Bu Sayıda...

Toplum ve Bilim’in 105. sayısı, Türkiye’deki sosyal bilimler pratiğinin her zaman önemli bir boyutunu teşkil eden, işlevselliğini üniversiteden, reel politikaya, gündelik dile ve popüler kültüre de taşıyabilen merkez-çevre ilişkilerinin sunduğu kavramsal-teorik çerçeveyi analiz etmeyi amaçlayan bir dosyayla karşınıza çıkıyor. Merkez-çevre modeli, bir bakıma hep işlevsel oldu çünkü, kendi disipliner çerçevelerinde tanımladıkları biçimiyle kuşkuyla bakılan yaklaşımların sözgelimi sınıfsal analizin yahut olgusal olarak söylediğini teorik olarak söylemekten imtina eden tarihsel-düşünsel araştırmaların verimlerini içerebiliyor, yahut dinsellik gibi teorik nesne konumunu ideolojik bir baskılamaya borçlu olan kavramların daha gevşek siyasal-sosyolojik bir çerçeveye oturtulmalarını mümkün kılıyordu. Böylelikle, Shils’in problematize ettiği biçimiyle, merkez-çevre tasavvuru, tekil bilimler arasındaki geçişliliğin bir uğrağı olarak da manidâr bir konuma geldi. Şerif Mardin, bu konuyla ilgili sorulara verdiği kısa ama doygun cevaplarda, merkez-çevre geriliminin sunduğu teorik imkânların henüz tükenmediğine, ancak modelin daha ampirik bir biçimde zenginleştirilmesi gerektiğine işaret ediyor.

Merkez-çevre ikiliğine dayalı analizlerin, yerlilik iddiasına sahip çevreler tarafından sahiplenilmesi, aynı yaklaşımın Türkiye çalışan Batılı akademisyenler arasındaki popülerliği de anımsandığında şaşırtıcı bir hal alıyor. İki kesimin de, bu analizlerin ortaya çıktığı bağlamın muhafazakârlığını sorunlaştırmaması ve bu muhafazakârlığa meydan okuyan teorik çıkışlara benzer bir karşı duruşa sahip olmaları da ilginç. Sadece bu tespitler bile, merkez-çevre ikiliğine dayalı okumaların, ne kadar ciddi bir ağırlığa sahip olduklarını göstermeye yeter.

Merkez-çevre modeli gibi akademik kabuğunu kırarak, siyasal mücadelelerin farklı aktörleri tarafından popülerleştirilen yaklaşımların çok nadir olduğu unutulmamalı. Ecevit’in halkına yabancı Batıcı seçkinlere, kapitalist sömürücüler sıfatını da eklediği popülizmi soldan bir yorum sunarken; Batıcı, kozmopolit seçkinler karşısında “sessiz muhafazakâr/Müslüman kitle”nin mağduriyetini öne çıkaran popülizm de Türkiye sağının yanıtı oldu. İki taraf da, 1980 sonrasının bu yaklaşımları geçersizleştiren gelişmelerini dikkate almamak için benzer bir inat gösterirken, akademik alandan da destek görmeleri, artık böyle bir sayının zamanının geldiğinin bir başka işareti olsa gerek...

Merkez-çevre analizinin Türkiye’yi anlamaya dönük çalışmalarda toplumsal iktidar ve toplumsal yeniden üretim sorunları karşısında ne tür katkı ve zaaflar taşıdığını tartışmaya getiren Fethi Açıkel’in makalesi, tüketici olma iddiasından kaçınmakla beraber pekâlâ güçlü bir “zemin etüdü” niteliğinde. Tartışma, bu analizin Türkiye’de gördüğü ilginin saiklerini de kapsıyor. Açıkel’in merkez-çevre analizini “paradigma”laştırmak yerine verimli bir metafor olarak akılda tutma önerisinin, kendisiyle yapılan söyleşide Mardin tarafından da teyid edildiği, okuyucuların dikkatini çekecektir.

Söz konusu tartışmanın, Suavi Aydın’ın yazısında sürdürüldüğü söylenebilir. O da, merkez-çevre ikiliğine dayalı analizlerin, yetkin tarihsel, coğrafi ve antropolojik malzemeyi kullanmadan belirgin bir indirgemeyi yeniden üretme sorununa yol açtıklarını vurguluyor. Osmanlı tarihçiliğinin, merkez ve çevrenin mekân ve zaman içindeki değişkenliğini yok sayarak, bu indirgemeciliğe ciddi katkı sunduklarını savunan Aydın, Osmanlı yöneticilerinin, yerel dinamikleri dikkate alarak ve onlarla uzlaşarak, farklı çevreler için farklı yönetim stratejileri belirleme esnekliklerine dikkat çekiyor. Yine Aydın’ın Osmanlı’dan Cumhuriyet’e devreden yerel seçkinlerin önemine dair vurguları ve bu seçkinlerin daha fazla araştırmaya konu olmaları gerektiğine dair temennileri de dikkat çekici.

Toplum ve Bilim’in kapağındaki “hangi merkez, hangi çevre?” sorusuyla doğrudan ilişkili yazısında Meltem Ahıska, “merkez”in çevreyi bilmek ve onu değiştirmek gibi bir kaygısının olmamasının “çevresiz merkez” imgesini güçlendiren bir etken olduğu iddiasını ortaya atıyor. Toplumun bir bütünlük olarak hayal edilememesi, ve yönetilmesine ilişkin teknolojilerin ve yöntemlerin üzerinde kafa yorulmaması; bu tekniklerin sorunsallaştırılması üzerine kurulu bir iktidar yerine simgeler ve nutuklarla yetinilmesine yol açıyor. Ahıska’ya göre, “merkez”in toplum korkusu da bunun hem bir nedeni hem de ciddi bir sonucu olarak kendisini gösteriyor.

Moderleşmeyle muhafazakârlığın yerleşik ayrımlarının geçersizliğini ele veren bu noktayla bağlantılı bir yazı: Alim Arlı, merkez-çevre modelinin ortaya çıktığı bağlamın, modelin muhafazakâr yönlerine olan etkilerinin altını çiziyor. Modelin, merkezi verili kabul eden ve merkezin kaygılarıyla çevreye bakanların “iktidar” söylemine yakın düştüğüne vurgu yapıyor. Yine Arlı, “hangi merkez, hangi çevre?” sorusunun eşliğinde, “1980 sonrası meydana gelen gelişmelerle, merkez-çevre arasındaki ilişkinin yeni bir düzeye ulaştığını ve merkez ve çevre arasındaki çatışmanın başka sorunlar temelinde yeniden ele alınması gerektiğini ve klasik tablonun ortadan kalktığını” savunuyor.

Menderes Çınar, klasik tablodaki ayrımın geçersizliğini, Kemalizm-İslâm ikiliği bakımından ortaya koyuyor. Merkez-çevre modelinin ayrıcalıklı bir kavramı olarak kültür kavramının, “kültürel yabancılaşma” tezi etrafında merkez ve çevre tarafından kullanılmasının vargıları üzerinde duruyor, Çınar. Kemalizm ve İslâm’ın merkez ve çevrenin ideolojik söylemleri olarak farklılaşmaktan çok benzeştiğini, bu benzeşimin, bir “dışlayıcı bağımlılık” olarak somutlaştığını, çünkü her iki konumun da siyaset-dışı bir mevziden konuştuğunu, kendi temsillerini siyasetsizleştirilmiş bir vasatta sunmayı amaçladıklarını söylüyor. Çınar’ın vardığı sonuç, merkez ve çevre arasındaki gerilimin kültürel bütünleşme esasında giderilmesinin, demokratik bir siyaset açısından önemli sorunlar yaratacağı şeklinde.

İhsan Bilgin’in kent üretimi ve kentsel yaşamın örgütlenmesindeki güncel eğilimleri sorgulayan yazısı, bu düzeyde bize, “gated communities” özelinde, halihazırda hem fragmanlaşmış merkezler ve çevreler olduğunu hatırlatıyor hem de herhangi bir merkezin, kendi konumunu var etmesinin, güvenlikle yalıtmaktan geçtiğini, herhangi bir çevrenin merkezle paylaşımının ise oluşumu zaten çevresel sömürü pratikleri üzerine kurulu mekânlar ve süreçler aracılığıyla mümkün olabildiğini gösteriyor. “Kapılı ve kapalı” olma hâli, sadece kentsel mekânların değil, siyasal ve politik kültürün, elit gruplarının, devlet ve pazarın da belirleyici özelliğidir artık. Bilgin’in yazdıklarını bir kere de, siyasal ve toplumsal süreçler ekseninde değerlendirmek yararlı olacaktır.

Selin Sayek Böke meseleyi ekonomik bağlamda ele alıyor. Sayek Böke, globalizasyon ve bağlı süreçlerle birlikte, merkez-çevre ikiliğinin ortadan kalkmadığını, tam tersine, merkez ve çevrenin kendileri olarak iktisadî konumlarının neredeyse sabitlendiği yeni bir düzey kazandığını belirtmektedir. Onun bu belirlemesi, aslında merkez ve çevre arasındaki diğer ilişkilerin istikâmeti ve mahiyeti açısından da aydınlatıcı olabilir: İster entegrasyon isterse çatışma, ister merkezin tahakkümü, isterse çevrenin istilâsı olarak adlandırılsın, merkez ve çevre arasındaki ilişkiselliğin evrimsel mantığı, bu ikiliğin taraflarının başlangıç konumlarında radikal bir dönüşüme işaret etmiyor.

Levent Gönenç ise, merkez-çevre paradigmasının Türk siyasal hayatını ve sorunlarını anlamak üzere hâlâ işlevsel olduğunu vurgulayan yazısında, merkez ve çevrenin, bu sıfatla özelliklerini kaybetmeksizin ancak birbirleriyle ilişkilerinin doğasını da etkileyen revizyonlara tâbi tutulması ihtiyacını sergiliyor. Bu revizyonlar, sözgelimi, çevrenin, uzak ve yakın olmak üzere farklılaştırılması suretiyle, çevredeki eğilimleri, aktörleri ve mekânları ayrıştırmamızı ve dolayısıyla, toptancı bir değerlendirmenin yaratacağı siyasal çıkmazlara da işaret etmemizi sağlayabilecektir. Gönenç’in yazısında, Türk siyasal hayatının günümüze kadar evriminin, merkez-çevre paradigması aracılığıyla verimli bir değerlendirilişini bulabilmek de mümkün.

Bu sayıda, dosya konusu dışında üç makale yer alıyor. Ali Murat Özdemir, uluslararası ekonomi politik disiplini içindeki Marksist yaklaşımları ele aldığı yazısında, hem bu yaklaşımları hem de bunlara yöneltilen eleştirileri son derece anlaşılır bir üslupla biraraya getiriyor. Klasik Marksizm, Bağımlılık Okulu, Dünya Sistemi Yaklaşımı, Düzenleme Okulu ve Gramsciyen Okul, Özdemir’in yazısında eleştirel bir çerçeveye oturtuluyor. Devrim Sezer’in makalesi, Gadamer’e yöneltilen eleştirilerin “haksızlığını” ortaya koymaya dönük. Ele aldığı eleştirilerden biri felsefi hermenötiğin modernliğe karşı neo-Aristotelesçi, muhafazakâr bir tepki olduğu, diğeri de Gadamer’in yeni bir tür gelenekçilik önerdiği. G. Gürkan Öztan, öjeni düşüncesinin temel savları ile dünyada ve Türkiye’de 1930’lu yıllardaki yükselişini anlattığı yazısında, etnisist karakterli milliyetçiliğin öjenist söylem ile kurduğu ittifakın ipuçlarını veriyor. Ulus devlet inşası sürecinde öjenik uygulamaların kadınlar bağlamında nasıl savunulduğuna bakıyor.

Çok önemsediğimiz bir yazıya dikkat çekerek bitirelim. Turgut Özakman’ın kitabı Şu Çılgın Türkler, neredeyse bir histeriyle karşılandı. 2005 yılının Nisan ayında piyasaya çıkan ve altı ay gibi çok kısa bir sürede 107. baskıya ulaşan kitabın gördüğü olağanüstü ilginin tartışmaya değer pek çok yönü olduğu kesin. Sezgi Durgun, bu kitapla ilgili yazısında siyaset sosyolojisi çerçevesinden, romandaki “Çılgın Türk” tasarımının ontolojik bir değer olarak yeniden üretilme biçimini iki eksen üzerinden tartışıyor: “Çılgın Türk” ifadesinin analizi ve romanın ana damarlardan birini oluşturan Osmanlı imgesinin temsil ettiği “hain ve gafil iç düşmanlar”, yani milliyetçilikten nasibini almamış “vatan hainleri” tanımı.