Mühendisleri sorun edinmek, her şeyden önce mühendisliği ve bu anlamda tekniği sorun edinmektir. Tekniğin ne olduğu sorusuna verilen yanıtlar, çoğu zaman tekniği araçsal veya antropolojik bir içerikte tanımlayarak onu, ya verili bir amaç için bir araç ya da insanın maddi üretim etkinliğinin kendisi olarak görür. Bu tanımlama tarzları, tekniği hep kendi dışındaki bir şeyle ilişkili olarak ortaya koyar. Bu yaklaşımda yanıtlanmayan, araçsal olanın ya da üretim etkinliğinin kendisinin ne olduğudur. Heidegger’in tekniği,“gizi-açmanın bir tarzı” olarak tanımlaması bu soruyu yanıtlamaya yönelir. Bir uygarlık tasarımı olarak modernitenin gizi-açmayı, yani hakikati, modern teknolojinin açılımlarından okuma girişimlerinin tarihi neredeyse sosyolojinin tarihi kadar eskidir. Saint-Simon ile başlayan bu arayışın ilk evresinde, bilim ve teknoloji yeni bir insanlık oluşumunun yaratıcı kaynağı olarak sembolize edilir. Sanayi teknolojisinde ifadesini bulan bu oluşum, sadece ekonomik eylemin doğasında köklü bir dönüşümü zorlayan bir varoluş olarak görülmez. Toplumsal örgütlenmenin siyasal ve kültürel düzeylerinde de etkili olacak yeni bir tin, bir duruş ya da kavrayış şeklinde değerlendirilir. Kapitalist toplumsal işbölümünün henüz derinleşmediği bu aşamada, girişimci kapitalist ile bilimci/teknikçi, sanayici kimliğinde soyut bir öznelik kazanır ve embriyonik haldeki burjuva toplumunun yönetici seçkini olarak belirir. August Comte bu tür bir eğilimin daha baskın olduğu bir dönemde yaşanılan dönüşümü sadece yeni bir çağın, pozitif bilim çağının, başlangıcı olarak tanımlamakla kalmaz, fizik yasalarını toplumsal yasalara indirger. Toplum artık statik ve dinamiğin tek ve değişmez yasalarına tabi olarak algılanır.
Sanayi sermayesinin finans sermayesine dönüştüğü ve böylece finans sektörünün endüstriyel etkinlikler üzerinde tahakküm kurduğu, paranın “hayalî” bir gerçeklik kazandığı bir dünyada Veblen, bilimi ve teknolojiyi kullanarak paradan para kazanan fakat aynı zamanda toplumsal refahı sabote eden işadamlarına ve onların uğraşsızlık/servet ideolojisine savaş açar. Ona göre, her şeyden önce bir inanç ve bilgi sistemi olan teknolojik bakış açısı, işadamlarının iktidarının yaşanan bunalımların ana nedeni olduğunu ortaya çıkarabilecek bir konumdadır. Bu bakış açısına sahip olan teknisyenler topluluğu, yani mühendisler, üretken toplumsal güçlerin önderi konumunda işadamlarının karşısına er ya da geç çıkacaklardır. 1960’ların sonuna kadar beklenen karşı çıkış gerçekleşmez ve teknolojik bakış açısı varolan siyasal düzenlemelerin bir alternatifi olmaktan çok, Taylorizmin ve Fordizmin söylemleriyle, bu düzenlemelerin ürettiği iktidar ilişkilerini gizlemenin bir aracı görünümüne bürünür. 1968 ile birlikte, teknisyenler modern sanayi uygarlığının “gizini açmaya” yönelirler. Bu tarihlerde Mallet ve Gorz türünden aydınlar mühendislere “yeni işçi sınıfı” kimliğini atfederek, onlara kapitalist toplumsal ilişkilerin gizlediği şeyleşmeye son verecek olan devrimci bir rol yükler. Ama devrim gerçekleşmez.
Yirminci yüzyılın son çeyreğinde sermayeler-arası rekabet dünya piyasalarının tümüne yayılarak derinleşir. Bu, bir yanıyla üretim süreçlerinin sürekli olarak rasyonelleştirilmesine ve buna koşut olarak teknisyenlerin büyük bir çoğunluğunun vasıfsızlaştırılmasına yol açar. Diğer yandan da bilim ve teknoloji giderek daha büyük sermaye yatırımlarını öngören girişimler içinde dar bir uzmanlar azınlığının tekelinde toplanmaya başlar. Bir başka deyişle “yeni işçi sınıfı” bir taraftan işçileşirken, diğer bir taraftan da küçük bir uzmanlar topluluğu kapitalist işletmelerin hegemonyasına eklemlenmiş bağımlı bir aktöre dönüşür. “Çarklarla” başlayan serüven “chiplerle” devam eder. Kitlesel üretim yerini esnek üretime bırakırken para, elektirifikasyona tabi olarak gerçeklikle bağlarını tümden koparır. Dünyanın tümü Kanadalı siyasal iktisatçı Gordon Laxer’ın yerinde bir deyişiyle bir iş merkezi halini alır. Kısacası yirminci yüzyılın sonunda, teknolojik gelişme sadece kürenin kendisini değil toplumsal gerçekliğin hemen tüm ögelerini ısıtmıştır. Herşeyin ısındığı bir kürede mühendisliğin ve mühendislerin konumunda ne tür dönüşümler yaşanmaktadır? Mühendislik ve mühendisler bu dönüşümleri nasıl karşılamaktadır? Türkiyeli mühendisler yirmibirinci yüzyıla nasıl bir toplumsal konum ve bilinçle girmektedir?
Toplum ve Bilim’in 85. sayısının editörleri, böylece özetledikleri bir sorun tanımından ve sorulardan hareketle, özel olarak mühendislik ve mühendisliğin koşullarındaki dönüşümler hakkında bilgilenmek amacıyla okunabileceği gibi, yeni dünyanın tasarımının “hakikati” hakkında ipuçları elde etmek için de okunabilecek yazılar derlediler.
1970’lerde Türkiye’de mühendislerin (belki hakikati üzerine değilse de!) gerçekliği üzerine kapsamlı bir araştırma yayımlamış olan Ali Artun’un makalesi, yirminci yüzyılın son çeyreğinde mühendislerin uğradığı dönüşümleri tartışıyor. Sözkonusu dönüşümleri Fordizmin kriziyle ilişkilendirerek inceleyen Artun, “Başka Mühendis” başlığı altında küreselleşen üretim sistemlerinin “informelleşme” ve “dijitalleşme” eğilimlerine bağlı olarak mühendislerin toplumsal rollerini derinden etkilediğini ileri sürüyor: Bilgi teknolojisinin tırmanışa geçmesiyle küresel bir informel üretim topluluğu ortaya çıkmış ve mühendis bu topluluğun sayısız üyelerinden sadece birisi konumuna gelmiştir. Bu süreçte mühendis Fordist dünyadaki ayrıcalıklı konumunu yitirmeye başlayarak küreselleşmenin koşullandırdığı bir rekabete zorlanmaktadır. Artun’un yazısı veciz bir deyişle son buluyor: “Mühendisin kendi kurduğu iktidar önce onu teslim almıştır. Belki de mühendis baştan beri kendi sonunu hazırlamıştır.” Hacer Ansal’ın yazısı, Artun’un yazısına benzer şekilde, son yıllarda mühendislerin deneyimledikleri dönüşümlerin nedenlerini aydınlatmayı amaçlıyor. Ansal dikkatini teknolojik değişimlere odaklayarak, mühendislerin kapitalist üretimdeki yerlerinde ve rollerinde önemli bir dönüşüm olup olmadığını sorguluyor. Bu bağlamda Ansal, yeni teknolojilerin sanıldığının aksine Taylorist emek süreciyle çelişik bir yapı sergilemediklerini, mühendislerin Fordist dönemde olduğu gibi “kârlılığın ve sermaye birikiminin gereklerine” uygun olarak istihdam edilmeye devam edildiklerini ileri sürüyor.
Ahmet H. Köse ve Ahmet Öncü’nün yazısı, Türkiye’deki mühendislerin nesnel/sınıfsal koşullarıyla öznel/ideolojik oluşumları arasındaki ilişkiyi belirlemeye çalışıyor. Yazarlar bu amaçla mühendislerin sınıf konumlarını belirlemeye yönelik analitik bir çerçeve sunuyorlar. Buradan hareketle, 1998 yılında gerçekleştirilen “Türkiye’de Mühendis-Mimar Kimliği ve Meslek Örgütlenmeleri Araştırması”nın konuyla ilgili veri tabanını kullanarak, Türkiye’deki mühendisleri ekonomik sınıf konumlarına dağıtıyorlar. Daha sonra bu sınıfların mesleki ideolojilerini, Frederick W. Taylor ve Thorstein Veblen’in yazılarından esinlenerek kuramsal olarak türettikleri mühendislik ideolojileriyle ilişkilendirerek belirlemeye çalışıyorlar. Köse ve Öncü’nün araştırması, Türkiye’deki mühendislerin büyük çoğunluğunun orta sınıf ve işçi sınıfı konumlarına dağılmakta olduğuna, öte yandan sahip oldukları ekonomik koşullar ve olanaklar itibariyle işçileşmiş ve yoksullaşmış bulunduklarına işaret ediyor. Bir başka deyişle, Türkiye’deki mühendisler yirmibirinci yüzyıla toplumsal konumlarında önemli bir gerilemeyi deneyimleyerek giriyorlar.
Sadece mühendisliğin değil genel olarak teknik uzmanlık mesleklerinin tabi olduğu değişimi proleterleşme süreci bağlamında tanımlayan, mühendislerin toplumsal varoluşlarını da emek hareketi ve sınıf mücadelesi içinde konumlanma istidatları itibarıyla yorumlayan “klasik”-Marksist bakış açısı, 1970’lerde hararetli tartışmalara yol açmıştı. Daha sonra bu tartışmanın, paradigmatik değişimlere bağlı olarak o kadar ilgi çekmez hale geldiğini gözledik. Elinizdeki sayıda yer alan iki yazı, bu bakış açısını hatırlatmaya çalışıyor. Sınıf kuramıyla ilgili çalışmalarıyla bilinen Tülin Öngen, “teknik emekgücünün sınıfsal konumu”nu kapitalizmdeki “asal” sınıf çelişkisi dışında ele almaya, ayrıştırmaya, kendine özgüleştirmeye dönük kuramsal yönelimlerle (Weberci, işlevselci, yapısalcı vb. etkiler) bir polemik yürütüyor. Mühendislerin profesyonalist, teknokratist, kariyerist, klientalist ideolojilere meyliyle ilgili eleştirisi de bu polemikle bağdaşıyor. Bu tartışmaya bir katkı da “sahadan” geliyor: İletişi/Değini bölümünde Aziz Hatman, mühendislere dönük sendikalaşma çalışmasının içinden konuşarak, proleterleşmenin güçlü emareleri olarak teknik emekgücünün ‘düzleşmesine’, üretim süreci üzerindeki denetiminin sıfırlanmasına dikkat çekiyor. Buna mukabil Murat Gümrükçüoğlu, Köse-Öncü çalışması ve Veblenci paradigma üzerine yaptığı yorumda, mühendislerin sınıf konumları ile ideolojik ve mesleki tutumları arasında deterministik bağlar kurmanın yanıltıcılığına dikkat çekmekte.
Erhan Acar’ın makalesi ise hem biçimiyle/kurgusuyla hem sorduğu sorularla, başka bir sorunsal kuruyor: Yapıyı tasarlayanla çözümleyen olarak mimarlar ve mühendislerin gelecekteki bütünlüğü veya ilişkisi nasıl olacak? “Mimarlar, mühendislik çözümlerini sağlayan bilgisayarlardan yararlanarak tasarımlarını mühendise başvurmadan mı çözecek, yoksa mühendisler, mimarı tasarımı yapan bilgisayarlarla mı işbirliği yapacak?” Acar’a göre “İbre, şimdilik ilk olasılığa daha yakın duruyor.”
Daha “teknik” nitelikli verilerle ve sosyal teori okurunun uzak kaldığı bir alana dair yazan Yücel Çağlar’ın yazısı ise, bir yandan yerleşik “çevre” kavramını ve ideolojisini sorgulamasıyla, diğer yandan mühendislik rasyonalitesi ile “doğa” ilişkisini veya başka bir açıdan bakarsak mühendisliğin verili siyasal-toplumsal örgütlenmesinin tahripkâr irrasyonalitesine dikkat çekmesiyle önemli. Tabii, başlıbaşına, Türkiye’nin toprakları ve ormanları ile ilgili yaptığı muhasebeyle de!
Dosya, mühendisliğin kendisini veya anlamını sorgulamaktan ziyade onun yükselen ve “büyülü” bir branşı olan genetik mühendisliğini, neo-liberal yeni dünya düzeninin “hakikatini” göstermek için vesile eden bir yazıyla kapanıyor. Zülküf Aydın, günümüzde genetik mühendisliğinin geliştirilmesi ve kullanılması süreçlerini analiz ederek, yeni tarımsal teknolojilerin beklenildiğinin aksine dünyadaki açlığı ortadan kaldırmak yerine derinleştireceğini ileri sürüyor. Tarımsal üretimin giderek dünya tekellerinin elinde toplanmaya başladığına işaret eden yazar, önümüzdeki yıllarda kırsal kesimde marjinalleşmenin yoğunlaşacağı ve dolayısıyla bu kesimlerin yiyecek üretebilme olanaklarının daralarak gıda güvensizliğinin artacağı öngörüsünde bulunuyor.
Sayı konusunun kapsamı dışında yer alan iki makaleden de bahsedelim.
Aydın Uğur ve Haluk Alkan, gerek devlet-işadamları/sermaye ilişkileri açısından gerek politik İslâmcılıkla ilgili tartışmalar açısından faydalı bir alana, MÜSİAD’a bakıyorlar. MÜSİAD üyelerinin örgütsel konumlarını anlamlandırma biçimleri, “lobici davranışı”nın hususiyeti, siyasete ve özellikle devlete bakışları, bir sormacaya dayanarak yorumlanıyor.
Özlem Berk’in makalesi, Türk modernleşmesi/Batılılaşmasının, polemiksel, hicviyeci söylemlerde sıkça zikredilen bir merakına mercek tutuyor: Tercümecilik. 1923-1946 döneminde milli kimliğin kurulması sürecinde tercüme faaliyetinin nasıl örgütlendiğini, bu işe nasıl anlamlar yüklendiğini, edebi kanon içinde tercümenin yerini, çeviri kaynaklarının seçilme ölçütlerini sorguluyor. Bu sorgulama, erek edinilen “yüksek kültür”ü yerelleştirme, “edinme”, “sahiplenme” yordamlarına ilişkin tasavvurlar hakkında birçok ipucu veriyor.
Umut Azak, Sabancı Üniversitesi’nde düzenlenen “Almanya ve Türkiye’de Ulusal Kimliğin ve Devletin Dönüşümü Konferansı”nı; Esra Özyürek ve Dicle Koğacıoğlu da Boğaziçi Üniversitesi’nde düzenlenen Uluslararası Sözlü Tarih Birliği’nin, geniş katılımıyla dikkat çeken 11. toplantısını yazdılar.
Toplum ve Bilim’in kısa ve orta vadeli sayı tasarılarını, iki sayıdır olduğu gibi, “Bu sayıda...”nın ardından gelen sayfamızda göreceksiniz. Kitap Tanıtımı bölümünü bu sayıda görememeniz istisnaidir - bu bölümü sosyal teoriyle/bilimlerle ilgili Türkçe’de yayımlanmış önemli kitaplara dikkat çeken kısa-öz yazılara da yer vererek, sürdüreceğiz.
GELECEK SAYILARDA
86 GÜZ 2000
Türkiye’de İşgücü Piyasaları ve Emek Süreçleri
Türkiye’de işgücü piyasalarına ilişkin yerleşik kuramsal yaklaşımların eleştirisi... Bu alanda uluslararası eğilimlerle Türkiye’deki eğilimlerin yerel ve sektörel örnekler temelinde kıyaslanması... Üretim rejimleri ve bunun işçiler üzerindeki etkileri... Sendikacılığın krizinin bu bağlamda analizi...
87 KIŞ 2000/2001
Hukuk ve İnsan Hakları
Amaçlanan, insan hakları kuramını ağırlıkla hukuk teorisi bağlamında zenginleştirmek, bununla beraber hukuk ile insan hakları arasındaki kesişimleri sorunsallaştırmaktır. İnsan hakları felsefesini salt hukuksallaştırmayan, diğer yandan hukuk teorisini araçsal-teknik bir konuma yerleştirerek tüketmeyen yaklaşımlar nasıl geliştirilebilir?
88 BAHAR 2001
Yoksulluk
Yoksulluğun görünmezleş(tiril)mesine ve yerleşik kurumsal, “bilimsel” ve aynı zamanda sanatsal-kültürel ele alınışına dönük bir eleştirinin geliştirilmesi hedefleniyor. Bunun ötesinde, yoksulluğun yeni biçimlerini ve ayrımlaşmasını (kentli-köylü yoksulluğu vb.) inceleyen çalışmaların derlenmesi hedefleniyor. Yeni-popülizm biçimlerine de değinilebilir.
89 YAZ 2001
Köylülük
Köylülük olgusunun toplumsal, politik, iktisadî, kültürel ve tabii akademik gündemden nasıl kaybolduğunun sorgulanması gerekiyor. Bu yitişin muhtelif “görünümleri” bizatihî bir vâkıa olarak ele alınabilir. Dünyada kırsal yapılardaki değişim eğilimleri hülâsâ edilmeli. Ayrıca elbette Türkiye’de köy ve köylülük biçimlerinin tasvirine dönük çalışmalar derlenmeli.
90 GÜZ 2001
Tarihyazımı
Son yıllarda akademik popülerlik kazanan tarihçilik/tarihyazıcılık, kuramsal bir muhasebeyi hakediyor. İlk anda akla gelen bazı merak noktaları: Maduniyet Okulu’nun tarihyazımına açtığı ufuklar... Postmoderniteyle ilgili kuramların tarihyazımına etkisi... Sözlü tarihin verimleri... Annales Okulu, Hobsbawmgil tarih çalışmaları gibi, iki-üç kuşak usta yetiştirmiş devrimci etkiler yaratmış tarihçilik yaklaşımları...
91 KIŞ 2001/2002
Türkiye Politikası
Türkiye’de politika alanının, yerleşik kurumlarıyla (MGK’ndan partilere), terminolojisiyle, “düzeneği” ile, koordinat sistemiyle, güncel ilgilerin üstüne çıkabilen bir analize ihtiyacı var. Bu alanda “makro-kavramsal” uyarlamalarla tasvirî gücü bile sınırlı kalan monografilerin gideremediği açığa dikkat çekmeyi hedefleyen bir sayı tasarlanıyor.
Bu sayıda...
Bu sayıda...