Almanya’daki yüksek Türkiyeli göçmen nüfusunun ‘sosyal anlamı’ nedir? Onyılların eskitemediği gazetecilik şablonuyla “gurbetçilerimiz” mi? Alman politikasının soğuk ve nesnel Fordist dönem tabiriyle “misafir işçiler” mi? Türk ulusal çıkarlarına hizmet edecek bir lobi mi? Yerleşik Alman toplumuna “entegrasyon”la Türkiye’ye bağlı diyasporik konum arasında muğlâkta kalmış bir cemaat mi? Bu sorular, ya da arkasından sıralanabilecek daha mikro düzeydeki soruların merakımızın hayli uzağında olduğunu itiraf etmeliyiz. Almanya’daki Türk topluluğu, hem Türkiye’den ihraç siyasî-kültürel ayrımları hem de Almanya’da yaşadıkları toplumsal tecrübenin yarattığı farkları gözetecek olursak daha doğru bir ifadeyle Türk toplulukları üzerine Türkiye’nin insan bilimleri ortamında pez az çalışılıyor - doğrusu, hemen hiç çalışılmıyor. Oysa, bu topluluk(lar), özellikle “soydaşlarımız” ya da -bir kısmı bir zamanlar, bir kısmı henüz- yurttaşlarımız olduğu için değil ama gerçekten ilginç, verimli olabilecek bir toplumsal vak’a teşkil ettikleri için dikkat edilmeye değer olmalıydı. Hele ki yakın zamanların modası olan “kimlik” tartışmaları açısından bundan daha bereketli bir örnek olay zor bulunacağı düşünülürse... Toplum ve Bilim’in 82. sayısında, okurlarımızın da fazla merakını çekmeyebileceğini bile bile, bir tür vazifeşinaslıkla diyelim, ihmale uğradığını düşündüğümüz bu konuya yoğunlaştık. Bu alanda yapılacak çalışmaların, sadece bu tikel olguyla ilgili bilgilenme sağlamakla kalmayacağını, “göçmenlik”, “kimlik”, “ulusallık” gibi birçok başka konu açısından yararlı olabileceğini düşünüyoruz.
İmran Ayata’nın bilgilendirici olduğu kadar polemik kıvılcımları çaktıran makalesi, “Almanya Türkleri” ve genel olarak Almanya’daki yabancıların politik ve kuramsal olarak nasıl konumlandırıldıkları üzerine bir çerçeve çiziyor. Son zamanlarda dışlama ve eşitsizlik denince gömülünen kimlik tartışmalarının unutturabildiği, hukukî statülere bağlı ayrım mekanizmalarının önemini hatırlatıyor. Ayata’nın polemik hedefi, “çokkültürcülük” söylemi. Yazar, bu söylemin hem pratik politik açıdan etkisiz kaldığını ve kültür endüstrisinin bir branşına dönüştüğünü, hem de ayrımcılığın gerçek mekanizmalarına karşı körleştirdiğini ileri sürüyor. (Almanya’daki muhalif göçmenlerin çokkültürcülüğe alternatif bir arayış çerçevesinde öncülük ettiği, göçmen ya da “arada” olma halini yüceltmeden “kimlik-aşırı” diyebileceğimiz bir kültürel-politik hat oluşturma girişimi olan Kanak Attak’ın manifestosunu da, Ayata’nın yaklaşımını tamamlayan bir belge olarak yayımlıyoruz.)
Ayhan Kaya’nın “Berlin Türkleri”ni “Türk diyasporası” kavramıyla ele alan incelemesi, dosyanın eksen oluşturucu diğer yazısı sayılabilir. Bu yazıda, Berlin’deki Türk göçmen topluluklarının etnik azınlık kimliği temelinde izledikleri siyasal katılım stratejilerinin gelişme ve değişme süreci tasvir ediliyor. Bu süreçte anavatan referanslı bir diyasporik mekân yaratımının belirleyiciliğine dikkat çekiliyor. Ayata gibi Kaya da, yerleşik çokkültürlülük politikalarının otantik kültürleri yüceltici ve ‘kült’ oluşturucu etkisini sorguluyor.
Kimlik tartışmalarının uluslararası bir tartışma nesnesi olarak ‘kült’leşen başörtüsü, “Almanya Türkleri”nin kimlik sorunu bağlamında da eksik değil! Yasemin Karakaşoğlu-Aydın, Almanya okullarında ve üniversitelerinde Müslüman kız öğrencilerin başörtüsü takma hakları etrafındaki tartışmaları, esas olarak Almanya’da devletin laiklik ve din anlayışını irdelemek üzere gözden geçiriyor. Laiklik ve din anlayışının ötesinde, başörtüsünden hareketle MüslümanlıkĞİslâm hakkında geliştirilen kurguların politik niteliğine dikkat çekiyor. Başörtüsü “mesele”sinin, Almanya’da (da), din, laiklik ve modernlik tasavvurlarını tartışma gündemine getirdiğini görüyoruz.
“Avrupa Türkleri”nin gerçekliklerine ışık tutacak iki antropolojik-etnolojik çalışmaya yer veriyoruz. Lâle Yalçın-Heckmann ile Horst Unbehaun’un makalesi, “etnik koloni” kavramını kullanarak, Fransa ve Almanya’daki göçmen Türk topluluklarının dernekleşme ve cemaatleşme süreçlerini inceliyor. “Türk-göçmen” üst kimliğinin ne kadar fazla iç farklılaşmaya tabi olduğunu bu çalışma açıkça gösteriyor. Yazarlar, yerel (göç alan) toplumun, göçmen topluluklarının oluşumunda, biçimlenmesinde ihmal edilemez etkileri olduğunu vurguluyorlar. Arnd Michael Nohl’ün göçmen gençlik gruplarının habitus kalıplarını gözlemeye çalıştığı saha çalışması ise, göçmen grupları ve kuşakları arasındaki büyük ayrımları ve çatışmaları gösterirken, değişik göçmen gençlik grupları (ve kuşakları) ile yerli (Alman) gençlik grupları arasındaki benzeşme eğilimlerinin güçlülüğünü hatırlatıyor. Leyla Neyzi’nin “İletişi/Değini” bölümündeki sözlü tarih çalışmasını da bu öbeğe katabiliriz: Hollanda’da bir Türkiyeli göçmen kızın yaşamöyküsü anlatısından yola çıkan bu katkı, göçmenlerin cinsiyet kimliği, politika, ırkçılık-milliyetçilikler ile ilişkilerini anlamlandırışlarına dair ilginç gözlemler sunuyor.
Elinizdeki sayıda, sayı konusu dışında dört yazıya yer verdik. Nazım İrem’in Toplum ve Bilim’in Türk muhafazakârlığını konu alan 74. sayısındaki kapsamlı makalesinin verdiği bir sürgün var: “Muhafazakâr modernlik: Kayıp Batılı felsefî gelenekler ve Türkiye’de Bergsonculuk.” Üstüne eğildiği konuda sebatlı bir işçilik sergilemeyi sürdüren İrem bu uzun makalesinde, 1930’lu yıllarda Türk muhafazakârlığının kurucu düşünürlerinin modernlik algılarını ve bu algıların açılımlarının, -yine Batı kaynaklı- “Öteki Batı” tasavvurlarıyla nasıl bir etkileşime girdiğini inceliyor. Yasin Aktay’ın akılĞrasyonellik üzerine yürüttüğü kapsamlı ve iddialı tartışma, aklı sosyolojik olarak anlamlandırma -ya da akıl üstüne bir metafizik inşa etme- çabalarının bir değerlendirmesi niteliğinde. Yazının önemli bir katkısı, bu konu havzasındaki tartışmaların, “Arap aklı” ve “İslâmî akıl” hakkındaki güncel tartışmalara bağlanarak zenginleştirilmesi. Bu iki yakanın biraraya getirilmesinin, Türkiye’deki insan bilimleri çalışmalarının ‘alışkanlıkları’ açısından bir eksiği gidermek anlamına geldiğini zannediyoruz. Üçüncü ‘müstakil’ makale, Asu Aksoy ile Kevin Robins’in, Türk sineması üstüne, vesile olabileceği tartışmalar açısından verimli yazıları. Aksoy ve Robins yazılarında, Kemalist toplumsal mühendislik projesinin ürünü “derin millet”in, Türk sinema kültürünün gelişimi üzerindeki etkisini inceliyor ve sözkonusu derin milletin, sinemanın bilgi üretimini engellediğini ileri sürüyorlar. Nihayet, “Literatür Eleştirisi” bölümünde Cemil Koçak, Hakkı Uyar’ın Tek Parti dönemi CHP’si ile ilgili monografisini, çalışmalarından bildiğimiz titizliği, ayrıntıcılığı ile büyüteç altına alıyor.
“İletişi/Değini” bölümünde iki uluslararası bilimsel toplantı değerlendiriliyor: 7. Uluslararası Disiplinlerarası Kadın Kongresi (Tromsø/ Norveç) ve 11. Dünya Psikiyatri Kongresi (Hamburg/Almanya). Meltem Ağduk Gevrek ve Nilüfer Timisi, Disiplinlerarası Kadın Kongresinin “feminist hareketin kuşakları” ve “toplumsal cinsiyet kurgusu” üzerinde odaklaşan geniş tematiğini vukufla özetliyorlar. Erol Göka ise kısa yazısında Psikiyatri Kongresi’nin içeriğinden çok, anlamına ve belki biraz da ‘etiğine’ dair yorumlar yapıyor.
Toplum ve Bilim’in önümüzdeki 83. sayısının (Kış 1999/2000), Osmanlı tarihi üstüne olacağını duyurmuştuk. Bu sayı, Osmanlı tarihinin ve “düzen”inin kıyısında kalanlara, merkez-dışı, iktidar-dışı unsurlara odaklanacak. Osmanlı tarihi sayımızın kalın bir cilt olacağını tahmin ediyoruz.
2000 yılında Toplum ve Bilim’in iki sayısının konusunun “Hukuk ve insan hakları” ile “Türkiye’de emek süreçleri ve meslek pratikleri” olacağı kesin. Ayrıca “zaman” ve “çağ” kavramları etrafında bir sayı örme düşüncemiz, kesin olmamakla birlikte, güçlü görünüyor.
Bu sayıda...
Bu sayıda...