“Türkiye’nin Bir Siyasi Rejimi Var mı?” dosyasında yer alan yazılar geçmiş demokrasi tecrübemizin eksik/aksak yönlerine işaret ederek, hiçbir zaman tam demokrasi olmadığımız teslim ederek, demokrasi normlarını reddetmeyi “erdem”, demokratik kurumları aşındırmayı “siyaset ustalığı” sayan AKP iktidarının özellikle son yıllarda bu eksik demokrasiyi nasıl ve ne derece hırpaladığını ve bu hırpalamanın “yeniden demokrasi” imkânına dair sonuçlarını tartışıyor. Toplum ve Bilim’in Bahar 2022 sayısında da devam ettirilmesi planlanan tartışmanın elinizde bulunan dosyasında yer alan yazılar mevcut otoriterizmin kuruluşunu ve etkilerini hukuk, yargı, politik ekonomi, siyasi partiler ve tabii ki siyasi rejim başlıklarında tartışıyor. Son yılların hangi yıl başladığı konuya ve yazarların gerekçelendirerek belirlediği dönüm noktasına göre değişse de, otoriterleşmenin bir süreç içinde aşama aşama gerçekleştiği hususunda bir şüphe yok. Bu halde zaten var olan otoriter bir anlayışın/arayışın, gerçek, abartılmış veya fabrikasyon krizlerle kendisine kendisini gerçekleştirme fırsatları yarattığından ve farklı aşamalarda farklı muhalefetlerin bilerek veya bilmeyerek bu fırsatçılığın eline oynadığından söz etmek mümkün.
Murat Somer, güncel akademik ve kamusal tartışmalarda kullanıldığı şekliyle rejim kavramının muğlaklığının maruz kaldığımız otoriterleşmenin kademeli bir şekilde, bir dizi mini darbeyle gerçekleşiyor olmasından kaynaklandığını teorik ve metodolojik bir tartışmayla gösteriyor. Somer, rejimin destekçileri kadar muhaliflerinin davranış ve tutumlarını etkileyen, başlıca siyasal ve toplumsal aktörler tarafından normal kabul edilen, rıza ve kabul gören bir yapı olarak ele alınması gerektiğini öne sürerek, her otoriterizm tecrübesinin rejim kategorisine sokulamayacağını iddia ediyor. Rejim olamayan otoriterizm tecrübeleri için “durum” kategorisini öneren Somer’e göre Türkiye’de 2007’den sonra başlayan ve giderek derinleşen otoriterleşme, siyasal ve toplumsal muhalefet henüz teslim olmadığı için ve teslim olmadığını, örneğin seçimlere yüksek katılım oranlarıyla gösterdiği için “durum” olarak değerlendirilmeli.
Toygar Sinan Baykan AKP dönemini “Türkiye’de otoriterliğin uzun süresi” dediği eski yerleşik düzeni arka plana koyarak değerlendiriyor. “Uzun süre”de rejimi karakterize eden askerî-bürokratik ve siyasi seçkinlerin “çifte vesayet”inden, ikincisinin siyasi partiler vasıtasıyla toplumla kurduğu ilişkilerin elitist, hiyerarşik ama aynı zamanda toplumun talep ve ihtiyaçlarına kısmen ve partizan biçimlerde duyarlı doğasına “muvazaa” diyerek işaret eden Baykan, geçmişte yerel parti patronlarının ağırlığı sayesinde rekabet ve değişimin mümkün olduğunu belirtiyor. AKP döneminde değişen ise, yerleşik düzenden pay alamayanların kitle partisi örgütlenmesinin imkânlarından yararlanarak yerel patronların ağırlığına son verilmesi, toplumla klientalist ilişkiler kurmaya, toplumu klientalist ilişkiler vasıtasıyla siyasete katmaya devam ederken bu mekanizmanın merkezileştirilmesi ve bürokratikleştirilmesi. AKP’nin otoriterizmini anlamamız açısından kritik bir boyut olan partinin kendisine, örgütüne, bir elit yönetimi ve kaynak dağıtımı teşkilatına dönüşmesine dikkat çekmesi bakımından önemli bir katkı.
Yine klientalist ilişkilere bu kez politik-ekonomi perspektifinden değinen Şebnem Gümüşçü, iktidarının uzun yıllara yayılması sayesinde ve özellikle 2011’deki üçüncü seçim zaferinden sonra hız vererek, AKP’nin rekabet ve değişimin olduğu geleneksel neo-patrimonyal düzeni patrimonyal kapitalizm doğrultusunda dönüştürdüğünü öne sürüyor. Patrimonyal kapitalizm ile demokratik sistemlerin (örneğin şahsi ve gayri şahsi ilişkilere dayanan) doğaları itibarıyla bir arada olmayacaklarını belirten Gümüşçü son yıllardaki otoriterleşmenin politik ekonomisine ışık tutuyor.
Ayşen Uysal, Cumhurbaşkanlığı İletişim Merkezi (CİMER) üzerinden işleyen ihbar/muhbirlik müessesini ele aldığı alan araştırmasına dayanan yazısında, adı geçen mecranın bir aktif vatandaşlık mecrası olarak düşünülmediğini bizzat bu iddiayı öne süren odağın söylem ve pratiklerine dayanarak gösteriyor. İhbar/muhbirlik mekanizmasının toplumu en küçük birimlerine kadar gözetlemeye, muhalifleri endişeli kılmaya ve elbette iktidarı pekiştirmeye hizmet ettiğine dikkat çeken Uysal’ın işaret ettiği bir başka dikkat çekici husus CİMER teşkilatlanmasının devletin kurumsal yapısına, bürokratik hiyerarşiye yönelik aşındırıcı sonuçları.
Murat Sevinç ve Dinçer Demirkent, siyasal meseleleri hukuka havale ederek, yasa yaparak “çözme” eğiliminin eski eksik demokrasimizin arızalarından biri olduğuna –siyasetin kıymetini bilen Mülkiye Anayasacılığına bağlılıklarının bir nişanesi olarak da– işaret ediyor. Bu, siyasetten kaytararak sorun çözme arızasının AKP tarafından yeniden üretilerek –anti-vesayetçiliğin ötesine gidemeyen liberal anayasacılığın ve Kemalist laik muhalefetin kolaylaştırıcı katkılarıyla– fırsata çevrildiğini iddia eden Sevinç ve Demirkent, krizlerle dolu 2007 yılını “AKP Anayasacılığı”nın belirginleştiği dönüm noktası olarak alıyor. Sonrasının hikâyesi ise, anayasal normların geçerliliğini/gerekliliğini reddeden anayasa ve yasalar yaparak iktidarını dokunulmaz ve değiştirilemez kılmayı amaçlayan ve bu amaçla yatay ve dikey hesap verebilirliği mümkün kılacak laiklik ve özerklik gibi tüm ilke ve kurumları da açıktan reddeden “AKP Anayasacılığı”nın söylem, eylem ve sonuçlarının ufuk açıcı bir değerlendirmesi.
Yasal ve yargı süreçlerindeki hukuksuzluğa ya da “düşman ceza ve infaz hukuku” uygulamalarına odaklanan Nuray Özdoğan, 2015 yılında çözüm sürecinin bitirilmesinin ardından geçilen “savaş düzenini” kritik eşik alarak, otoriterleşmeyi sağlayan, tamamlayan ve gösteren şiddetin bazı kritik boyutlarını gözler önüne seriyor. Özdoğan’a göre, AKP 12 Eylül 1980 askerî darbesinin bıraktığı kurumsal mirasa dayanarak ve bu kurumsallığın temsilcilerini de yanına alarak, yargı mekanizmalarını ve hukuk düzenini önce bölgede, ardından tüm Türkiye’de otoriterliğinin aparatlarına dönüştürdü.
Şefik Taylan Akman ve Zeliha Hacımuratlar Sevinç, liberal hukuk düzeninin gelişimine, otoriterleşme eğilimine ve bu eğilim gerçekleştiğinde maruz kaldığı yapısal ve işlevsel dönüşüme dair öğretici bir teorik tartışmanın ardından “eski” Türkiye’nin hukuk/anayasa düzeninin –devletin ve resmî ideolojinin bekasını öncelemesi gibi nedenlerle– liberal sayılamayacağını not ediyor. Akman ve Sevinç, içinde bulunduğumuz dönemi karakterize eden özelliğin yeni otoriter rejimlerin ortak özelliği olan “hukuki despotizm” olduğunu öne sürerek; yargı bağımsızlığı, temel hak ve özgürlükler, daimi olağanüstü hal ve yürütmenin sonsuz, sınırsız hâkimiyeti başlıklarında bu despotizmin etkilerini –2016’da ilan edilen Olağanüstü Hal’in ve 2017’de geçilen Türkiye tipi başkanlık sisteminin önemini ihmal etmeden– gözler önüne seriyor.
Bu sayıda dosyanın temel sorunuyla doğrudan ilgisi olmayan ama büsbütün ilgisiz de olmayan üç yazıya daha yer verdik. Aytek Soner Alpan, 1929 Tatavla Yangını’nın milliyetçi bir gündemle nasıl araçsallaştırıldığını, fırsata dönüştürüldüğü ve bununla ilişkili olarak yangının anlamına dair yorum güzergâhlarının nasıl değişebildiğini, ulusal hafızanın nasıl manipüle edilebildiğini ayrıntılı bir biçimde ortaya koyuyor.
Ercan Çağlayan, “Cumhuriyet ve Kürt Matbuatı (1925-1960)” başlıklı metninde Kürt matbuatı üzerindeki baskı ve sansürü tek parti iktidarıyla sınırlamadan daha geniş bir aralıkta ele alıyor ve Bakanlar Kurulu kararlarını temel alarak inkâr, yasak ve sansür tartışmasının matbuat üzerinden yürütüyor. Kemal Yücekayalar ise Kıbrıs’ın çözümsüzlükle hırpalanmış siyasal kültürünün çözüme odaklılığını tartışırken bir yandan da bu kültürde umudun ve gelecek tasarımlarının nerede konumlanabileceğine dair bir tartışma yürütüyor.
Türkiye’nin Bir Siyasi Rejimi Var mı? dosyası çeşitli boyutlarıyla otoriterleşme dinamiklerini, demokrasi olmayanı tartışarak, demokrasiyi ve demokrasinin kıymetini anlamamıza katkıda bulunuyor. Tartışmanın önümüzdeki sayıda da devam etmesinin planlandığını, dolayısıyla yazı çağrısının hâlâ devam ettiğini hatırlatarak tartışmanın demokrasinin yeniden kurulmasına da katkısını olmasını diliyoruz.