık olduğum yere baktığımda “bacasız fabrika” olmaya çok heveslenen ve bunu gerçekleştirmeyi yegâne hedef belleyen, bunu olağan ya da normal gören bir perspektif görüyorum. Üniversiteyi ekonomikleştirme meselesi, sadece üniversiteye has bir mesele olarak karşımızda değil elbette...

Nilgün Toker: Ama şimdi üniversiteyi okuyoruz, konuşuyoruz.

Olcay Akyıldız: Üniversitenin ekonomikleştirilmesi meselesinde ben de kısacık araya girmek istiyorum. Melih Bulu’nun Boğaziçi ile ve tüm kamuoyu ile övünerek paylaştığı üniversiteyi iyileştirme projeleri de benzer dinamikler üzerine kurulu. “İnovasyon ekosistemi, girişimcilik ve sektörle işbirliği” öncelikler olarak beliriyor. En son Boğaziçi Üniversitesi web sayfasında da öne çıkan bir etkinlik haberinde kendisinin “Boğaziçi Üniversitesi Türkiye’nin girişimci fabrikası konumundadır” mealinde sözler ettiğini okuyabiliyoruz.

Polat Alpman: Bütün bir düzenleme pratiğinin bu şekilde yeniden düzenlendiği bir yerde, üniversite Fransa’da da olsa -az evvel temas buyurduğunuz gibi- Amerika’da da olsa, her şey değişirken tabii ki üniversite de değişecek. Şununla bağlayayım: Kamusal entelektüellik pratiği ile akademisyenlik mesleğini bütünleştirmeye çalışıp oradan bir tip olarak akademisyen inşa etme çabasının gerçek hayatta bir karşılığı var mıydı? Sadece bugün için değil, öncesinde var mıydı? Yoksa bu AKP ile mi erozyona uğradı? Entelektüel ile akademisyen arasında bir fark gözetilmesi gereklidir ve akademisyenliğin bir meslek olarak ne olduğunun, neye hizmet ettiğinin de bu fark üzerinden tartışılması gerekir. Bu yüzden meslekî haklarının olması, -tıpkı Meclis’teki kürsü dokunulmazlığı gibi- derse girip anlattığı konu, verdiği ödev-okuma ya da ölçme-değerlendirmeyle ilgili serbest ve hür olması ve bunun korunması… Bir örnek vermek istiyorum, antropolojiyle ilgili dersinde “bütün devletler katildir” ya da benzer bir şey dediği iddiasıyla öğrencisi tarafından rektörlüğe ihbar edilen akademisyen KHK ile ihraç edildi. Sınıfta anlattığı, bağlamı sadece kendisi tarafından kurulan ve orada müzakere edilmesi gereken bir cümlenin meslekten men edilmeye vardırılmasına kim karşı koyacak, bir konuyla ilişkin hangi cümlenin kurulup kurulamayacağına kim karar verecek? Peki, bu akademisyenin haklarını kim koruyacak? Eğer sadece kendisiyle sınırlı bir meslekî güvence tanımlanıyorsa bir meslek olarak akademisyenlikten söz edilebilir mi? Bunu bir de taşra üzerinden, taşradaki üniversiteler ve onların idari ve meslekî düzenlemeleri açısından düşünelim. Bu kişinin meslekî olarak korunabilmesi için akademisyenlik mesleğinin ethos’unun ve pratiğinin oluşması gerekir. Tıpkı bir hekimin tedavi sırasında kendi meslekî ethos’unun ve pratiğinin korunması gibi. Homo Academicus benzetmesini paranteze alarak eleştirmemin nedeni bu. E muhterem Bourdieu, sen Fransa’da bu lükse sahipsin, meslek olarak akademisyenliği, fakültelerin yapısını, kadroların dengelerini orada eleştirebilirsin. Keşke biz de Türkiye’deki pratiği eleştirebilecek konuma erişebilsek gibi bir şey söylemeye çalışıyorum.

Nilgün Toker: Bütün bunlarda haklısın. Kendisine özel bir hak alanı tarif edilmemiş akademisyenlerin var olduğu bir tarihe sahip olduğumuz ve bunun üniversite özerkliği ile ilintili bir mesele olduğu kesin ve onu tartışmalıyız zaten. Zaten üniversitelerin bu kadar kolay ekonomik partner yapılmasına rıza gösterebilmesi de, o kadar sağlam bir geleneği olmadığını gösteriyor. Ancak yine de tümüyle görmezden gelemeyeceğimiz bir değeri ve geleneği de var üniversitelerin. 77’de üniversiteye başlamış birisi olarak kendi tanıklığımdan hareketle söyleyebilirim ki, doğru, akademiler her zaman zorun altında teslim olmuştur, şudur budur ama teslim olmuş bir akademisyenin bile -benim Ege Üniversitesi’ndeki hocalarımdan birinin bile- bir akademisyen soruşturmasını yine akademik referanslarla yapmaya çalıştıklarını hatırlıyorum. Farklı görüşte olabilir, görüşlerine katılmıyor olabilir, ama kurum onu korumasa bile, özerklik sağlam olmasa bile içinde bulundukları habitus nedeniyle akademisyen ahlâkına bağlı bir tutum ortaya koyabiliyorlardı. Benim gözlediğim çok ciddi bir habitus farklılaşması var. Yani gelenek çok sağlam olmayabilir ama en azından eski üniversiteler için bir akademik habitus’un olduğunu söyleyebiliriz. O habitus’ta da katılmadığımız şeyler olabilir tabii.

Serdar Tekin: Polat söylerken çok benzer bir şey benim de aklıma geldi. Gelenek dediğimiz şeyi belki iki başlıkta düşünmemiz lazım. Bunlardan biri akademisyenliğin kendi normlarıyla ilgili bir gelenek meselesi. Bu vardı Türkiye’de. Bu bir direniş geleneği değildir, bir meslek ethos’udur. İkincisi ise kurumsal özerklik geleneği. Bu Türkiye’de zaten hiçbir zaman gerçekten oluşamadı. Dolayısıyla Türkiye bağlamında bir gelenekten nispeten anlamlı bir şekilde bahsedeceksek bu meslekî ethos’la ilgilidir. Nilgün buna habitus dedi. Bir akademik habitus vardı, bu doğru.

Nilgün Toker: Habitusa ilişkin çok acayip bir örnek vereceğim.

Polat Alpman: Buna ben de katılıyorum.

Nilgün Toker: 12 Eylül öncesinde de, 12 Eylül’den sonra da üniversite okumuş birisi olarak, 12 Eylül döneminde çok da devletçi olan bir hocanın sınıftaki bir öğrenciyi almaya gelen polisleri sınıfa sokmadığını hatırlıyorum. Şu nedenle: “Sınıfa giremezsin” dedi sadece. Aslında hiç de öğrenciyle aynı fikirde değil, devlete falan da karşı değil. Dışarıda onun tutuklanıp tutuklanmaması umurunda da değil. “Dışarı çıkınca al, benim sınıfıma giremezsin” dedi. Şimdi böyle bir öğretim üyesi var mı? Habitus derken bundan bahsediyorum. Tam Serdar’ın dediği gibi, kendi meslek ahlâkını büyük ölçüde taşıyan ve belki de -Göze’nin bahsettiği- bir tür entelektüel pozisyonunu da tartışabileceğimizi düşündüğümüz insanlar vardı şu ya da bu seviyede. Onların direnmemesi ayrı bir tartışma, o da önemli bir tartışma, hiç tartışmayalım falan demek istemiyorum. Niye bu yıkıma bu kadar kolay seyirci oldular?  Bence işte kendi alışkanlıklarını sürdürebildikleri kadar sürdürdüler, sürdüremeyenlerin çoğu da ya emekli oldu, ya istifa etti ya da atıldı. Tabii bir de kuşaklar meselesi var ve bu habitus’u taşıyan kuşaklardan çoğu insanın üniversitelerde olduğu kanaatinde değilim. Benim esas dikkat çekmeye çalıştığım mesele şu: Üniversitelere ekonomik bir işlev atfedilmesi, aynı zaman da tam Göze’nin değindiği şeye geleceğim, doğal bir şekilde üniversiteler aracılığıyla anti-entelektüalizmin de beslenmesine yol açtı. Yani anti-entelektüalizm dediğimiz şey sadece devlet-iktidar ideolojisi değil, taşra üniversitelerinden, periferideki üniversitelerden yayılan ve hatta bizzat o üniversiteler içinde oluşan bir anti-entelektüalizme de yol açtı. Taşradan gelen elitizm eleştirisine eklenen bir anti-entelektüalizm. Uzmanlaşma da, “işine bak ama başka bir şey yapma” bakış açısı da buna katkı yaptı. Bir ortam olarak üniversite, bir habitus’un da aktarıldığı yerdi, bir akademisyenin sahip olması gereken bir alışkanlıklar formu olduğu düşünülüyordu; içine girdiğiniz andan itibaren bir tür yeniden biçimleneceğiniz, dönüşeceğiniz bir akademik yaşam tarzı olduğunu hissedebilirdiniz. Buna “ethos” demiyorum çünkü o kadar da köklenmiş bir bilinç hali olduğu kanısında değilim ama daha çok bir alışkanlıklar, davranış biçimleri kodlarının söz konusu olduğunu düşündüğümden “habitus” diyorum. O ortam size sadece bilgi öğretmeyen, bir “kültür” aktaran bir ortamdı. İşte tüm bu öğrenme süreçlerini, habitus’u ortadan kaldıran bir şeyler oldu bence -Göze’nin verdiği tarih- 2006’dan beri. Aslında daha öncesinde başlayan, bir merkezî sınav rakamıyla görmeden asistan almaya başladığımızda, kaç öğrenci alacağımıza kendimiz karar verememeye başladığımızda üniversite denen şeyin kendi habitus’unu aktaracak mekanizmalar da bozulmaya başladı. Böylece bir formasyon alanı olarak da üniversiteyi ortadan kaldırıyorsunuz. O zaman, ısrarla söylüyorum, bu yeni yapı akademisyenin antropolojik olarak varoluşunu imkânsız kılan bir yapıdır; burada akademisyen ya memura dönüşür ya da bilgi ve yarar ilişkisine odaklı başka bir şeye dönüşür. Daha fazla uzatmayayım. Sayıların bana söylediği şey bu. Üniversitenin işlevinin dünyada da ama bizde de çok ağır bir şekilde değiştiği ama buna Türkiye’de eşlik eden bir şey, belamız oldu: Sağ popülist bir ideoloji ile üniversitelerin kendisi entelektüalizme karşı bir başka türden yeni habitus’lar geliştiriyorlar. Galiba karşımızdaki en büyük problemlerden birisi de bu. Bütün bu sürecin içerisinde devlet var, iktidar var. Kısacası, 2003’ten bugüne kadar değişen şey neydi diye soracaksak, bunun piyasalaşmaya eşlik eden yeni bir tür rejim yapısı olduğu kanaatindeyim.

Burak Onaran: Teşekkürler. Söz isterken konuşulanlar üzerinden bir iki noktaya temas etmek istemiştim, ama Nilgün konuşurken eklemek istediğim parantezler birikti. Eğlenceli bir hikâyeyle başlayayım. Bir ara 1970’lerdeki gazeteleri tararken Türk Tabipleri Birliği’nden miydi, tam hatırlamıyorum, sorumlu, yetkili bir hekimin başlığa çıkarılmış, mealen şöyle bir sözünü okumuştum: “Biz de halkımızın kanserden ölmesini isteriz.” Polat’ın Bourdieu’ye hitaben söyledikleri bu başlığı hatırlattı… Hekim de çünkü halkımızın az gelişmiş ülke hastalıklarından, koleradan, tifodan öldüğünü, gelişmiş ülke vatandaşları gibi kanserden ölecek kadar yaşamadığını söylemeye çalışıyordu. Öte yandan tabii, halkımız hep bir örnek olmadığı gibi üniversitelerimizin de hepsi aynı değil. İlker’in söylediği gibi, bazı üniversitelerimizde, tifo ve koleradan değil, kanserden ölme lüksü akademisyenler için sağlanmış durumda. 2003 sayısını merkeze alarak bir geçmiş muhasebesine kalkışırsak ben krizin iki ana ekseninin sabit olduğunu düşünüyorum. Bunların biri piyasalaşma, öbürü de YÖK ile sembolleşen merkezî devletin üniversite üzerindeki hakimiyeti. Bazı özellikleri çok derinleşmiş, bu derinleşme bazı açılardan niteliksel farklar yaratmış olsa dahi her iki eksen 2003’te mevcuttu, hâlâ da mevcut. Hatırlıyor musunuz 2003 sayısının kapağındaki fotoğrafı? Kenan Evren’in İstanbul Üniversitesi’nden fahri hukuk doktorası alma töreninden, yanında Doğramacı ve cübbeli hocalarla bir fotoğrafı var. Bir de bu sayıdan iki sene önce Birikim’in yayımladığı bir “Bilgi Çağı Eşiğinde Üniversiteler” sayısını hatırlayabiliriz. Onun da kapağında İstanbul Üniversitesi’nin kapısında, elinde tüfekle nöbet bekleyen bir asker var. İki görsel de 2000’lerin başında üniversite alanındaki sorunlara dair bir mesaj iletiyor. Bir de şöyle kişisel bir not düşeyim. Ben hasbelkader iki dergiye de yazmıştım. Ama Birikim’deki yazıyı kendi adımla yayımlatmış, Toplum ve Bilim’deki yazıda ise müstear kullanmıştım. Zira tam o sene, yani 2003’te cevap beklediğim bir YÖK bursu başvurum vardı. Birikim’deki sayıda da, bazı arkadaşlarımın müstear isim kullandığını hatırlıyorum... Velhasıl bugünküyle kıyaslamak istemem, ama 2000’lerin başında da akademisyenlerin, en azından bizim gibi yeni başlamışların “yazdığım yazı, söylediğim söz beni işimden, bursumdan edebilir” kaygısı taşıdığını açıkça gösteren emareler bunlar. Takip eden yıllarda bu endişede önce bir azalma olduğunu,  daha demokratik bir üniversite kültürü, rejimine dair bir beklenti ufku yaratan bir dönem geçirdiğimizi düşünüyorum ben de. Bunda bir etki de 12 Eylül tasfiyeleri sonrasında üniversitenin yeniden inşa edilmesine, diriltilmesine yeten bir sürenin geçmiş olmasıdır sanırım. Tasfiyenin etkilerinin kısmen tamir edildiği, sonrasında üniversitelerde yer bulabilen nitelikli kadroların yetiştirdiği 1990’lardaki mezunların, 90’ların ortalarındaki öğrenci hareketliliğine katılmış olan kuşağın üniversitelerde çalışmaya başlaması önemli bir etken kanımca. Onların varlıkları, sorgulamaları da olumlu yönde bir değişime dair bir ufuk, bir beklenti yarattı. Ama öte yandan somut olarak, düzen değişmedi ve bu iyimser ufuk ortadan kalktı. Bu bakımdan 2003’teki sayıda da sorunun ana eksenlerinden biri olarak işaret edilen YÖK’ün olduğu yerde durduğunu düşünüyorum. Pek tabii tek adamlaşmış bir rejimde hemen her kurum talileşiyor, görüntüde tamamen arka plana doğru kayıyor. Fakat iktidarın üniversitelere dair keyfî uygulamalarında bu 12 Eylül mirası kurumun ne kadar işe yaradığını hep gördük, hâlâ da görüyoruz. 2003’te işaret edilen diğer kriz aksı olan piyasalaşmayı da benzer bir şekilde, bir süreklilik içinde değerlendirebiliriz. İçinde bulunduğumuz, iktidarın keyfi ve fütursuz uygulamalarıyla belirlenen kriz halininde talileşiyor o sorun da.  Ama sonuçta piyasanın değerleri, kıymetli-kıymetsiz iş kriterleri, çalışma nizamı, öncelikleri üniversitelere yaygınlaştırmış durumda. Velhasıl süreklilik içerisinde bir anlatı kurmaya çalışırsak, farkları olmakla beraber 2003’ün tespit ettiği iki temel sorun eksenini otoriter bir rejimin keskinliği altında yaşamaya devam ediyoruz da diyebiliriz.

Bir de, entelektüel-akademisyen ayrımına dair bir iki bir şey söylemek istiyordum. Piyasanın içselleştirilmesi bahsinin de bir devamı olarak… 2002-2009 arasında doktora için Fransa’daydım. Mimar Sinan Üniversitesi’ndeki işime geri dönünce, arada özellikle öğrencilerin akademisyenliğe yaklaşımlarında önemli bir değişiklik olduğunu fark ettiğimi hatırlıyorum. “Ben akademide kalmak istiyorum, bunun için hangi çalışmayı yapmam, hangi alana yönelmem daha iyi olur?” türü taktik sorularıyla sıkça karşılaşmaya başlamıştım.  1990’ların sonunda akademisyenliği salt bir iş olarak tarif edip, hocalara bu şekilde sorular yöneltmek âdetten değildi diye hatırlıyorum. Tabii bu pratikteki durumu yansıtmıyor olabilir. Herkesin belli bir idealizmle üniversitede çalışmaya başladığını iddia edecek değilim. Demek istediğim belki de yaygınlaşan bu pratiğin açıkça dile getirilebilir, söze dökülebilir olmadığı bir dönemdi. Öğrencilerin bu yeni tür soruları yöneltmesi hem bir kuşak farkının, piyasa kültürünü içselleştirmiş olmalarının sonucu, hem de üniversitenin piyasalaşmış olmasının, akademisyenlerin de zaten mesleklerini bu şekilde yapıyor, konularını aynı kriterlerle seçiyor olmalarıyla ilgili. Hangi konunun, alanın önü daha açık, hangisi daha bereketli... Kendi kuşağıma, yani 90’ların sonu 2000’lerin başında akademisyenliğe başlamış olan jenerasyona bakınca, hem üniversitenin piyasaya entegrasyonu, onun içselleştirilmesini hem de olumlu anlamıyla eski düzenin alameti olan kariyer paternlerini bir arada görebiliyorum. Ben şanslılardandım doğrusu, çünkü 1997’de lisansı bitirdikten sonra asistan oldum. Ardından YÖK bursu aldım, Fransa’ya gittim doktoraya. Sonra aynı kurumdaki kadroma geri döndüm. Bir gün bile iş bulmak için yazmak, proje yapmak zorunluluğu hissetmedim. Bu yüzden birbirinden farklı konular çalışırken gocunmadım, endişelenmedim. Akademik piyasa mantığının kariyer planlaması açısından hiç rasyonel değil bu tabii. Aynı dönemde bazı arkadaşlarımın bu şansa sahip olmadığını, yeni kariyer paternlerine göre konu, alan seçtiklerini de biliyorum. Daha evvel de söylendiği üzere üniversitenin piyasa zihniyetiyle entegrasyonu tabii 2003 sonrası başlamış değil. Akademisyen-entelektüel ayrımı daha da eski… Ama günümüzde 2003’ten farklı olarak artık her ikisinin de sorgusuz içselleştirmiş hale geldiğini düşünüyorum. Tamamen normalleşmiş durumda. 2003 sayısını hatırlarsak tekrar, Nalbantoğlu’nun daha önce de zikrettiğimiz makalesinde mesela adressiz bir polemik dili vardır. Muhatabını ismen zikretmeden birtakım akademisyenlerin nasıl piyasa mantığıyla iş yaptıklarını eleştirir. Ama layıkıyla, hakiki bir entelektüel merakla işlerini yapabilenlerin olduğunu, bunun imkân dahilinde olduğunu göstermeye çalışır. Benzer bir tını 2001’de yayımlanan Birikim’in “Bilgi Çağı Eşiğinde Üniversiteler” sayısında da var. Akademisyenliğin meslek ahlâkına, ilkelerine uygun olarak yapılabilirliği, entelektüelin sorumluluğuyla akademisyenin görevi arasındaki paralelliklere dair vurgular mevcut o sayıda da. Üniversitelere, akademisyenliğe dair bir umut göstergesi bunlar. Takip eden yıllarda bana bu beklenti epey aşındı, hatta neredeyse kayboldu gibi geliyor. Belki de zaten 2000’lerin başında, akademisyenliğe, üniversiteye dair böylesi beklentilerin bu kadar sık dile getirilmiş olmasının kendisini bir aşınma, tehdit altında olma emaresi olarak görmek gerekir. O yüzden soruyu başka şekilde mi formüle etmek lazım belki diye düşünüyorum. Yani, üniversite ve akademisyenleri bozulma içinde görmek, bir hatırayı, yok olup gitmekte olanı çağırmaya çalışmak nafile mi acaba? Biz akademisyenlikte bazı nitelikleri tarif ediyoruz, ama bu nitelikler uzun süredir aşınıyor. Belki de artık onlara ihtiyaç kalmadıkları için aşınıyorlar. Üniversitenin etrafındaki dünya değiştiği için, piyasanın hakimiyeti, siyasetin değişen biçiminden ötürü, artan öğrenci nüfusu nedeniyle, bilginin niteliği ve kullanımındaki değişim nedeniyle akademisyenlerin kariyer yapıları, işlere yaklaşımları da değişiyor. Sonuçta, 2000’lerin başında kısmen var olan eski ile yeni arasında olma halinin, akademik değerler açısından sürecin geri döndürülebilirliğine dair umudun, o beklenti ufkuna dair iyimserliğin tükendiği bir yerdeyiz sanki.

Nilgün Toker: Soruyu sertleştirelim. İhtiyaç yoksa niye böyle bir akademik özgürlük peşindeyiz?

Burak Onaran: Evet evet, ihtiyaç anahtar kelime gerçekten de… Ne işe yarıyor üniversite, hangi ihtiyaca cevap veriyor akademisyenler? Bunlara gerçekçi cevaplar vermek gerekiyor. O gerçeğe itiraz etme, onu değiştirme inadına mani değil bu...

Nilgün Toker: Yani akademik özgürlüğe ihtiyaç duyan akademisyene ihtiyaç da olmayabilir aslında.

Menderes Çınar: Akademik özgürlüğe ihtiyaç duymayan akademisyene ihtiyaç duyan, o tipi arayan bir akademimiz olduğu çok doğru ve güzel bir ifade. Bunun birkaç veçhesi olduğunu düşünüyorum. Birincisi akademik araştırmanın parametrelerini çizmek isteyen, bazı durumlarda ona bir siyasi misyon yükleyen iktidarlarımız. İşte Kürt meselesini çalışmak zordu, 28 Şubat sürecinde belli bir laiklik anlayışının bilimsel gerçeklik olarak mutlaklaştırması bekleniyordu üniversitelerden. Eskiden yine belli bir serbestlik alanı vardı. Bugün o serbestlik de risk altında. Son anayasa referandumu öncesindeki kamusal tartışmalara katılan ya da daha doğru bir ifadeyle katılmasına izin verilen bir tane hukukçu, siyaset bilimci görmedim. Bu durum bence mevcut iktidar ve bilim arasındaki yarığı, bilimin, bilimsel bilginin mevcut iktidar açısından nasıl bir potansiyel tehdit unsuru olduğunu gösteriyor. Belki de o yüzden “yerli ve milli” bilim ve bilim insanı arayışı var. 2015 yılında Özbekistan’da siyaset bilimi yasaklanmıştı, milli olmadığı, Batı düşüncelerini içerdiği gerekçeleriyle. Girdiğimiz yolun ucu buna açık. İkincisi, biraz neoliberalleşmeyle de alakalı. Birçok üniversite kuruldu, programlar açıldı, öğrenciler alındı. Ders verilmesi lazım, fakat hoca yok. O zaman dar kadroyla bütün dersleri kapatma, üstüne bir de yaz okulunda ders verme politikası belirdi. Akademisyenlerin öğretmenleştirildiği bir süreç başladı. Okumanın mesleğin bir parçası ve gereği olduğunu ihmal eden, böyle yaparak hem akademiye hem de ülke olarak geleceğimize kötülük eden bir anlayış bu akademisyeni ders vermediği zamanlarda çalışmıyor sayan anlayış. Bununla bağlantılı olarak akademisyene McDonald’s çalışanı muamelesi yapan bir anlayış gelişti. Yani hem yapılan işi ders verme olarak basitleştiren, hem de o işi doktorası olan herkesin her dersi vererek yapması gerektiğini, yapabileceğini düşünen bir anlayış. İş böyle deskilled olunca, işi yapan da kolayca yenilenebilir olarak düşünülüyor. Bu bakımdan kıymet bilmeyen, birikimin önemini görmeyen bir anlayış söz konusu. Üçüncüsü, hem bu söylediklerimle hem de Polat Alpman’ın işaret ettiği akademinin bir meslek olarak kurumlaşamaması ile ilgili. Bu durum, öğrencilerin vasatlığını ve önyargılarını kıracak, ufuklarını açacak bazı aykırı ifadelerin veya konuların dile getirilmesini zorlaştırıyor. İşte ne bileyim, bir toplumsal mesele olarak tecavüzle ilgili bir değerlendirme yapmak veya bir film göstermek öğrencilerden tepki alabiliyor ve bu tepki etkili olabiliyor. İdare hesap soruyor, uzak dur diyor falan. Bu bir vasatlığa teslim olma, bağnazlaşma eğilimi aslında. Oysa geleceği kurmak, medeni ve özgür bir toplum olmak, önyargılarından arınıp kendimizle ve meselelerimizle yüzleşmek için akademik özgürlüğe ihtiyacımız var. Elbette, bu işi bir meslek olarak tanımlayanların kendilerini gerçekleştirebilmeleri için de.     

Ömer Turan: Ben iki şey söyleyeceğim: Birincisinde kafam daha net, ikincisinde aslında kafamdaki soruları paylaşacağım sanırım. İlki, Nilgün’ün sözünü ettiği “bir şehri kalkındırmak için üniversite açılması”na dair. Zaten rakamlardaki patlama da bunu çok net gösteriyor. Bu bize aslında ikili bir süreç gösteriyor 2003 sonrasına dair. Bir taraftan üniversitenin piyasayla hemhal olması, tamamen piyasa tarafından domine edilen bir alana dönüşmesi süreci var. Ama Türkiye’de öyle bir yükseköğretimde okullaşma oranı var ki, zaten bu kadar üniversite mezununa aslında piyasada ihtiyaç yok. O ikili süreç demeye çalıştığım şey bir taraftan istihdama yönelik bilgi üzerinden işlev kazanan üniversite modelini yaygınlaştırma çabası, öbür taraftan mezunların iş bulabilirlerse bu işin mezuniyet alanlarıyla ilgili olmayacağı kabulüyle bir üniversiteleşme meselesi var. Doktorlara baktığımızda da bunu görüyoruz: 2019 sayıları önümde. Her yıl 10 bin 500 yeni doktora öğrencisi başlıyor. Toplam doktora öğrencisi 100 bin. Bunların hepsi mezun olmuyordur ama bu kadar nitelikli tez yazılmasının mümkün olmadığı da herhalde aşikâr. Ve tabii ki az önce konuşulan anti-entelektüalizmi de besleyen bir şey bu. Şehre üniversite açıyorsunuz, bundan en mutlu olanlar emlak sahipleri. Kira piyasası ona göre şekillenecek, esnaf mutlu olacak, işte “bizim de bir üniversitemiz olacak”. Bu son derece anti-entelektüalist bir proje ve tuhaf bir şekilde piyasadan da kopuk. Hani bir şekilde “oradaki sanayi odasıyla, esnaf odasıyla ortak proje yapalım” söylemi, gerçek hayatta karşılık bulan bir şey değilmiş gibi geliyor bana. İkincisi, bu akademisyen ve kamusal entelektüelin ilişkisine dair gelinen nokta. Söylenenlerde farklı düşündüğüm bir nokta yok. Bir tek buradan sözü Boğaziçi’ne bağlayabilir miyiz diye geldi aklıma. Şunu düşünüyorum aslında: 2016 sonrasında, ihraçlar sonrasında ihraç edilmiş meslektaşların kamusal görünürlüğü ve kamusal çabaları ve kamusal iş yapma inatları bize bu ilişkinin o kadar da kolaylıkla kopmadığını da gösteriyor. İhraç edilen meslektaşlardan biri, Ali Rıza Güngen şöyle demişti: “Bir akademisyeni işinden alıkoymak, ancak bütün tartışma ve itiraz kanallarını tıkayarak ve kamuyu ortadan kaldırarak mümkün olabilir. Dolayısıyla ihraç olanaksızdır ya da ancak kamunun ihracı ve iptaliyle mümkündür.” 2016’da söylüyor Ali Rıza Güngen bunu. Geldiğimiz noktada Boğaziçi’nin kayyum atamasına direnmeye başladığı nokta, aslında tam da Ali Rıza’nın tarif ettiği nokta. Bütün olanakların tıkandığı, kamusal alanın tamamen daraltıldığı bir mecrada oluyor bütün bunlar. Belki buradan minik bir iyimserlik parantezi olarak şuna ulaşmak mümkün: Demek ki akademik kimlik ile entelektüel pozisyon arasındaki ilişki bütünüyle kopmamış hâlâ… Bunu yayın kurulunun farklı toplantılarda hep konuşmuştuk, Serdar (Tekin) bir keresinde şöyle özetlemişti: “Ben aslında BAK sürecini şöyle görüyorum: Bireysel olarak öne çıkmış değiliz hiçbirimiz. Bir tavır olarak kolektif bir şekilde öne çıktık.” Belki Boğaziçi’ndeki süreci buna benzer bir şekilde düşünebiliriz. Kolektif bir duruşla neredeyse bir karşı kamusallık yaratılıyor. Ve Türkiye’nin o giderek daralan kamusal alanında gene de gündeme müdahil olma şansı bu şekilde yakalandı.

Serdar Tekin: Ömer’e hızla eklemek istediğim bir şey var mümkün olursa. Bütün bunları Türkiye akademisinin eleştirel birikimi başlığı altında da düşünmek gerekir. Ve sadece bunları da değil. Barış için Akademisyenler vakası... Vakanın kendi özgül koşulları değil kastettiğim şey. O kadar çok sayıda insanın, 2 bin küsur akademisyenin öyle bir dönemde imza atabilmiş olması... Bunun kendisi bile Türkiye akademisi hakkında bir anlamda çok olumlu bir şey söylüyor. 90’lardan beri biriken eleştirel potansiyele işaret eden bir şey bu. Akademinin bütününe ilişkin negatif bir sürü şey sayabiliriz. Ama BAK vakasının kendisi, bugün Boğaziçi’nde olup bitenler, ihraç edilenlerin dışarıda almaya çalıştıkları kamusal tutum vesaire, bunlara baktığımızda evet bunlar Türkiye akademisinin ana akımı değiller, ama güçlü bir muhalif damar olduğunu gösteriyorlar. Bu birikimin kolay kolay yok edilebilecek bir şey olmadığını kaydetmekte fayda var gerçekten. Ömer’in bunu hatırlatması isabetli oldu.

Seda Altuğ: Başka bir yazı vesilesiyle Meclis’te Darülfünun’la ilgili yapılan tartışmaları okuyordum ve görebildiğim kadarıyla şayet o tartışmayı yürüten vekillerin üniversite tahayyülleri gerçek olsaydı, yani üniversiteyi mutlak olarak devletin alanına hapsetme niyetleri gerçekleşmiş olsaydı, üzerine bir de Cumhuriyet tarihi boyunca yaşanan tasfiyeler ve etnik/dinî ve politik dışarıda bırakmaları eklediğimizde, akademide en ufak bir muhalif damarın yeşermemiş ve hayat bulamamış olması gerekirdi. Fakat, tüm bu milliyetçi ayrımcılık ve kitlesel tasfiyelere rağmen, gayet cılız ve gelenek oluşturamamış olarak kalsa bile yine de muhalif akademisyenlerin varlığını ve üretimlerini görüyoruz. Bunun farkında olmamızın üniversite, toplumsal mücadeleler tarihi ve devlet ilişkileri açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Buna ek olarak Türkiye’deki üniversite manzarasının parçalı, kopuk ve çok katmanlı olduğunu da kabul etmeliyiz. Birbiriyle birçok farklı eksende hiyerarşik bir şekilde ilişkilenmiş veya hiç ilişkilenmemiş bir üniversite manzarası var karşımızda. Taşra, merkez ve merkezin kendi içinde, eğitim düzeyi, bir geleneği olup olmaması, piyasayla ve siyasi iktidarla ilişkisi gibi birçok  farklı konu üzerinden farklılaşmış parçalı bir akademiden bahsetmenin gerçeğe daha yakın olduğunu düşünüyorum. Buradan tekrar akademide eleştirel bilgi üretme meselesine gelmek istiyorum. Bildiğimiz üzere KHK ile tasfiye edilen ve Türkiye dışına giden bazı Barış Akademisyeni arkadaşlarımızın artık akademiyi bırakmak istediklerine tanık olduk. “Bu insanlar neden akademisyen olmak istiyorlardı, hangi motivasyonlarla akademiyi seçmişlerdi ve hangi motivasyonlarla akademiyi bırakmaya karar verip akademi dışı bir alanda kendilerini gerçekleştirebileceklerini düşünüyorlar?” sorularının cevabı Türkiye'de akademinin en azından barış sürecine kadar halen bazıları için muhalif pozisyonlarını ifade ederek eleştirel bilgi üretebilecekleri bir yer olma vaadini kısmî olsa da yerine getirdiğini gösteriyor. Bir de son bir şey daha söylemek istiyorum: Nilgün’ün bahsettiği meslekî ethos, habitus ve bunun yok olması meselesine dair söylemek istediğim şey. Bizler bazen bence çok hızlı bir şekilde meslekî ethos ve habitus’un varlığını kamusal entelektüel olmakla bağdaştırıyoruz. İkisi arasında çok problemsiz ve doğrudan bir ilişki görüyoruz. Benim Boğaziçi’ndeki direnişimiz esnasında birçok farklı bölüm hocası özelinde gözlemlediğim şey meslekî ethos’un akademisyenlerin iç insicamında kilit bir rol oynadığı. Yaşlarından bağımsız olarak rektörlük önündeki nöbetlere hemen her gün gelmelerinin altındaki temel motivasyonları meslekî ethos. Bu insanlar politik insanlar değiller, siyasi görüşleri oldukça ana akım olabilir, ama aynı Nilgün’ün demin bahsettiği gibi bu hocalar okuldaki polis varlığına, polislerin öğrencilerin saçlarının teline dokunmasına ve de liyakat sahibi olmayan birisinin tepeden mesleklerine dair bir müdahalede bulunmasına inanılmaz karşı çıkıyorlar. Çünkü bir akademik ahlâkları var, üniversite özerkliği ve akademik özgürlük anlayışları da oradan geliyor. Bu tutum illa ki daha sonra politik bir aktivizme yol açmıyor ama meslekî ethos, habitus ve üniversite özerkliği arasında birbirini besleyen ikili bir ilişki olduğunu düşünüyorum. Kısacası Boğaziçi’ndeki çoğunluk için meslekî ethos’un ve özsaygının önemli bir katılma motivasyonu oluşturduğunu düşünüyorum. Buradan yola çıkarak kendi duruşlarını üniversite çerçevesinin dışına çıkıp daha genel anlamda politize ettiklerinden emin değilim.

Olcay Akyıldız: Seda duruşlarını politize etmiyorlar dediğin noktada. Belli bir oranda özerkliğini hep korumuş bir üniversite olduğundan Boğaziçi, ona bağlı olarak kimi zaman Boğaziçi’nin dokunulmazlığı yanılsamasının da belki bir uzantısı bu. Bütün bu tartışma içerisinde akademik özgürlük ve üniversite özerkliğini savunan ama bunu politize etmeyen dediğin akademisyen tanımı, Barış İçin Akademisyenler metnine imza atmasa bile, örneğin bunun sonrasında olanları sorunsallaştıracaktı ve sorunsallaştırdı da.  Ya da imzacı akademisyenlerle ilgili olumsuz bir adım atılmasına engel olacak insanlardı. Bunları aşama aşama gördük zaten. 2016 sonrasında Mehmed Özkan’ın o zaman buna sahip çıkışı ve üniversiteden bu nedenle hiç kimsenin ihraç edilemeyeceğini net bir şekilde söylemesi, tam söylediğin yerden hareket ediyor. Boğaziçi’ni şu an güçlü kılan da aynı sağlam temel sanırım. Akademik ahlâkın gücü bu: Kendimi özne kılmak istemem ama Boğaziçi Üniversitesi hocalarının -emeklisinden en gencine- orada o meydanda duruyor olmaları ve durmaya devam edecek olmaları, haklı olmaları ve bunu tartışmaya bile açmayacak olmaları, bunları Seda’nın söyledikleriyle de birleştirirsem, tepeden akademik müdahaleye asla müdana etmeyecek olmaları. Seda dediğin gibi özerkliği mümkün kılacak bir şey olarak da görebiliriz bu örneği, özerkliğin önemini vurgulayan bir şey olarak da.

Eylem Ümit: Akademik alanın daralmasıyla ilgili bu tarif ettiğimiz hatlardan, yani piyasalaşma, devletin-iktidarın biçimlendirmesi, taşralaşma gibi hatlardan başka bir şey de var sanırım. Yani sanıyorum, onu seziyorum bütün konuşmalarda ve benim de aslında hep böyle üniversiteyle ilgili bütün o üniversite hayatındaki erozyonla ilgili en az konuşulduğunu düşündüğüm şey bu. Nilgün hocanın söylediği işte, “sınıfa giremezsin” diyenlerin muhalifliğiyle, Seda’nın tarif ettiği muhaliflikle ilgili bir şey bu söyleyeceğim. Eskiden akademisyen olduğunda evet asistan olunuyordu. Kürsüye hoca seni beğeniyordu, seçiyordu, alıyordu. O tekke-derviş ilişkisiydi, usta-çırak ilişkisiydi. Onun sözünü bıraktığı yerden devam ettirecek kişi olarak seçilmiş oluyordun. 500 kişilik amfi içinden seçiliyordun. Ama şu kuşak farklılığını hep böyle utanarak mahcup bir şekilde yaşayan bir kuşaktık biz. Onlar 3-4 dili anadili gibi bilen, o maaşa pek tamah etmeyen, pek ihtiyacı olmayan insanlardı. Sınıfsal bir farklılık vardı yani hocalarla bizim aramızda. Biz o maaşla geçinmeye çalışıyorduk. Ama o hocalar, hani bizi alıp da işte halef-selef ilişkisini yaratan hocalar, sınıfsal olarak çok farklı bir yerden geliyordu. Bu yüzden Avrupa’da ders vermişlerdi bizden çok daha önce. Doktoraları öyle “Doğu için iyi” doktorası değildi, “Türkiye çalışacaksın” doktoraları değildi ve ilgi alanlarıyla, sanatsal yönleriyle, yazıp çizmeleriyle, edebiyatla, çeviri yapmalarıyla, şiir yazmalarıyla başka bir bütünlük teşkil ediyordu o kuşak. O kuşaktan sonra gelen kuşaklar ise asistan maaşıyla geçinmesi gereken kuşaklardı. Ve sınıfsal bir değişim olduğunu düşündüm ben hep bu bayrak devir tesliminde. Onlardan daha farklı yaptık biz bu işi. Bizim direnmemiz ideolojik bağlantılı idi. Ama onlarda şu vardı: -Tam işte Nilgün hocanın söylediği- “dersliğime, sınıfıma giremezsin” tutumu ya da Seda’nın söylediği türdeki muhaliflik... YÖK örneğin “ders içeriklerinizi verin” demişti, yine Bologna sürecinde. “Her hafta hangi dersi işleyeceksin, hangi kaynaktan hangi konuları?” diye. Benim o “3 dil bilen” dediğim ve bir çok bakımdan ideolojik bakmayan, suya sabuna karışmayan hocalarımız “ne münasebet efendim, benim dersime kimse müdahale edemez, ben dershane öğretmeni değilim” diye posta koydular. YÖK’ün bu türlü müdahalelerine direndiler. Biz böyle eski üniversitemde çok gurur duyduk bunlarla. Böyle toplanırlardı yaşlı yaşlı hocalarımız giderlerdi YÖK’le kavga ederlerdi ve o özerklik mücadelesini başka yerden yaparlardı. Bu yüzden Serdar Tekin’in söylediği ethos ve özerklik ayrımını pek de inandırıcı bulmuyorum. O ethos “akademisyenlik böyle bir şeydir, ben sınıftayken kimse bana karışamaz, bu dersi ben anlatıyorsam bitmiştir, ne istiyor YÖK? YÖK buraya giremez” tavrı öyle bir şeydi ki özerkliğin de pazarlığını, karşılıklı müzakere alanını masayı dağıtan bir şeydi. “Ben bunun pazarlığını yapmam” diyordu hocalar. “Bana kaç yayın yaptın, soramazsın” diyordu. CV’ler isteniyordu mesela, CV göndermiyorlardı o hocalar.  “Sana hesap vermeyeceğim” diyorlardı. Bunun anti-entelektüalizm hattıyla da bağlantılı bir şey olduğunu düşünüyorum. Çok uzatmamak ve dünyaya bağlanmak için burada kesebilirim çünkü entelektüel denilen kişinin o bütüncül dünyasının yarıldığı, dağıldığı ve meslek, iş haline geldiği dönemde sanki. Üniversiteye girdiğimdeki o son kuşağı katafalkla, dört kolluyla gönderdik. Ondan sonra iş bitti. Biz ondan sonra, YÖK bizden ne zaman ense traşı istese buyur diyen bir kuşak olduk. Ancak ideolojik açıdan muhalif olabildik. İdeolojik angajmanı olanlarımızla yan yana gelip dayanışabildik. Öbür dayanışma daha geniş bir dayanışmaydı. Habitus’u ve ethos’u koruyan bir dayanışmaydı. Çatısı daha genişti, sağı solu ortası olmayan, “hoca dediğin böyle davranır”lı bir şeydi. Sınıfsal değişimle, kuşak değişimiyle, akademisyenliğin meslek veya iş haline gelmesiyle kayboldu bu. Ne sadece iktidar şekil vermesi üzerinden ne de sadece piyasalaşma ayağına sığdırıp anlayabileceğimiz bir şey bu.

Nilgün Toker: Hatırlar mısınız, Boğaziçi panellerinin ilkinde Cemal Kafadar’la tartıştığımız konu buydu. Eylem’in dediği şey, aslında özerkliğin enformel deneyimlenmesi. Üniversite formel veya normatif bir yapı olarak özerklik bakımından sıkıntı taşısa bile özerkliği içeride fiilen icra eden akademisyenlerin varlığı önemlidir. Boğaziçi’nin gelenek taşıyıcılığını da bu enformel özerklik alanının gücünden hareketle tarif etmiştik. Gerçekten de ben bunun her yerde tamamen yok olduğunu düşünmüyorum. Doğru, kimi yerlerde, örneğin Ege Üniversitesi’nde hızla yok oldu ama Boğaziçi Üniversitesi gibi kimi yerler hem daha güçlü geleneklere sahip olduğundan hem de saldırıya daha geç maruz kaldığından bu enformel özerklik deneyimini sürdürebildi. ODTÜ’de ne olduğunu tam bilemiyorum, çok güçlü bir geleneğe sahip, ama içerde aktif bir gelenek sürdürme iradesi var mı bilmiyorum.

Olcay Akyıldız: Hakikaten enformel özerklik dediği şey Cemal Kafadar’ın, şu anda olan da o aslında Boğaziçi’nde. O geleneğin devamı ve Seda’nın az önce dile getirdiği itirazdan dolayı da bir şekilde elini taşın altına koyan hocalar var. Neredeyse bir tür işleyen model diyeceğimiz, komisyonların ve kurulların nasıl çalışıp üretebileceğinin bir örneği. Tam da bu inançtan ve kurumsal olarak işleyen bir sistemin köklü bir şekilde var olmasından güç alarak... Tabii şimdi son süreçte olur ya da olmaz aşamasında, karar noktasında işler değişiyor ama yine de çaba devam ediyor. Yine de kurullar ve komisyonlar her adımın takipçisi olarak bu sorumluluklarını sürdürüyorlar.  Bu nedenle, işlediğini gördüğümüz bir model aslında bu. En alttan yukarı doğru yapılanmış bir sorumluluk, görev, hatta karar dağılım şeması. Boğaziçi’nde hâlâ biraz hayal etmeye devam ediyor gibiyiz. Hayal derken aslında bildiğimiz tek model buydu ve son derece iyi bir biçimde işliyordu. Şimdi bu kesinti bir şok etkisi yaratıyor ama o şok darbesine dayanmayı mümkün kılan da bu “bottom up” sorumluluk alan yapılanma. Ve yeniden işleyecek elbette. Şu an sekteye uğrasa da herkes yine de işini yapmaya, sorumluluklarını yerine getirmeye devam ediyor. Senato’nun 2016 sonrasında görevlendirdiği bir komisyon Ocak ayından bu yana her hafta yoğun bir biçimde toplanarak üniversite işleyiş modelleri üzerinde çalışıyor. Yapılanları listelersem laf uzayacak.

Serdar Şengül: Kamusal entelektüel ve akademisyen ayrımı üzerine öğrencilik deneyimim üzerinden bir şey söylemek istiyorum. Ben Ankara Siyasal’da okudum 94-98 arasında. İlber Ortaylı’nın, Baskın Oran’ın, Ömür Sezgin’in, Korkut Boratavların hâlâ hocalık yaptığı, ders verdiği bir döneme yetiştim. O dönemde de kesinlikle o sözünü ettiğiniz akademik habitus, akademinin ve akademisyenlerin tırnak içinde namusunu korumak gibi bir eğilimleri bir tutumları kesinlikle vardı hocaların. Ama orada da akademinin kendisinde sorunlu olan nokta, hangi konuların konuşulup hangilerinin konuşulamayacağının çok belli olmasıydı. Hocanın entelektüel olarak dışarıya beyan verdiğinde söylediği şeyle dersin kurumsallaşmış müfredatı arasında büyük fark vardı. Müfredat ile beyanat birbirini destekleyen bir niteliğe sahip değildi.  Bence 2000’lerden sonra Türkiye’deki sorunların baskısının akademiyi ve akademisyeni kontrpiyede bıraktığı nokta burada başlıyor. Bir kere 2000’lerden sonra öğrenci profili çok çeşitlendi. Akademik demokratik mücadelenin imkânlarının artması, öğrencileri dersler ve hocalarıyla daha yakın bir ilişki içine soktu. Bu da ister istemez ders programları ve müfredat üzerinde bir baskı oluşturdu. Kürt öğrenciler, İslami bir kimliği benimseyen öğrenciler, toplumsal cinsiyet kuramları temelinde cinsiyetlendirilmiş akademik anlayışı eleştiren öğrenciler ve farklı sol düşünceleri benimseyen öğrenciler akademinin yerleşik epistemik sınırlarını aşındırmayı amaçlayan bir akademik çalışma programını hocalarıyla birlikte geliştirmek istediler. Bence sıkıntılı noktalardan bir tanesi bu gelişmelerin Türkiye’deki yerleşik akademik paradigma ve müfredatta bir dönüşüme, bir çeşitlenmeye yol açıp açmayacağıdır? Özellikle uluslararası akademik dünya ile iletişim içinde olan üniversitelere müdahale nedeninin tam da dünya genelindeki farklı tecrübelerin, literatürün, Türkiye akademilerine bazen İngilizce, bazen çeviri yoluyla aktarılması olduğunu düşünüyorum. 2016 sonrası KHK’lar, işten atmalar şunu göstermiştir. Akademisyen olmak ve bir akademik ethos’u korumakla, entelektüel olmak arasındaki gerilim tartışılan sorunların çok “hassas” olmasından kaynaklanıyor. Yani Oral Sander benim hocamdı. Rahmetle de anarım, çok şey öğrenmişimdir, ama Oral hoca derste konuştuğunda sadece Paris’te doktora yapmış bir hoca olarak konuşmazdı. Devleti temsil ediyordu Oral hoca. Böyle bir güçle de konuşurdu, arkasında böyle bir gelenek de vardı. Asla bir devlet memuru falan demiyorum; ufukları çok genişti kesinlikle, entelektüel ufukları, dünya deneyimleri. Türkiye’nin bundan sonrasına baktığımızda üniversiteleri bekleyen sorun akademi, ülke ve dünya sorunlarını tartışmaya ve çözüm önerileri getirmeye imkân sağlayacak bir paradigmatik dönüşüm yaşanıp yaşanmayacağıdır. Aksi takdirde, entelektüel tavır, akademiyle ilgisi olmayan kişisel veya “siyasal” bir tavır olarak görülüp dışına itilebilecektir. Yaşananlar bir parça bundan kaynaklanmaktadır. Bu ciddi bir sorundur. Mevcut iktidar aynı zamanda üniversitelere yönelik politikasına tarihsel referanslar bularak kültürel anlamda da söz konusu politikalara bir doğallık kazandırmaktadır. Ulemanın sultanın kanatları altında ilmî faaliyetlerini gerçekleştirdiği bu model, İslam dünyasındaki çoğul ilmî gelenekleri görünmez kılan ve biat-itaat ilişkisine indirgenemeyecek ulema-otorite ilişkisini karikatürleştiren bir işlev görmektedir.

Göze Orhon: Bu dünya bağlamını konuşma meselesini geciktirmek istemiyorum. Bu yüzden çok kısa söyleyeceğim söyleyeceklerimi. Eylem’in anlattıklarına benzer şeyler anlatabilirim. Bence en sembolik örneklerden birisi o. Atama yükseltme meselesi, üzerine çekinmeden konuşulacak bir şey değildi mesela bir önceki nesilde. Bizim nesilde çok meşru bir şey “ne zaman doçent olacağım, ne zaman profesör olacağım vesaire” gibi şeyler. İşin bir parça çiğ, teknik yanının görüldüğü yer gibi görünüyor burası. Bir de tüm bunları anlatırken kendimden önceki nesli anlatırken fazla romantize etmekten çekiniyorum, onun da şerhini düşmüş olayım. Daha gerçekçi olmak lazım. Sınıf meselesine kesinlikle katılıyorum. İki nesil ya da iki gelenekten söz ediyoruz; bir önceki geleneğin entelektüel olmakla ilişkili son derece ileride olduğunu düşünüyorum ama öte yandan da bunun bir tür kültürel sermayeyle, sınıfsal olarak nereden gelindiğiyle ilgili bir boyutu da var. Bunu da gözden kaçırmamak gerektiği kanaatindeyim.

Nilgün Toker: Ama benim örnek verdiğim hoca bir sınıftan gelmiyordu.

Göze Orhon: Doğrudur hocam, bütünüyle sınıfın bu tartışmayı tükettiğini düşünüyorum ama…

Nilgün Toker: Israr ediyorum, taşradan, taşra okullarından ve hatta orta alt sınıftan gelen kişilerden bahsettim ben. Tam da formasyon derken bunu kastetmiştim, üniversitenin içine girdikten sonra edindiğiniz alışkanlıklardan. Bu bir sınıfa aitmiş gibi görünen alışkanlıklar da olabilir ama aynı zamanda bir akademisyenin taşıması gereken niteliklere dair bir “kültür” fikrini de taşıyordu. Haklısınız belki alışkanlıklar sistemi, o sınıfa ait olmadan o sınıfın birtakım değerlerini benimsemek anlamına da gelebilir, işte klasik müzik, opera dinlemek, şiir okumak gibi. Evet eski kuşaklarda akademisyene atfedilen bir şey var: Akademisyenin beğeni referansları de evrensel olmalı vb.  Kendilerine öyle bir şey atfediyorlardı ve o beğeni seviyelerini de artırmak için çok çalıştıklarına eminim. Ben öyle hocaların elinde yetiştiğim için hepimizin beğeni seviyesini artırmak için de çok uğraştılar. Hocalar asla üst sınıftan gelmiyordu, ama evrensel bir beğeni seviyesine yükseldikleri için yetiştirdiklerinin de öyle olmasını istiyorlardı; opera dinleterek ya da sizin bilmediğiniz şair ve yazarları sizin önünüze koyarak öğretiyorlardı size bunu. Formasyon derken bunu kastediyorum. Bu sadece felsefe tarihini değil aynı zamanda başka birçok şeyi de öğrendiğiniz bir ortam yaratıyordu. Bu nedenle üniversitelerin eskiden sahip olduğu usta-çırak ilişkisi dediğimiz şeyin biçimlendirici bir yanı vardı, habitus böyle taşınıyordu. Bunu ortadan kaldıran şeyi bir bozulma olarak tarif ediyorum ve bunun üniversitelerin piyasalaşma süreciyle mümkün olduğu kanısındayım.

Eylem Ümit: Beynelmilel olmakla ilgili çok dayak yemiştik biz bu kuşaktan. Tam şöyle bir lafla anlatayım bu dayağı size: Derste beşamel sostan bahsediyor bir hocamız, o kuşaktan bir hocamız. Ve öğrencinin bilmediğini fark ediyor. Çıktı ders arasında bu hocamız, çok sinirlenmiş ve “Beşamel sosu bilmiyor öğrenci! Öğrencisi payzan, hocası payzan, tencere kapak! Cebeci kırsalı işte!”dedi. “Cebeci kırsalı” lafıyla biz çok dayak yedik. Beynelmilel olanı bilmediğimiz, ona eklemlenmeye çabalamadığımız için daha doğrusu. “Orayı bileceksin, orayı öğrenmeye çabalayacaksın, dünya yurttaşı olacaksın…” Böyle bir vizyon söz konusuydu.

Nilgün Toker: Fena değilmiş ama…

Göze Orhon: İşte bu yüzden ethos ve habitus meselesi önemli. Ben ethos dedim, siz habitus dediniz. Evet, o evrensellik iddiası daha çok habitus’a bağlanan bir şey. Sınıf meselesi böyle. İkinci söyleyeceğim şey biraz imza meselesine bağlanan bir şey, kamusal entelektüeller meselesi. Çok açık bir fark var hakikaten. Belli başlı üniversitelerin belli başlı doçentlerini, profesörlerini tanımazsınız belki ama ihraç edilenlerin isimlerini bilirsiniz, yani ihraç edilmeden önce de bilirdiniz. Hangi üniversitede çalıştıklarını bilmezsiniz belki ama ne iş yaptıklarını, ne yazdıklarını, neyle ilgilendiklerini bilirsiniz. Tanıdık isimlerdir, kamusal figürler olmuşlardır, belli bir fikriyata yön vermiş insanlardır. İmza meselesine bağlarsam, işin tatsız yanı ortaya çıkıyor. İhraç edilenlerin bir kısmı, en azından belli bir yaşın üstündekiler, o kamusal entelektüeller, aynı zamanda da akademisyen olanlarmış gibi geliyor bana. O kuşak ihraç edilmiş gibi geliyor bana. İhraçlar o kuşağı ortadan kaldırmaya yönelikmiş gibime geliyor. Elbette sadece o kuşak ihraç edilmedi ama buradaki tartışma özelinde, iki geleneğin farkı bağlamında, özellikle bizden önceki kuşağı kastediyorum. Üçüncü söyleyeceğim şey, biraz ümitvar bir şey. Ben iflah olmaz bir iyimserim galiba. Tam da bu noktada, politik olmasan bile akademik etiği savunmak, “hâlâ böyle akademisyenler var mı” sorusunun cevabı bana çok berrakmış gibi geliyor, özellikle de ikinci imzacıları düşününce. İlk imzacılar politik olarak heterojen bir kitleydi, aralarında Kemalistler bile vardı. Ama ikinci imzacılar, arkadaşları tehdit edildiği için ya da birileri onların “kanında duş almak” istediği için imza attılar ve bunlar içinde hiç politik olmayan insanlar da vardı. Vicdani ve akademik olarak özerklik adına bundan rahatsız olduğu için imza atan insanlar vardı içlerinde. Bence bu refleks -yani özerklik çok tartışılır Türkiye üniversitelerinde ama- bir geleneğin varlığına dair yakın dönemdeki en kuvvetli işaretlerden birisidir, ikinci imzacıların varlığı. Bu kadar söyleyeceklerim.

Burak Onaran: Entelektüel-akademisyen ayrımına dair konuştuklarımızı bazı kategoriler üzerinden düşünerek toparlamayı denemek istiyorum. Dört farklı tipten bahsediyoruz diye düşünüyorum.  Birincisi kamusal entelektüel, ikincisi Sartre’ın bilgi teknisyeni ya da Edward Said’in “gözü saate takılı” dediği akademisyen profili. Buna ek olarak entelektüel merak sahibi akademisyen diye bir kategori tanımlamak mümkün diye düşünüyorum. Malum her akademisyen entelektüel merak sahibi değildir, her entelektüel merak sahibi akademisyen de kamusal entelektüel olmaya niyetli, hevesli olmayabilir. Son dönem Türkiye’den konuşurken ortaya çıkardığımız bu tiplerin geçmişini, Avrupa’daki akademiyi göz önünde bulundurursak, Starte’ın, sonra Said’in yazdıklarına bakarak kolaylıkla geriye götürebiliyoruz. Türkiye akademisinde de nevzuhur olmadığını düşünüyorum bu tiplerin. Görünürlükleri birbirinden farklı düzeyde olsa da, hangisinin baskın akademisyen profili olduğu sorusunun cevabı zaman içinde değişmiş olsa da, bu üç temel tipin yeni olmadıkları aşikar kanımca. Bizi asıl tedirgin eden ve dünyadan da bir ölçüde ayrıştıran sorun “niteliksiz akademisyen” diyebileceğimiz bir dördüncü kategorinin son derece yaygınlaşmış ve görünürlüğünün artmış olması. Yani bilgi teknisyeni olmaya da niyeti olmayan bir akademisyen kategorisinden bahsediyorum. Otoriterleşme ve kadrolaşma ile beraber bu tipin sayısının dehşet verici bir hızla çoğaldığını görüyoruz. Demin pesimist bir soru sordum ya, üniversite ne işe yarar, biz ne işe yarıyoruz diye. O sorunun pesimist tınısında entelektüel merak sahibi olan akademisyene ihtiyacın kalmadığı, yani üniversitenin kurumsal olarak bunu dışlayıp teknisyenleştirmeye yönelttiği düşüncesi, tespiti vardı benim için. Burada, geldiğimiz güncel Türkiye üniversitesinde sanki bilgi teknisyenine bile ihtiyaç yok. Türkiye özelinde üniversite ne işe yarıyor sorusunun cevabı daha da kötümser yerlere açılıyor bence.  Hem değerlerin aşınmasına hem niteliksizleşmeye direnç göstermek lazım tabii, ama şaşkınlığımızı, itirazımızı, direncimizi bazen 16. yüzyıl Osmanlı bürokratı Mustafa Ali’ye benzetiyorum. Cornell Fleischer’ın Mustafa Ali üzerine olan kitabını bilirsiniz. 16. yüzyıl sonunda Osmanlı bürokrasisindeki kariyer paternleri, yani güncel dilde dediğimiz gibi yükselme kriterleri değişiyor. Mustafa Ali de Arabi Fars dili bilmeyen adamlar nasıl oluyor da bürokraside yükseliyor anlayamıyor. Öfkeleniyor, bu değişimi imparatorluğun çöküşünün alametleri arasında görüyor. Ama Fleischer’ın cevabı başka. Mustafa Ali’nin şikâyet ettiği bürokratlar niteliksiz değiller aslında, devletin aradığı, zamanın ihtiyaç duyduğu niteliklere sahipler. Maliye bürokrasisinden gelenler yükseliyor artık. Bu bürokratlar, Mustafa Ali gibi entelektüel değiller, ama hesap yapmayı biliyorlar, daha iyi kayıt tutuyorlar. Değişim Osmanlı bürokrasisinin kötüye gittiğini göstermiyor Fleischer’a göre, aksine bürokrasi daha kaliteli iş yapıyor. Bilgi teknisyenliği de aslında, salt yapılan işin kalitesine odaklandığımızda akademik üretimin bazı niteliklerini artırabiliyor, daha derinlemesine bakmayı, odaklanmayı getirebiliyor. Üstelik bugünkü piyasanın istediği gibi niceliği artırmaya, yayın sayısını yükseltmeye de yarıyor.  Çok sayıda güzel tuğlalar üretiliyor belki, ama bizim, entelektüel merakla, kamusal sorumlulukla sorduğumuz soru o tuğlalardan ne yapılacağı… Bu soru mevcut üniversite nizamında tamamen ihmal edilebilirmiş gibi duruyor. Bu nedenle de bir üretim bolluğu var, ama pek bir şey birikmiyor sanki. Tabii Mustafa Ali örneği için de, bugün için de mevcut durumu analiz etmekle, onu kabullenmek-kabullenmemek, ona karşı kişisel-politik pozisyon almak başka şeyler.  “Durum böyle, ne yapalım” demek değil niyetim.

Olcay Akyıldız: Burak’ın söylediğiyle bağlantılı olarak kendi deneyimimden de belki yola çıkarak bir şeyler söylemek istiyorum. Entelektüel merak sahibi olmak, onun peşinden koşmak, hatta belki tutkuyla bağlanmak uğraştığın meselelere. Bu konu atama yükseltme meselesine de bağlanacak. Ben bu anlamda zorlanan da bir akademisyenim, doğru ve gerekli şeyleri üretmeyi pek de beceremiyorum, belki bu yüzden refleks olarak da çıkıyor şimdi tepkim. Atama ve yükseltmeye endeksli üretim aynı zamanda bir güç ilişkisine de dönüşüyor. Bütün bu atama yükseltme kriterlerini takip edip, o tür ürün yapmayı reddedip ona uygun “akademik” yayınlar üretmediğinde söz hakkını da yitirebiliyorsun. Az önce saydığımız rakamlar aynı zamanda profesör-doçent rakamlarına da yansıyor. Dolayısıyla söz söyleme hakkına da onlar sahip oluyor. Belki alıp da okumayacağınız, eleştirel makale diyemeyeceğiniz, hasbelkader Türkiye’de yayınlanan indeksli dergiler içerisinde yer alabilmiş bazı dergilerde üretim yapmış insanlar profesör olarak doçentlik dosyalarını değerlendiriyorlar. Bu aynı zamanda ideolojik olarak da seni yönlendiren bir şeye dönüşüyor. Yönlendiren demeyelim, ama zorlayan. Belli alanlarda daha da çok üstelik. Belki tarihte edebiyatta daha fazla. Onun kendini nasıl tanımladığı, aynı zamanda bu sistemin içerisinde nerede yer alacağınla da ilgili bir söz söylüyor. Sürekli niceliğin artıyor olması, niteliğin düşüyor olması bir sürü insanın da arada kaybolmasına yol açıyor. Bunu hedefleyerek hareket etmediğinde, bunu dönüp belki sınıfsal meseleye de bağlayabiliriz. Boğaziçi’nde de kuşakların birbirlerini çok da anlamadığı nokta buydu. Başka bir şeyler de üretip para kazanması gerekiyordu, işte çoluğu çocuğu olan genç akademisyenlerde bu daha da hissedilir bir şeydi. Atama yükseltme kriterleri ya da destek kriterleri bunun içerisinde nerede yayın yapabileceğin, işte Toplum ve Bilim’in nerelerde tarandığı meselesini de bununla bağlantılı olarak tartıştık, hepsi birbirine bağlanıyor bir taraftan. Onun farkında olarak, birtakım dergilere gönül indirmek gerekiyor, indirmeyince olmuyor. Hem onun çevresinde var olmaya çabalıyoruz, Burak’ın söyledikleri bende bunu çağrıştırdı. Dünyaya geçemiyoruz bir türlü ama Polat’ın da sözü var. Sonra ısrarla dünyaya getirmek istiyorum sözü.

Polat Alpman: Niteliksiz akademisyen meselesiyle ilgili birkaç şey söylemek istiyorum. “Dünyaya geçelim” dedin ama taşrayı ne yapalım, bilemiyorum. Niteliksizlikle beraber bir lümpenleşme, lümpen akademisyen diye bir şey var. Bayrak Mitingi’ni hatırlar mısınız, bilmiyorum. Mersin’de iki tane çocuk bayrak yakmıştı galiba, tam detayına hâkim değilim, herkes bayrak sevgisini gösterme yarışına girdi ve bayrak mitingleri diye bir şey başladı. O mitingler sırasında şöyle profesörler, akademisyenler hatırlıyorum, akademik cüppesinin üzerine Türk bayrağını pelerin gibi bağlayıp miting kalabalığının önünde yürüyor. Bu çok nitelikli biri olabilir, bununla ilgili hiçbir sorunum yok. Bir bilgi teknisyeni de olabilir ama burada bir lümpenlik olduğu gerçeğini değiştirmez. Bu lümpenleşmenin artan üniversite sayılarıyla ve artan üniversite çalışanlarıyla birlikte artması da olağan. Üniversitede istihdamın akrabalık, hemşericilik, cemaatçilik dışında bir de partizanlıkla gerçekleşmesi ve kocaman bir alanın kontrolsüz ve en sığ haliyle sağcılaşması beraberinde tehlikeli bir lümpenleşmeyi de getirdi. Meslektaşının odasını basan ya da kapısını kırmaya yeltenen, fiziksel olarak saldıran, sözlü şiddette bulunan, sürekli taciz ederek yıldırmak isteyen, meslektaşıyla ilgili fişleme yapan, iktidara yakın olduğu için meslektaşlarına mobbing uygulama hakkı gören, endoktrinasyon memuruna dönüşen… Barış Akademisyenleri ile ilgili linç kampanyası başlatıldığında onlara yönelik hakaret etme vazifesiyle hareket edenleri hatırlayın. Bütün bunların üstüne akademisyenleri hedef haline getirmek ve bir biçimde zarar görmeleri için uğraşmak ve bu amacına ulaşamadığında, o akademisyene zarar vermeyen idarecileri hedef haline getirmeye çalışmak gibi bir düzen kuruldu. Sadece “muhbir akademisyen” ile sınırlı bir konu değil. Muzır görülen akademisyene ilişkin eğer bir yaptırım gerçekleşmiyorsa idarecilere de benzer bir şiddeti yönelten kralcılar. Ve son olarak 15 Temmuz’dan sonra yaşananlar… Kendini hükümetin ya da iktidar blokunun gözü kulağı kabul eden, meslektaşlarını takip edip onlarla ilgili bilgi fişleri tutan, sindirmeye çalışan, bunun yanı sıra öğrencileri de takip eden ve taşradaki yerel siyasal ağlarla işbirliğini, hayal edildiği gibi sanayi-üniversite işbirliği şeklinde değil de, doğrudan siyasal dinamikleri gözeterek icra eden, oradaki mülki amirler ve siyasal seçkinlerle kendisi arasında organik bir bütünlük vehmeden bir akademisyen tipi ortaya çıktı.

Olcay Akyıldız: Peki o zaman şunu sorarak ilerleyeyim: Taşradan dünyaya açılan bir tramvaya mı binelim yoksa dünyada taşraya doğru mu? Nasıl devam edelim?

Serdar Tekin: Taşra değil aklımda olan. Türkiye bahsini kapatmadan evvel 2015’ten itibaren belirginleşen bir örüntüye de dikkat çekmek iyi olur, diye düşünüyorum. ‘80 sonrası üniversite sistemi çok merkeziyetçi bir sistem kuşkusuz. Tepesinde YÖK’ün olduğu bir sistem. Ama 2015’ten itibaren bürokratik merkeziyetçiliğin yanı sıra ve onunla iç içe geçmiş bir şekilde “baskıda özerklik” diyebileceğimiz bir örüntü de gelişti. Üniversitelerin kendi inisiyatifleriyle yürüttükleri sindirme operasyonları hep vardı elbette. Kocaeli’nde Onur Hamzaoğlu’na yapılanları hatırlayalım. Veya Yıldız Teknik’te Özgür Sevgi Göral’ın atamasının yapılmaması...

Nilgün Toker: Dokuz Eylül’den İzge Günal’ın da durumu aynıydı.

Serdar Tekin: Evet evet, Dokuz Eylül’deki işçilerin işten atılmasına açıkça karşı çıktığı için İzge hocayı 2006’da üniversiteden ihraç etmişti mesela Dokuz Eylül Rektörlüğü. Ama ne oldu? Mahkeme kararıyla geri döndü İzge Hoca. Bazı vakalarda üniversitelerin bu tür operasyonları bizzat YÖK’ten geri dönüyordu hatta. 2015 sonrasında ise aşağıdan gelişen ve o zamana kadar “lokal” karakterde olan bu pratikler “ulusal” bir ölçek kazandı tabiri caizse. Kuşkusuz iktidarın ısrar ve teşvikiyle... Mesela bir asistan almak yahut yüksek lisans programı açmak için YÖK’le sayısız yazışma yapması gerekiyor üniversitelerin -“bürokratik merkeziyetçilik” dediğimiz şey bu zaten- ama işte diğer yandan aynı üniversiteler OHAL döneminde birkaç yüz akademisyeni birkaç gün içerisinde kendi kararlarıyla işten atabiliyorlar. Buna da “baskıda özerklik” diyebiliriz pekâlâ. TİHV Akademi bünyesinde yaptığımız Üniversitenin Olağanüstü Hali araştırmasında çıktı bu “baskıda özerklik” kavramı ve analitik olarak epey işimize de yaradı. Siyasi iktidarla eşgüdümlendikleri ölçüde -ki rektör atamaları çok önemli bir faktör bu eşgüdümlenmede- üniversite yönetimleri kime neyi ne zaman yapacakları konusunda geniş bir “takdir marjı”na sahipler artık. Hatta YÖK Başkanı Yekta Saraç BAK ihraçlarıyla ilgili bizzat söyledi bunu, “özerk üniversitelerimizin takdiridir” diye. Merkeziyetçilik ve baskıda özerkliğin bu şekilde iç içe geçmesi Türkiye’deki rejim dönüşümünün yansımalarından biri bence. Ve “yeni rejim”in dokusuna da (şayet bir “rejim” olduğu söylenebilirse elbette) gayet uygun bir şey olarak görünüyor bana: Hem belirsizlik yaratma kapasitesini rejimin tüm amillerine teşmil etmesi, hem de suç ortaklığını yayması bakımından.

Tanıl Bora: Doğrudan doğruya Serdar’ın söyledikleriyle bağlantılı, Nilgün’ün söyledikleriyle de bağlantılı. Burada rektörlük kurumunu mutlaka anmak gerekir. Çünkü rektörlük seçimlerinin ne kadar tartışmalı olduğunu, kaçıncı sıradaki adayın atandığını, henüz seçim yapılırken o seçimlerin de ne kadar tartışmalı olduğunu, o seçimlerin süreç içerisinde nasıl manasızlaştığını düşünün. Bir de merkeziyetçileşme içerisinde rektörlerin Osmanlı mülki nizamındaki sivil paşalar gibi, üst düzey mülki amirler gibi bayağı paşalar oldular. Taşrada en yüksek bütçeleri kontrol eden kamu kurumlarının başındalar, özellikle küçük yerlerde. Muazzam bir istihdamı yönetiyorlar. Selçuk Üniversitesi bunun en başarılı örneği olarak gösteriliyor, Nilgün bahsetti ya kalkınma aracı olarak kullanılmasından, sanayi odalarıyla, sermayeyle, valilikle işbirliği halinde yerel kalkınma stratejisinin aktörü olarak konumlanıyorlar. Ve itibarlarını buradan da artırıyorlar. Zamane vali paşası olarak rektör figürü bütün bu konuşmalar içerisinde zikredilmesi gereken bir şey.

Ebru Voyvoda: Ben Tanıl’ın bu son söylediğiyle ilgili bir şey sormak istiyorum. Bu yerel kalkınma stratejisinin önemli aktörü olma halini neye dayanarak söylüyoruz? Çok sayıda üniversitenin taşraya yayılması vesaire ile ilişkiliydi ama bence bu varılan nokta, AK Parti döneminde taşraya açılan yeni üniversiteler ile varılan nokta, bu stratejinin iktidarın gözünde de belirsiz kaldığı ve ne yapacaklarını bilemedikleri sonuçsuz bir yere vardığını düşünüyorum. Bu kadar yerel kalkınmada stratejik aktör tasarımı vardıysa bile bunu ne kadar gerçekleştirdiler çok emin değilim.

Tanıl Bora: Çağlar Keyder ve ekibinin yaptığı çalışmada Selçuk Üniversitesi başarılı örnek model olarak sunuluyor. Her yer bu kadar başarılı olmayabilir. Ama denendiği kesin. Selçuk başarılı örnek.

Olcay Akyıldız: Bence Erciyes Üniversitesi de buna örnek olabilecek bir yer sanırım.

Ebru Voyvoda: Erciyes doğru ama orada daha sonra Abdullah Gül Üniversitesi gibi bir şekilde rekabet edebilecek görece iyi bir üniversite açıldığı için belki de. Selçuk’tan çok emin değilim. Çalışmaya bakmadım ama örneğin Konya Teknokent ve Selçuk Üniversitesi arasında kurulmaya çalışılan bağlantının aslında bu hızlı trenle birlikte yok olduğuna, başarısızlığa uğradığına dair de önemli bir teori var. Konya Teknokent’teki şirketler, hızlı trenle birlikte Ankara’ya taşındı ve bütün ilişkilerini Ankara’daki merkez üniversitelerle kurdular bu aşamada. Yani çok emin değilim. Böyle bir projeleri var.

Nilgün Toker: Sadece ondan bahsetmedik Ebru. Üniversite-sanayi işbirliğinde kalkınmanın partneri olması değil, öğrenci nüfusu, yani orada bir piyasa geliştirmesi…

Ebru Voyvoda: Muhakkak, yerel ekonominin aktörü olmak, istihdam sağlamak, onları anlıyorum. Yerelde ekonomi meselesini anlıyorum.  Bekledikleri şekilde stratejiyi yönlendiren bilgiyi üretme meselesinde bence çok ciddi bir başarısızlık söz konusu ama. Ellerinde ne yapacaklarını bilemedikleri bir sürü taşra üniversitesi var. Bu yüzden kardeş üniversite yapıp ODTÜ’deki hocaları Bartın’a göndermek, orada ders verdirmek falan gibi birtakım garip şeylere girişiyorlar.

Serdar Tekin: Başka bir işlevi daha yerine getirdi ama bu üniversiteler: Türkiye’de üniversite sistemine komuta edecek sayıya ulaşma işlevini. Bugün doçentlik jürilerini bu üniversitelerde istihdam edilenler dolduruyor mesela ve başka her yerde, bu arada eski üniversitelerde de kimin doçent olup olmayacağına onlar karar veriyorlar. “Taşralaşma” bahsine kendiliğinden gelmiş olduk galiba...

Nilgün Toker: Bence çok önemli bir şeyi daha yerine getirdi bu taşralaşma: Vasatın hegemonyası. Boğaziçi olayı ile de sık sık gündeme gelen liyakat ve kalite meselesini akademinin gündemi dışında bir mesele haline getirdiler. Mesela dil bilmenin önemsiz hale gelmesi, dil baskısının kendisinin eleştiri haline gelmesi, uyduruk uyduruk doktora tezlerinin, makalelerin sayısal bir yığın haline getirilmesi, ağır bir vasatlaşmaya da hizmet etti. Bence Türkiye akademilerinde üniversitelerle verilen en büyük kavga bu. Menderes hocanın başta sorduğu soru, “gerçekten geri çevrilebilir mi” diye beni kara kara düşündüren bir mesele bu ağır vasatlaşma meselesi. Taşralaştırılmayla beraber epey başarılı bir bozmanın gerçekleştirildiği kanısındayım. Belki üniversitenin ekonomi için bilgi üretmesini başaramadılar ama zaten öyle bir dertleri var mıydı? Bence neoliberal ideolojiyle bir ilişkisi var bunun. Neoliberal ideolojinin daha çok tüketim kavramı üzerinden düşünmemiz gereken bir ekonomiye dayandığını düşünüyorum.  Bu nedenle, taşralaşmanın tüketiciyi artırarak ekonomiye gerekli hizmeti yaptığını düşünüyorum.

Olcay Akyıldız: Taşra konusunu zaten iki başlıkta açmak iyi olacak. Taşra üniversitesi kavramı ve sistemin genel olarak taşralaşması. Zaten biraz taşra üniversitelerinin çoğalmasıyla taşralaşma da sanki eşzamanlı ilerledi. Nigün’ün sözüydü sanrım son Boğaziçi ataması da Boğaziçi’nin taşralaşması yolunda bir adım gibi görülebilir.

Polat Alpman: Taşra bahsinde birkaç şey söylemek istiyorum müsaadenizle. Taşralaşma ya da her şehre üniversite açma politikalarının üniversiteyi ve akademisyenlerin niteliğini yozlaştırdığı üzerine yazıldı, çizildi. Bu zaten belirli yükselme kriterleriyle akademiye girmiş olan görece dar kadronun 90’lardan itibaren taşraya doğru genişlemesi, aslında güçlü akademi ve üniversite kurumunun yıpranması, aşınması olarak yorumlandı. Bunun bir sonucu olarak da şöyle bir şey oluştu, ortada aslında üniversite yok ama içinde akademisyenlerin olduğu yerler var.  Barış Akademisyenleri’nin ihraç edilmesiyle ortaya çıkan sonuçlardan biri de bu. Üniversiteler büyük ölçüde akademisyenden ibaret bir kuruma dönüşmüştü ve Barış Akademisyenleri üniversitelerden sürüldüğünde üniversiteler çorak, tekinsiz, kıraç bir yere dönüşmüş oldu. Çünkü nihayetinde öyle ya da böyle bir kamuya söz üretiyorsunuz, üniversite kamusunu kastederek söylüyorum. Onlarla diyalog kuruyor, onlarla birlikte tartışıyor, düşünüyor, üretiyor ve onlarla birlikte tartışmalara dahil oluyorsunuz. Bir anlamda hocaların, doktorada, yüksek lisansta beraber olduğumuz arkadaşlarımızın, kendi alanlarında söz üreten kişilerin, kendi alanlarında muhatap alınan akademisyenlerin ihraç edilmesi sadece meslekî güvencenin yitirilmesi değildi, bir kurum olarak üniversite denilen şeyin ortadan kaldırılmasıydı. Bunu geriye kalana baktığımızda da görebiliyoruz. Akademisyenler üniversitelerden ihraç edildiğinde orada kalanların kaldığı yer de artık üniversite değildi ve yeniden kadrolaşarak telafi edilemeyecek bir boşluk oluştu. Geriye kalanların, üniversite içerisindekilerin, hepimizin yaşadığı şeylerin, şaşkınlığın, çaresizliğin, suçluluk hissinin ve benzer hallerin neden olduğu duyguları üzerimizden atabildik mi, emin değilim, kalanlar için bir tür duygusal yüke dönüştüğü muhakkak.

Bir diğeri konu ise üniversitelerin taşralaşmasıyla beraber üniversite yöneticilerinin taşra değerlerini, lokal ve yerel olanı, yüce değerler olarak dayatmaları, hatta evrensel değer olarak yüceltmeleri, anti-entelektüalizmin en çarpık formunu üniversite müktesebatına yaygın bir zihniyet olarak dayatmaları, üniversite denilen eğitim alanına yerel değerleri mutlak egemen değerler olarak yerleştirmek istemeleri, siyasi görüşünden bağımsız olarak dünyayı kavrama biçimi, toplum-birey ilişkileri bakımından taşraya ait olmaları. Tavsamış bir anekdot ama önemli, bir rektör yardımcısının televizyona çıkıp “Türkiye’de okuma oranı arttıkça beni afakanlar basıyor. Ben daha çok cahil ve okumamış, tahsilsiz kesimin ferasetine güveniyorum” demesi, kendi meslektaşlarını küçümsemesi, üniversiteyi aşağılaması, bilimden ve eğitimden korkması. Böyle düşünmeyi olağan hale getiren bir taşralaşma… Bu anlamda taşralaşma şunu da getiriyor: Kendi meslekî alanına vukufiyetini -kaybeden ya da yitiren değil- önemsemeyen, bunu umursamayan akademisyen. Örneğin siyaset sosyolojisi gibi bir alanda çalışan, yayın yapan ama Gramsci’yi, Jessop’ı, Arendt’i bilmemenin mahcubiyetini hissetmeyen, bunu umursamayan bir akademisyen tipi… Bunun yerine kimsenin okumayacağı bir enstitü dergisinde, benzer bir dergideki bir yazıdan aldığı bir malumatı, makbul bir marifetmiş gibi süsleyip yayın yapan ve sadece topladığı puana odaklanan akademisyen. Bu da retoriğe, intihale, istismara yol açıp üniversiteden sonra akademisyeni de ortadan kaldırıyor. Özellikle üniversitelerin partizanlaşmasıyla birlikte akademik yayınlardaki lümpen retorik, vatan, millet, bayrak, devlet, beka gibi bağlamsız kavramlarla döşenen niteliksiz yayınlar, kocaman bir yayın çöplüğü üretti.  Bütün bunlar, bilim idesine sahip ve üniversiteye değer veren, onu kıymetli gören akademisyenler için üniversiteleri nefes alınamaz hale getirdi.

Olcay Akyıldız: Taşraya geçelim mi geçmeyelim mi derken hem taşra hem de onunla bağlantılı olarak nitelik meselesi, atama yükseltme kriterlerinin keyfiliği bütün onları da bir şekilde konuşmuş olduk. Zaten bağlanıyordu galiba içsel olarak birbiriyle. Benim dünyaya geçme konusunda ısrarım ise şundan: 2003 sayısına çok referans verdik. Nilgün sen de söyledin, yani orada tartıştıklarımız sadece Türkiye’ye özel değildi, bunu dünya bağlamı içerisinde konuştuk. Şimdi burada da devletin üniversiteye bu kadar el atıyor oluşunun daha genel bir şeye, dünyada olup bitenlere çok paralel olduğunu da düşünmek lazım elbette. Yani özellikle rejimlerin üniversiteye hem müdahalesi hem de üniversiteyi bir biçimde belirlemeye çalışıyor olması, kontrol etmek istemesi… Belki yine güvenlikleştirme ideolojisiyle bağlantılı düşünürsek, kamusal alan bir sürü farklı şekilde kapatılıyor ama üniversitenin de kontrol altına alınıyor olması yine bir tür alternatif kamusallığın kapatılması anlamına da geliyor mu? Bu sadece Türkiye’de olan bir şey değil. Çok örneği var. Belki biraz da somut örneklere gönderme yaparak benzerlik kurmak isteyen olabilir, gibi düşünüyorum. Türkiye’nin çok kendine has dinamikleri de var bu konuştuklarımız içerisinde ama bir yandan da bir dünya modelinin parçası sanki.

Nilgün Toker: İki örnekle başlayalım dünyayı konuşmaya, Fransa ve Yunanistan. İkisindeki üniversitelere müdahaledeki mesele, her ülkenin ayrı bir şekilde tarif ettikleri tehditlerle alakalı. Fransa mesela bunu İslam meselesi üzerinden tartıştı, başka bir güvenlik meselesine dönüştürdü. Hatta liberal akademisyenlerin bile bir tür devlet tavrı aldığı, mesela Marcel Gauchet, hak bakış açısından farklı kültürleri savunmak adına Müslümanları koruyanlara karşı bir deklarasyon yayınladıkları bir olay söz konusu. Yunanlı meslektaşlarımız belki üniversitenin geleceği derken önümüzdeki bir handikap olarak tartışmaya başlamamız gereken bir meseleyi, üniversitelerin artık herkesin girebildiği yerler olmadığı ve bir tür hiyerarşi yaratılmasını tartışıyorlar.  Ama hem Fransa’da hem Yunanistan’da -bizde de bir zamanlar çok tartışılan ama başka meseleler yüzünden artık çok tartışılamayan- önemli bir mesele var: Üniversitelerin kamu kaynaklarından dışlanması. Devlet-kamu desteği alamayan üniversitelerin, piyasalaşmaya zorlanmaları. Kamudan alamadığınız kaynağı “piyasadan kazanın veya öğrenciden kazanın” şeklinde bir yeni politikanın oluşması. Üçüncüsü hem Fransa’da hem Yunanistan’da kampüslerin, polisin rahatça girebileceği alanlara dönüştürülmesi, tıpkı Boğaziçi’nin polis işgali altında olması gibi. Üniversitenin de güvenlik önlemi alınacak bir saha olarak tarif edilmesi ve her türlü öğrenci itirazında polisin üniversitelere sokulması. Bunlar sadece piyasalaşma ile ilgili değil, devletin temel ilgisi neyse ona göre üniversitelere yapılan bir müdahale var dünyanın her yerinde. Bu tehdidi nasıl tarif ettiklerine bağlı. Aslında sanki devletler, iki şeyi birden engellediler: İsyan iki yerden başlar geleneksel olarak, fabrikalar ve kampüsler. Artık ikisinden de isyanların başlamasını engelleyici yapılar kuruyorlar. Buradan Serdar’ın (Tekin) dediği yere geleceğim, yeni rejimlerin dünya genelinde bir özerk alan bırakmama eğilimini tartışmamız gerektiği kanaatindeyim.

Seda Altuğ: Nilgün’ün bıraktığı yerden devam edeyim. Fransız akademisine devletin müdahalesi ve yaşanan tartışmalara baktığımızda, akademi ve sömürgecilik ilişkisinin tarihiyle, özellikle ırk ve din meseleleriyle yüzleşilmemiş olmasının önemli bir rol oynadığını düşünüyorum. Yani Fransa’daki akademi içindeki tartışmaları ırkçılık, din meselesi ve sömürgecilik konusunda devletin önayak olduğu resmi anlatının hakimiyet kurma arzusundan bağımsız düşünemeyiz. Orada da hâkim anlayışın İslâmosolcu oldukları iddiasıyla (“islamo-gauchisme”) kriminalize ettiği meslektaşlarının avına çıkmış muhbir akademisyenler var, mesela. Burada da benzer bir dinamiği özellikle BAK sürecinde çok yakından görmüştük. Kısacası, Nilgün hocanın dediği gibi tartışmanın terimleri farklı ve devletin müdahalesinin ölçeği ve araçları farklı olsa da üniversite özerkliğinin daralması açısından her iki ülkenin benzerlik gösterdiğini görüyoruz.

Olcay Akyıldız: Belki de biraz CEU (Central European University) örneğini de konuşuruz.

Ömer Turan: Evet bunun Avrupa bağlamında en tuhaf örneklerinden birisi CEU. CEU’nun 2017’deki yasal düzenleme sonrasında Budapeşte’den Viyana’ya taşınmak zorunda bırakılması, CEU aleyhine yürütülen kampanya Macaristan’daki rejim değişikliğinin çok net bir göstergesi. Çünkü Victor Orbán ülkeyi aşağı yukarı normal bir demokrasi ve hukukun üstünlüğünün olduğu bir rejimden başka bir şeye dönüştürdüğü andan itibaren CEU o bağlam içerisinde uygunsuz bir şey haline geldi. Ve özel bir yasa çıkartarak üniversitenin neredeyse sürgüne gitmesini sağladılar. Ve çok da gururla yapıyor bunu Orbán hükümeti Macaristan’da. Orbán’ın üniversiteyle kavgasında en görünür cephe -bir nevi odak- CEU olsa da, daha genel bir kavgadan söz etmek şart. Bir parantez açacağım. Toplum ve Bilim’in 155. sayısında Macaristan üzerine bir makale var. Joachim Becker’in makalesi. Becker de o makalede Macaristan’daki gelişmeleri, CEU’nun başına gelenleri, Macar Bilimler Akademisi’nin özerkliğinin nasıl sınırlandırıldığını ve Corvinus Üniversitesi’nin maruz kaldığı tepkileri parti devletleşme sürecinin unsurları olarak anlatıyor. Meraklıları o makaleye bakabilir. Macaristan’daki ve Polonya’daki diğer üniversitelerde de özellikle toplumsal cinsiyet yüksek lisans programlarında ve bunu çalışan akademisyenlere yönelik baskıların da artmasını bu resme eklememiz lazım. Avrupa’nın farklı ülkelerinde aşırı-sağcıların toplumsal cinsiyet çalışan akademisyenler ve kurumlar aleyhine kampanyalar başlattıklarını görüyoruz.

Tabii dünyadaki durum demişken, pandeminin üniversitelerde güvencesiz çalışanlara etkisini resme dahil etmemiz gerek. Bu bağlamda İngiltere’de olan bitenler durumu özetliyor sanırım. Pandemi öncesinde İngiltere’deki üniversitelerde tüm çalışanların yüzde 54’ü güvencesiz sözleşmelerle çalışıyorlardı. Ve derslerin de yaklaşık üçte biri güvencesiz çalışan akademik personel tarafından verilmekteydi. Pandeminin ilk aylarında farklı üniversiteler işten çıkarma planlarını açıkladılar. Pandemi koşullarının olağanüstülüğü, bütçelerdeki düşüş, uluslararası öğrenci sayılarının azalacak olması gibi bahaneler üniversitelere güvencesiz çalışanlarını çıkarmak için bir fırsat olarak göründü. Hep bildiğimiz maliyetin toplumun sırtına yüklenmesi mantığı. Ve dünyayı konuşmaya devam edeceğiz ama bir taraftan da burada olan biteni de konuşuyoruz aslında; Türkiye’deki kimi vakıf üniversitelerinde de akademik personele zorunlu ücretsiz izin dayatması yapıldığını biliyoruz.

Olcay Akyıldız: Ömer’in CEU örneği üzerinden toplumsal cinsiyet çalışmalarıyla ilgili, özellikle daha fazla kontrol, baskı oluşuyla ilgili söyledikleri buraya dair meseleleri de düşündürdü kaçınılmaz olarak. Bu genel olarak da gördüğümüz bir şey: Polonya’daki tartışmalar, İstanbul sözleşmesi meselesiyle de ilgili… İşte şimdi Türkiye’de olanlar. O konuştuğumuz taşralaşmaya da bağlanıyor bir taraftan. YÖK, 2015 yılında Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Tutum Belgesi’ni, hayli de iyi olan bir belgeyi ortaya koyarken, içinde olduğumuz zamanlarda onun geri çekilmesi, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmek, Boğaziçi Üniversitesi’nde olanları yine toplumsal cinsiyet bağlamında düşündüğümüzde... Birdenbire bir gurup erkeğin yönetimde olması, dengeli veya çoğu zaman da ağırlıklı olarak kadınların yer aldığı pozisyonların bu şekilde erkekleşmesi tesadüf olamaz. Boğaziçi Üniversitesi hem Cinsel Tacizi Önleme Komisyonu hem de komisyonla koordineli bir şekilde çalışan bir ofisle pek çok üniversiteye model olan bir yapıyla işliyordu. YÖK de Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Tutum Belgesi’yle üniversitelerde toplumsal cinsiyet eşitsizliğini önlemeye dair bu tür faaliyetleri destekler ve teşvik ederken gelinen nokta: “kadının beyanı esastır ilkesine inanmıyorum ben” diyen bir yöneticinin “kadın beyanı esastır ilkesine tam da anlamadan itiraz ediyorum ben, o yüzden üniversitede işlediği bilinen bir yapıya müdahale edeceğim” mealinde bir düşünce yapısı ile davranabilecek birtakım yöneticilerin var olması. Yani Türkiye genelinde olanın mikro bir modeli oluyor bu dönüşüm ve taşralaşma. Bu oluşumun yakın takipçisi ve destekçisi olan LGBTİ+ Kulübünden öğrenciler varken şimdi bu kulüp kapatılıyor. Bu aynı zamanda LGBTİ+ çevresinde faaliyet sürdüren öğrencilerin sözlerinin duyulmaması ile sonuçlanıyor. Tam da o kuraklaşma, kıraçlaşma da bununla ilgili, yani bütün bunların teker teker eleniyor olmasıyla. Sadece liyakatsiz bir rektör gelmiyor, onun uzantısı olarak bunlar oluyor. Bunun paralelinde İstanbul Sözleşmesi’nden “ben canım isterse çıkarım” diyerek çıkan bir devlet var. Polonya örnek gösterilmeye çalışılsa da önemli farklılıkları da olan bir süreçten söz ediyoruz. Tartıştığımız taşralaşmanın bir parçası da bunlar aynı zamanda.

Serdar Şengül: Ben Seda’nın söylediği yerden devam etmek istiyorum Fransa’daki tartışmalara. Çok kabaca söyleyecek olursak şöyle bir eğilimin de olduğunu düşünüyorum dünya genelinde. 1990’lardan sonra Yeni Dünya Düzeni ilan edildikten sonra tasfiye edilen sosyalizm, onun çözüm modellerinin kendisinin hem insanlık için iyi olmadığı hem de modası geçmiş olduğuna dair pek çok ideolojik inşa gündemleştirilirken ve akademik anlamda da ön plana çıkarken liberal demokrasinin çözüm bulacağı sorunlardan bir tanesi de kimlik probleminin kendisiydi. 90’lardan sonra milliyetçiliğin yükselişi, kimlik politikalarının hiç olmadığı kadar akademide tartışılması, Ortadoğu’da etnisite, ulus, sınıf konularını retrospektif bir perspektifle yeniden tartışan bir dizi çalışma yapılması söz konusu süreçle ilgili. Aradan otuz yıl geçmiş ve bu sorunlara hâlâ bir çözüm bulunabilmiş değil. Dahası ciddi bir şiddet sarmalının içine yuvarlanmış durumdayız. Türkiye’de, Avrupa Birliği süreciyle daha demokratik bir modelin hayata geçirilip geçirilemeyeceği tartışıldı. Ancak gelinen noktada tekrar beka sorununa dönüldüğü görülüyor. Fransa’da da öyle. Göçmen sorununun kendisi, Fransa’da ulusun tanımı dışında bırakılmış olan insanların ulusa nasıl dahil edileceği, gerçek anlamda dahil edilip edilemeyeceği sorunu var. Bu sorunları tartışma ve çözüm bulma noktasında akademilerden düşünce üretmesi beklenir. Ancak Fransa’da da Fransız kimliği ve medeniyetinin bir kriz içinde olduğunu söyleyip demokratik mekanizmalar dışında önlemlerin gereğine ve aciliyetine vurgu yapıyorlar ve bu meşru kabul ediliyor. Farklı olduğu düşünülen grupları ulusun epistemik ve fiziki sınırları dışına sürmek, mümkün olduğu yerde yok etmek kabul edilebilir olmaya başlıyor. Dünyadaki dönüşümlerin elbette neoliberal emek piyasasını etkileyen bir tarafı var. Ama aynı zamanda sorunun diğer tarafında kimlik sorunları bulunmakta.

Eylem Ümit: Ben sanırım iki şey söyleyeceğim. Birincisi toplumsal cinsiyet eşitliği boyutuyla ilgili üniversiteye saldırının. Diğeri de akademik pozisyonların güvencesizleştirilmesiyle ilgili. İlki öylesine konjonktürel bir müdahale ki konjonktür ve sansür neyi içeriyorsa o dönemde üniversite bunu yaşayacak. O dönemde “toplumsal cinsiyet çalışın” diye emir gelince üniversite onu çalışacak, sonra “vazgeçtik, çekilin o alandan. Allah kahretsin sizi. Bu alan yasaklandı” deyince de yeniden bir daralma yaşanacak. Bütün o LGBTİ+ bayrağına duyulan öfkeyi de yaşıyoruz, onları da yok etmeye çalışıyorlar üniversiteden. “Bunlar çok azdılar, üniversiteyi boş buldular” öfkesini görüyoruz, yaşıyoruz ama şundan çok farklı görmüyorum. BAK akademisyenlerinin tezlerine atıfları yasaklayabilecek bir mekanizmanın var olmuş olduğunu biz o yasaklamayla birlikte fark ettik. Yani yüksek lisans ve doktora tezlerinin içeriğinin enstitüler tarafından reddedilebilir, danışmanın ve jürinin dışında birilerinin senin tezinde atıf verilen kaynakçanda yer verilen bir isim nedeniyle o tezin sana yazdırılmayacağı bir mekanizmanın hazır olduğunu bilmiyorduk. Aynı işte Toplumsal Cinsiyet Eşitliği derslerinin birdenbire çekilmesiyle. E çünkü dersi açmaya biz karar veremiyormuşuz, o dersi nasıl vereceğimize biz karar veremiyormuşuz ve aynısı işte “sen nasıl bir Barış Akademisyeninin çalışmasına tezinde atıf verirsin? Tezini reddettik, bu tez yazılmaz” mekanizmasının tamamen şekli bir biçimde işleyen sekretarya tarafından reddedilmesinde yaşadığımız şok gibi. Bu sansür, şimdi ise İstanbul Sözleşmesi ve işte feministlere, Toplumsal Cinsiyet Eşitliği derslerine buna yönelik ilerliyor. Diğer söyleyeceğim, bu tenure pozisyonunun yurt dışındaki varlığı beni hep ürpertirdi. Yani “ne güzel ya, bu nasıl bir şey!” diye. Döner Türkiye’de bir benzeri var mı diye bakardım. Türkiye’de hâlâ bu pozisyonlarda kalabilen bir nesil var ama. Bütün şeylere rağmen bunu söylüyorum. Dosya hazırlama, her sene dosya hazırlama, yeniden atama meselesine rağmen bunu söylüyorum. Ama dünyada o bitti. Çok önce bitti. Bizim akranımız olan akademisyenler çok uzun süredir dünya üniversitelerinde üç yıllık, iki yıllık projelerin finansmanıyla iş buluyorlar. Kalıcı ve güvenceli pozisyonlar belli yaş grupları için tamamen kapatılmış durumda. “Bitti o dünya” diyorlar. “Kalmadı” diyorlar. Çok az alanda, çok belli üniversitelerde kalmış bu yaşlarda birinin her sene atama için dosya hazırlasa dahi bir tenure pozisyonda kalması, “benim kadrom var” demesi, onlara ütopya gibi geliyor. Dünya ile Türkiye arasındaki bu farklılık neoliberalleşmeyle ilgili bir hızla mı ilgilidir, bir şeyin gecikmesiyle mi ilgilidir, bir fikrim yok açıkçası. Ama bizdeki pozisyonların türlerinin bu farkla dizayn edildiğini düşünüyorum. Dünyayla karşılaştırdığımda bunu düşünüyorum.

Burak Onaran: Kadrolar konusunda benim de bildiğim örnekler Eylem’in dediklerini doğrular nitelikte. Sabit, sürekli kadrolar çok çok az. Görece daha iyi bildiğim Fransa ve Almanya üniversitelerinde hâlâ yeni kadro bulmak mümkün, ama zor, çünkü çok az sayıda kadro var. Akademisyenlerin çoğunluğunun durumu bizdekinden farklı bu açıdan. Bizde hâlâ kadro imkânları daha geniş, ama tabii ihraçlarda görüldüğü gibi bir anda keyfi olarak elinizden alınabiliyor kadronuz. Üniversitelerdeki değişimlere gelince, bunları da merkezî iktidarların müdahalesi ve standartlaşma çerçevesinde düşünebiliriz sanıyorum. Merkezî iktidarın müdahalesini Türkiye üzerinden konuştuk. Benzer bir eğilim yer yer Avrupa’daki üniversitelerde de görülüyor. Nilgün de söyledi bu denetimin artırıldığını. Bir de Avrupa’nın tamamını kapsayan bir merkezileşme, aynılaştırma süreci yaşadık, onu da hatırlamak lazım sanıyorum. Yine demin Türkiye’yi konuşurken zikrettiğimiz Bologna Süreci’ni kastediyorum. Bu süreç, farklı ülkelerdeki üniversite sistemlerinin birbirine tercüme edilebilir olmasına gayret ederken sistemlerin özgünlüklerini de tahrip etti. Bir yandan tamamen bir evrak yükü getirdi.  Herkesin birbirine bakarak benzerini uydurduğu belgelerle bir standart oluşturuldu. Bu standart da sahada farklılığı tahrip etti. Mesela Fransa’da lisans, maîtrise, DEA ve doktora diye kademelendirilen eğitim süreci, her yerdeki gibi lisans, yüksek lisans, doktora formatına döndü. Bunun dışında, mesela EHESS [Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales] gibi ayrıksı kurumlar da sistemin gereklerini yerine getirmek üzere değiştiler. Öğrencilerin öncelikli olmadığı, hocaların da daha ziyade araştırmacı olarak konumlandıkları bir yer malum EHESS. Dersler de ezici çoğunlukla hocaların araştırmalarını paylaştıkları seminerler. Bu seminerler sadece öğrencilere değil, herkese açık olduğu gibi, çoğu zaman hocalar da birbirlerinin seminerlerini takip ediyorlar. Bologna sürecinin yarattığı değişimle net bir şekilde bazı derslerin yaş profilleri değişti. Okulda yüksek lisans dersleri yaratılması gerekiyordu. Bu yüksek lisans derslerindeki dinleyicilerin çeşitliliği hızla azaldı, yüksek lisans öğrencileri baskın hale geldi. Lisans-yüksek lisans-doktora nizamı illa piyasalaşmanın bir parçası olmak zorunda değil. İlla kötü bir uygulama da değil. Ama standartlaşmanın bizzat kendisi piyasa beklentilerine Avrupa’nın mobilite beklentilerine karşılık vermeyi hedefliyor. Kurumların kendilerine ait özgün pratikleri, kültürleri de bu standartlaşmayla aşınıyor.  Bir de tabii bu süreç esas olarak piyasanın ölçme kriterlerini üniversitelere empoze etmeye yaradı diye düşünüyorum. İlla sermaye işbirliği veya işin paraya tahvil edilmesi gerekmiyor. Üniversitede yapılan işin kıymetini takdir etmek için geliştirilen ölçme değerlendirme kriterleri, verimliliği artırma stratejileri piyasadan devşirilmiş formatlar. Tabii bu dönüşüm, verimliliği artırma beklentisi kısmı özellikle, üniversitelerde münhasıran sosyal bilimlerde üretilen bilginin dolaşıma girme, işlev sorunuyla da ilgili. Türkiye’den konuşurken, bilgi teknisyenlerinden, aşırı uzmanlaşmadan bahsettik. İşin bir yanı aşırı uzmanlaşmış bilginin nerede kullanılacağı, aktarım kanallarının var olup olmamasıyla, nihayet işleviyle ilgili. Bu bilgi en sonunda kendi üretildiği dar alanda dönüyor, oraya sıkışıyor.  Başka alanlarla, üniversite dışıyla ilişkilenme kabiliyeti oldukça zayıf. Bu da önemli ölçüde entelektüel merak ve kaygıyla birleşmediği için diye varsayıyorum. Aşırı uzmanlaşmaya ek olarak, son dönemdeki otoriterleşme eğilimi, onunla beraber yükselen post-truth meselesi var. Araştırmanın, hakiki bir söz ortaya koymanın topyekûn kıymetsizleşmesiyle karşı karşıyayız. Bir şeyi hakikaten araştıracaksınız, bulacaksınız da ne olacak sorusuna doyurucu bir cevap vermek kolay değil. Atfedilen kullanım değeri açısından uydurulmuş olanla arasında fark yok gibi, hatta ikincisi tercihe şayan belki de. Bu hakiki bilgi üretme ihtiyacının azalması nitelik kaybına da neden oluyor. Hazır, klişe formatların içerisinde yazan düşünen akademisyenler, maksimum sayıda öğrenciyi oyalayabilen ve mezun eden kurumlar sayıca artıyor. İşsizliğin arttığı bir nizam içerisinde uzayan eğitim dönemi gençleri bekler halde tuttuğu gibi harçlarla, paralı eğitimle ekonomik faydaya da dönüştürüyor.  Öğrenci sayısı, mezun sayısı her kademede artıyor ama sonucunda en iyi ihtimalle prekar bir akademisyen olarak yer var sistemde bu mezunlara. Türkiye’dekiyle de bu açıdan paralel gelişmeler var diye düşünüyorum. Bizde bazı süreçler daha sert, daha kestirmeden nihayete erdi son dönemde tabii...

Nilgün Toker: Dediğin şeye, Burak, pandeminin etkisi korkunç olacak. Bir karşılaşma alanı olarak kampüsler de ortadan kalktığında, hani yüz yüze ilişki ortadan kalktığında bu yeni yapı çok güçlenecek. Hem akademisyenler arası, hem idareci-akademisyen-öğrenci arası, yani üniversite bileşenleri dediklerimizin ve üniversitenin tüm o çeşitliliğiyle birbiriyle karşılaştığı alanın ortadan kalkmasıyla beraber aslında üniversite neye yarar sorusuna da yeniden yanıt aramak zorunda kalacağız. Üniversite dediğimiz şey tam da o farklı kamusallığı nedeniyle lazım. Bir kolektif bilgi üretim alanı olarak… Kolektif bilgi alanı derken sadece akademisyenler arası ilişkiden bahsetmiyorum, özellikle sosyal bilimler için elzem olan öğrenciyle yüz yüze ilişkideki o diyaloğun sizi zorlaması, değiştirmesi, bilginizin sınırlarını göstermesini de kastediyorum. Bütün bunların ortadan kalktığı yerde bu dediğin şey çok daha hızlanacak gibi. Akademisyenin de geleceği nerede aranacak mesela? Kapitalizm üniversiteleri Ar-Ge merkezlerine dönüştürdüyse ve hatta akademik birikimi kendi Ar-Ge merkezlerine taşımaya başladıysa eğer, hem üniversitenin geleceği, hem akademisyenin geleceği ne olacak?

Olcay Akyıldız: Evet bir de öğrenciye ne olacak sorusu da var burada. Onu da ekleyelim. Öğrencinin kampüse gelememesinin değiştireceği o kadar çok şey var ki. Üniversiteyi meslek tornası olarak görenler için kampüsün çok da bir anlamı yok belki ama başından beri konuştuğumuz eleştirellik de entelektüel merak da, itiraz ve sorgulama da birlikte olunan bir kampüste yeşeren şeyler.

Ebru Voyvoda: Kapitalizmin üniversitelerle değil de özel Ar-Ge şirketleri ile çalışmaya başladığı konusunda bir şey söylemek istiyorum. Özellikle pandemi ile birlikte tartışageldiğimiz aşı meselesinde örneğin, kapitalist sistemde üniversite dışında özel Ar-Ge üzerinden teknolojik gelişimin ilerlemesi meselesinden çok emin değilim. Aşıdan örnek verirsek, özellikle mRNA teknolojisinin ortaya çıkış ve ürüne dönüşümünde üniversitelerin katkısı çok büyük. Örneğin Uğur Şahin de profesör ve Mainz Üniversitesi’nde Aşı Merkezi’nin başında görev yapıyor uzun süre. Dolayısıyla aşı konusu ve ardında yatan teknoloji üniversiteyle çok bağlantılı. Benzer şekilde Moderna da örneğin Harvard Üniversite’nden akademisyenler ile birlikte çalıştı kendi aşısını geliştirmede. Bu açıdan aslında özellikle de Amerika’da falan büyük üniversitelerin teknoloji transfer ofislerinin bu özel şirketlerle bu kadar ilişkili çalışıyor olmaları ve hatta CalTech gibi, Stanford gibi, MIT gibi üniversitelerde hocaların şirket kurmaya özendirilmesi ve neredeyse şirketsiz hoca olmaması, tam da aslında bu düzen içerisinde “temel bilimi üniversite üretir ama onun pazarlanabilir bir ürüne dönüşmesi özel şirket süreçlerini gerektirir” yaklaşımını çok iyi yansıtan örnekler. O açıdan tamamen üniversiteden bağımsız bilgi ve ürün üretiminden hâlâ bahsedemeyeceğimizi düşünüyorum. Şundan da çok emin değilim: Bu kadar çevrimiçi eğitimle, dijitalleşmeyle birlikte kampüs dışında eğitime doğru bir eğilimi şu anda içinde yaşıyor ve gözlemliyor olsak da fiziksel mekâna dönme talebinin oluşacağını düşünüyorum. Bu talebi ne kadar güçlü bir şekilde toplumsal alanda dile getirdiğimiz önemli olacak ve belki bu konu ciddi bir çatışma alanı oluşturacak.

Serdar Şengül: Nilgün hocanın konuştukları üzerine birkaç şey söyleyebilirim. Küresel deneyimler önemli, bunların analiz edilmesi de. Burak da diğer hocalar da bu konuya dikkat çektiler ve üniversitedeki emek yapısı, işgücü, hoca-öğrenci ilişkisi, akademisyenden beklentiler ve bilgi üretimine yansıma biçimlerine dair önemli değerlendirmelerde bulundular. Tüm bunları dinlerken küresel dönüşümlerin devlet politikalarına yansıma biçimi üzerine daha incelikli düşünmenin yaşadığımız sorunların çok boyutluluğunu anlamak konusunda bizi daha donanımlı kılacağını düşündüm. Sistem ne zaman bir krize girse hem krizin ilk dillendirildiği yerler akademiler oluyor hem de ilk müdahale edilen yerler. 1968’de Avrupa ve Kuzey Amerika’daki üniversitelerin dizayn edilmesi bu çerçevede değerlendirilebilir. Türkiye’de de öyle. Bugünkü üniversitelere müdahalelerin çok boyutluluğunu anlamak ve “buradan nereye götürülmeye çalışıyor”a dair projeksiyon geliştirmek ve “ne yapılıyor”a dair de bir duruş sergileyebilmek adına böylesi bir yaklaşım benimsenebilir diye düşünüyorum.

Tanıl Bora: Taşra ve dünya bahsinde konuşulanlar, Seda ve Nilgün’ün söyledikleri, bir kavramı ilham etti. Biliyorsunuzdur, post-kolonyal incelemeler okulunun üstatlarından Chakrabarti’nin bir kitabı vardır: Avrupa’yı Taşralaştırmak. Onunkisi, modernliğin ve sömürgeciliğin tarihini başka türlü düşünme çağrısıdır. Avrupa’ya nazaran Avrupa-dışını değil, bütün dünyayı ve o arada Avrupa’yı/Batı’yı da, süreç halindeki, oluşum halindeki modernliğin, deyim yerindeyse müstakbel modernliğin taşrası, yani “kenarı” olarak düşünme çağrısı. Hem Seda’nın sömürgecilik geçmişini hatırlatması hem de Nilgün’ün global düzlemde olup bitenlerle ilgili söyledikleri bana bu kavramı hatırlattı. Başka bir anlamda, dünyayı taşra suretinde düşünmek. Üniversitenin toplam taşralaşmasını düşünürken, onu bir global toplam taşralığın içinde konumlandırmak, teselli edici olabilirdi!

Ömer Turan: Nalbantoğlu hocanın ütopyasızlık kavramıyla başlamıştık. Bunun da çok genel bir durum olduğunu düşünmek mümkün. Çünkü pandemiye gelecek olursak, az önce aşıların geliştirilmesinden söz ettik. Kapitalist mantıkla ilerliyor bu süreç. Ve kapitalist mantıkla ilerleyen süreç bir başarı hikayesi yaratmış değil. Bilmiyorum Ebru katılır mı bana ama bir “piyasa yetersizliği”nden, İngilizce tabirle “market failure”dan söz edebileceğimiz bir durum var aşı arzında. Avrupa’da parası olan devletler de aşıya erişmekte zorlanıyorlar. Burada böyle bir piyasa yetersizliği olmasına rağmen, piyasa mantığının sorunu çözememesine rağmen ütopya eksikliği o kadar bariz ki güçlü bir patent karşıtı sol muhalefet de görmüyoruz. Aslında ütopyasızlık dediğimiz şeyin örneği bu. Ve tabii ki üniversite içerisindeki ütopyasızlığı da artıran bir şey.

Patent karşıtı sol muhalefet eksikliği o kadar ilginç ki, sorun bariz, çözüme yönelik bir adımın nasıl atılabileceği bariz. Ve bunu görüp dillendiren sol muhalefet değil ABD Başkanı Biden oluyor. Biden Covid-19 aşıları üzerindeki fikri mülkiyet hakkından geçici olarak feragat edilmesini destekleme fikrini ortaya attı. Dünya Sağlık Örgütü ve Rusya Biden’ın önerisini destekledi.  AB de konuyu gündemine aldı. Sistemin tıkandığı noktayı sol muhalefetin değil, dünya liderlerinin dillendirmesi tam da ütopya eksikliğine denk düşüyor sanırım.

Nilgün Toker: Şuradan düşünelim: Üniversitenin geleceği dediğimiz şey sonuçta toplumsal geleceklerimizle ilintili bir problem. Üniversitenin yaşadığı her dönüşümün, toplumsal ve siyasal dönüşümlerle ilgili olduğunu biliyoruz. O halde yeni zamanlarda üniversiteyi yeniden tarif edip, akademik özgürlüğü mümkün kılacak bir üniversite mümkün mü ve nasıl mümkün sorusuna yanıt arayabiliriz. Mesela Boğaziçi itirazının, Boğaziçi’nde öğrencilerin itirazının sadece öğrencilerin itiraz kabiliyetine bağlı olmadığını düşünüyorum, bir itiraz ortamında mümkün olduğunu düşünüyorum. Yani 2016’nın sonundan itibaren üniversitelere ağır baskı uygulanırken Ege Üniversitesi’nden çocuklar da itiraz etmişlerdi ama içerden ya da dışarıdan hiçbir destek alamamışlardı. Boğaziçi’nde öğretim üyelerinin de eylemlilik içinde olmaları, diğer üniversitelerin öğrencileriyle buluşabilmeleri de itirazın toplumsallaşmasına katkı yaptı. Ama en önemlisi bu itirazın başka itirazlarla birlikte ortaya çıkması bence. Sokakta işçilerin yürüdüğü, avukatların yürüdüğü, şu ya da bu düzeyde itirazların olduğu, yükseldiği bir ortamda, esnafların, kuryelerin yürüdüğü ve eylem yaptığı bir ortamda Boğaziçililerin eylem yaptıklarını unutmayalım. Başka deyişle, Boğaziçililerin itirazını duyacak bir toplumsal ortam vardı. O yüzden üniversitenin geleceği var mı sorusu, toplumun hangi olanaklara sahip olduğuyla da alakalı bence. Sadece piyasanın değil, aynı zamanda devletlerin de üniversitelere yeniden biçim vermesinin, Serdar’ın (Tekin) bir tedbir aygıtına dönüştürülmesi ya da baskıda özerklik olarak adlandırdığı durumun Macaristan’da, Fransa’da vb. yaygın bir şekilde görülmeye başlanması şu soruyu sorduruyor: Bu rejimleri ittirecek toplumsallık imkânları hâlâ var mı? Üniversitelerin ya da akademisyenlerin bu tür toplumsallık imkânına katkısı olabilir mi, olursa nasıl olur? Mesela, hekimlerin bilgisini aktarma yönteminin, bilginin demokratikleşmesine katkıda bulunamayacağından, tam tersine bilgiden uzaklaşmaya yol açacağından bahsedenler var. Yani rakamlar, istatistikler, bilmem neler, yani bu teknik dediğimiz şeyin bilginin toplumla ilişkisini koparan bir bilgi dili olduğunu söylüyorlar. Bu yüzden halk sağlığının sosyolojiyle ilişkisinin kıymetli olduğunu, sadece toplum sağlığını korumakla ilgili bir görevleri olmadığını, aynı zamanda sağlıkla ilgili bir bilgiyi topluma aktarmayı da bilmeleri gerektiğini söyleyenler de var. Daha doğrusu mesele şu: Bilgiyle bilgilendirme arasındaki ilişkiyi kurmakla da sorumlu olabiliriz. Kısacası toplum ve bilgi arasındaki ilişkinin nasıl kurulacağı sorusu çok can alıcı bir soru. Biz bunu sadece kamusal entelektüelin vasfıymış gibi tarif ediyoruz. Kamusal entelektüel bu rolü başka türlü yüklenmiş olabilir ama verili olanla yetinmeyip hakikatin peşinde koşanların sorumluluğu da değil mi bu? Tırnak içinde kamusal entelektüel rolü yüklenmese de ve akademik bilgi için bile olsa, bir akademisyenin ve bu bilgiyle ilişkiyi talep eden öğrencinin, bir üniversitenin mümkün olabileceği bir toplumsallığı var etmeye dair sorumluluğu da yok mu? Tam da Polat’ın baştan beri inat ettiği konu var. Bilim insanı olma vasfını sürdürebilmek için, üniversite öğrencisi olabilmek için bu sorumlulukları var. Başka türlü bilim peşinde koşan insanlar olmazlar. Eğer bir şey değiştirecekse, hem öğrenciler nezdinde hem akademisyenler nezdinde, bilme arzusunun değiştireceğini düşünüyorum. Adil bilgi istemek, bilgiyi istemek, kampüsü istemek, Ebru’nun dediği gibi fiziksel mekânı istemek, o diyalog ortamını istemek vb. Akademisyenlerin de bilmek ile ilgili başka türlü sorumlulukları var. Bilgiyi isteme sorumlulukları olması lazım, araçsallaştırmayan bilginin peşinde koşabilme hakkını geri istiyor olmaları lazım. Bu tartışmaları yapmazsak üniversitenin geleceği olacağı kanaatinde değilim. Bu tartışma bilgiyle, bilgi ve toplum ilişkisiyle, bilginin kamusallaşması, hakikatin peşinde koşmak meselelerinin hâlâ bir gerçeklik taşıyıp taşımamasıyla alakalı. Çok soru sordum biliyorum ama bunların aynı zamanda gelecek sorusuyla çok ilintili olduğunu düşünüyorum. O kadar kolay kapatabileceğimiz meseleler değil. Üniversiteler piyasa ve devlet kıskacı altında, tamam. O zaman üniversiteleri bırakıyor muyuz yani? Üniversitelere niye ihtiyacımız var? O kamusallığa niye ihtiyacımız var? O karşılaşmaya niye ihtiyacımız var? O akademik bilgiyi üretebileceğimiz bir alan olarak üniversiteye ihtiyacımız yok mu?

Polat Alpman: Şunu da ekleyeyim, bilgi üretiminin ve bilgi teknolojisinin, mevcut komünikasyonun ve bütün bu olup bitenlerin radikal biçimde değiştiği bir yüzyıldayız. Bizden önceki hocaların hayal edemeyeceği bir alışverişin muhataplarıyız ve bunun varyantlarını tecrübe ediyoruz. Bu kadar hızlı ve radikal dönüşümlerin olduğu bir çağda ve dönemde, elbette üniversiteyi tekrar düşünmek lazım. Üniversitenin nasıl geri kazanılacağını değil sadece, bundan daha iyisinin nasıl mümkün olduğunu, nasıl mümkün hale getirilebileceğini, öncekini nostaljik bir biçimde hatırlayalım ama...

Nilgün Toker: Nostaljik demeyelim, hatırlamak bazen kurucudur.

Polat Alpman: Tamam, şunu vurgulamaya çalışıyorum. Gerçekten savunulacak, savunulmaya, peşine düşmeye değer, mensubu olmaktan kıvanç duyulacak üniversitenin nasıl kurulacağı ve bunun imkânlarının, olanaklarının ne olduğunu yeniden hatırlamak ve tartışmak gerekir. Uzatıyorum, özür dilerim. Eğer bugünkü üniversiteyi “evrensel akla” indirgemeyeceksek, bilginin bu kadar çoğullaştığı bir yerde, bilgi tekelinin oluşmasının olanaklarının görece ama epey azaldığı bu koşullar altında, bu ilişkiyi sürdürebilecek, yani evrensel olan, muhatabını bulan ve diyalojik bir zemine sahip olan üniversiteyi mümkün kılacak ilkenin ne olduğunun ve onun nasıl yapılacağının ve yapılan şeyin nasıl savunulacağının ve bütün bunların motivasyonunun neler olacağını da düşünmek zorundayız.

Olcay Akyıldız: Polat’ın tanımladığı şekliyle bir üniversitenin nasıl mümkün olabileceğini tartışmanın önemine işaret ederek ve bunu bir davet olarak buraya koyarak bitirelim. Üniversitenin halini konuşmak kadar geleceğini ve ideal olanı da tartışmak üzere...