Türkçe edebiyat, Toplum ve Bilim’in elinizdeki sayısının konusu. Bu iki sözcüğün Türkiye’de ve Türkçe dilinde yazılan edebî yapıtlardan daha fazla birşeye gönderme yapmasını isterdik. Bilindiği gibi, Türkçe edebiyat Türkiye’nin sınırlarını aşan çok coğrafyalı, değişken ve açık bir dilsel olgu. Ama sözünü ettiğimiz “daha fazla bir şey”, sadece Türkçe edebiyatın Türkiye sınırlarını aşması durumunu imlemiyor. Edebiyatın kendisindeki bir fazlalıktan ya da “aşırılıktan” söz ediyoruz; Türkçe’nin güzel bir deyişiyle, “edebiyat yapmak” diye özetlenen bir fazlalıktan, aşırılıktan... Bu deyimin olumsuz çağrışımlarını hesaba katmamak olur mu? Bu sayıyı “edebiyat yapma”yı sorgulama, ona yeni anlamlar katma, onu çoğaltma, değiştirme, yeniden söyleme ve yeniden yazma çabası olarak da okuyabilirsiniz!
Zira edebiyat, ister güzel söz söyleme sanatı olarak görülsün isterse gerçekliğin yansıtılması, genellikle marjinal bir kültürel uğraş olarak alınır. Örneğin bilimsel bir metnin edebî olmaması gerektiği söylendiğinde edebiyata tam da bu marjinal konum verilmektedir. Bu sayıyı meydana getiren yazıların ise ortak paydası, edebiyatın bu marjinden ya da kıyıdan, toplumsal, ekonomik, kültürel ve cinsel ilişkilerimizi çevrelediği, çerçevelediği ve anlamlandırdığı anlayışıdır. Sadece Türkiye’nin yakın tarihine baktığımızda pek çok toplumsal, kültürel ve siyasal akımın aynı zamanda edebî akımlar olduğunu görürüz. Ama edebiyat nedense, bu akımlar içinde yer alan yazarların ve aydınların toplumsal ve siyasal fikirlerinin “ifade aracı” olarak görülür de bu aracın kendisinin bu fikirleri bicimlendirmiş olması olasılığı hiç gözönüne alınmaz. Bu sayı ile, dili ve edebiyatı araç statüsüne indirgeyen varsayımı tersine çevirmeyi, böylece edebiyatın neleri kurduğunu ve oluşturduğunu görmeyi, kısacası bu marjinal uğraşın merkezî rolüne dikkat çekmeyi öneriyoruz. (“Literatür Eleştirisi” bölümünde Alper Yalçınkaya’nın, sosyal teoride uzun bir zamandır tartışılan, özne/fail ile “nesnesi” arasındaki ilişkinin niteliği sorununu yazarlar ve yazarlık açısından ele alan denemesi, konuyu bu yanıyla düşünürken iyi bir refakatçi olabilir.)
Edebiyatın siyasal-toplumsal-kültürel merkezî rolünün uzun bir zamandır aşikâr göründüğü bir görüngü, şüphesiz uluslaşma süreçleri ve milliyetçi akımların oluşumudur. Nitekim “ulusal edebiyat” ve “millî kanon”, Toplum ve Bilim’in bu sayısındaki yazılar içinde belirli bir özgül ağırlığa sahip. Ulus Baker, Toplum ve Bilim’in daha önceki dosyalarına yaptığı katkılarda olduğu gibi (bkz. sayı 63/Bahar 1994: “Siyasal Alan ve Özne” sayısı; sayı 70/Güz 1996: “Psikanalizle Bakmak”) “meslek erbâbının” itiyâdı dışındaki bir kuramsal güzergâhtan giderek ve çoktan kurumuş zannedilen toprakları işleyerek, Türkiye’de ulusal edebiyatın rüşeym safhasındaki bünye özelliklerini inceliyor. Osmanlı-Türk uluslaşmasının dil politikasıyla, natüralizm-gerçekçilik-romantizm vb. ekolleri alımlama ve millîleştirme yoluyla ilgili standart-dışı sorular soruyor, gözlemlerde bulunuyor. Devamında, Cumhuriyet edebiyatının modernleşmeyle ilgili mâhut mefhumlarını ve mevhumlarını gözden geçiriyor. Ulus Baker’in “ulusal edebiyat nedir?” sorusuyla başlattığı sorgulamayı, Cumhuriyetin erken dönemiyle ilgili olarak Kaya Akyıldız ve Barış Karacasu yürütüyorlar. “Mavi Anadolu” başlıklı makalelerinin iki temel çıktısı olduğu söylenebilir. Birincisi, “Türk Hümanistleri” olarak bilinen ekolün ve özellikle “Akdenizci/Anadolucular”ın (başta Halikarnas Balıkçısı), özcü bir milliyetçiliğe yatkınlığını ortaya koyuyor. İkincisi, hümanizm ile özcü/etnisist milliyetçilik arasındaki bu güçlü bağdan hareketle, Türk millî kanonu”nun nasıl tartışılması gerektiğine ilişkin önerilerde bulunuyor. Orhan Koçak’ın Defter’in 31. sayısındaki (1997) eleştiri üstüne önemli söyleşisinin ilham ettiği, Türkiye’de bir millî kanonun/edebiyat kanonunun yokluğu meselesini, biraz daha deşeliyorlar. Gregory Jusdanis’in ulusal edebiyatlar ve millî edebiyat kanonunun oluşumunu konu alan kitabını Osmanlı/Türk uluslaşması örneğinde tartışan Zeynep Uysal-Elkatip’in makalesi de, bu yazı demeti içinde yer almakta.
“Ulus, milliyetçilik ve edebiyat” demetimiz içinde, Duygu Köksal’ın güçlü yazısı da yer alıyor. Köksal, birer “kuruluş” anlatısı olan Kemal Tahir’in Devlet Ana’sı ile Tarık Buğra’nın Osmancık’ını sadece Osmanlı Tarihi bağlamında değerlendirmenin yanıltıcılığına dikkat çekerek, bu iki popüler romanı cumhuriyet dönemi Türk-İslâm kimliğinin kuruluş mitolojisi olarak okuyor. Yazıda romanlar, millî kimlik kuruluşunda işleyen gerilimleri kavrama ve temsil etme yetenekleri açısından da değerlendiriliyor.
Ahmet Hamdi Tanpınar, modernleşme/Batılılaşma sorunsalı deyince Türkçe edebiyatta anılmadan edilmeyen bir “konu”dur. Bu ilişkinin, “Batılılaşma ve edebiyatımız” konusunun bizatihî bir ritüeli haline gelmiş olduğunu söyleyebiliriz. Bu izleği yineleme cesaretini gösteren Kürşat Ertuğrul, Tanpınar’ın romanlarında, ‘işleyen’ Türk modernizmiyle devralınmış Batılı formlar arasındaki örtüşmezliğin yarattığı huzursuzluğu okuyor. Bu yazıyı da, şimdiye dek andığımız yazı silsilesinin peşine takabiliriz. Modernlik-gelenek, cemaat ve cemaatin yitişi gibi ananevî modernizm gerilimlerinin “en yeni”, “en modern” zamanlardaki tezahürleri, Halide Velioğlu’nun makalesinde masaya yatırılıyor. H. Velioğlu, Metin Kaçan’ın Ağır Roman’ınının dramatiğini, bozulan/dönüşen cemaatin epik kahramanı, daha doğrusu böyle bir kahramanın varolma ihtimaliyatını yok etmesi olarak kuruyor, diyebiliriz. Cemaatin bozulma/dönüşüm koşullarında hayata karşı bir (“estetik”) “duruş”un herşey haline geldiği bu muhafazakâr dekadans ortamındaki romanın kahramanı, daemonik bir figür olarak inceleniyor. Koşullardan güç alan bu nesnel daemon figürü, “kahraman” tipolojisinden olduğu gibi bildik “eşkiya/kabadayı” tipolojisinden de farklılaşıyor.
Sayının ikinci bir ağırlık merkezi, “kadınlar ve edebiyat”ta. Feminist kuramın edebiyat eleştirisi alanındaki iddiasından yararlanmaya çalıştık... Süha Oğuzertem ve Jale Parla, iki ayrı “kadın edebiyatı”na baktılar. Süha Oğuzertem’in merceğinin altında, kadınların kadınlık durumuna eğildiği bir kadın edebiyatı değil; erkeklerce, kadınları konu alarak ve esasen kadınlara hitaben üretilen bir popüler edebiyat tarzı var. (Denebilirse, “bir erkek edebiyatı olarak kadın edebiyatı”...) Oğuzertem, Ahmet Altan’ın romanlarında kadın imgesini, erkek/yazar’ın kadınlar (daha doğrusu, “kadın”) ve kadınlarla (daha doğrusu, “kadın”la) ilişki hakkında tahayyül ettiklerini irdeliyor - kuşkusuz bu irdeleme, “kadın konusu”ndan başka konuların tahayyülüne dair de ipuçları sunuyor. Oğuzertem’in titiz incelemesi, bu tarihsizleştirici/estetikleştirici/arındırıcı edebî pratiğin, “taklit” bir kadına -ve “taklit” bir topluma, dünyaya- yaslandığını savlıyor. Jale Parla ise, bunun aksi diyebileceğimiz, kadının kendi içine baktığı bir “kadın edebiyatı”nı ele alıyor. Peride Celal’in 1954-1990 arasında yayımlanmış psikolojik üçlemesinin (Üç Kadının Romanı, Üç Yirmidört Saat, Kurtlar) özellikle üçüncüsünü, kadın hallerini, “kadın ruhu”nu deşmeye dönük öncü bir cesaret denemesi olarak konumlandırıyor. Parla, “kurt” ve “hastalık” metonimileri üzerinden ve her kuramsal mukayese fırsatını kullanarak, Kurtlar romanının gerçekten zenginleştirici bir okumasını yapıyor.
Bunlara, kadın “dava”sını -mutad olduğu üzere- Doğu-Batı/Oryantalizm sorunsalıyla yanyana getiren iki yazıyı ekleyebiliriz. Çiçek Öztek’in, Oryantalist/egzotisist edebiyatın en bilinen harcıâlemleştiricisi olduğunu ileri sürebileceğimiz Piyer Loti’nin Hayal Kadınlar’ı üstüne değinisi, bu bağlamda düşünülebilecek hemen bütün kavramlara -asıl önemlisi, bütün stereotiplere- geçit resmi yaptırabilecek bir malzemeyle oynuyor! Diğer yazı, Halide Edip’in bir romanı üstüne. Halide Edip’in, -çoğu gibi, “okunması” itibarıyla değil de ünüyle!- yarım-yamalak edebî kanonumuzun demirbaşları arasına katılmış Sinekli Bakkal’ı için Elif Şafak şimdiye dek aralanmamış iki ‘okuma kapısı’ açıyor. Bu kapılardan biri, Türk modernleşmesinin ve ulusçuluğunun din algısı, özellikle de “gâvur” algısıdır; bu seçmeli-ayıklamalı algılamanın, “eski” din kültürümüz açısından getirdiği (gûya-) değişimdir. Diğeri ise, bu romandaki, belki erkek kahramanın gâvur kimliğinin meşrulaşmasına, kabul edilebilir kılınmasının da koşulu olan, cinsiyet kimlikleridir - daha doğrusu kadın-erkek kimliklerinin cinsiyetsizliğidir.
Bu sayıda sayı konusu dışındaki tek makale, Emrah Göker’in “Literatür Eleştirisi” bölümündeki çalışmasıdır. Göker, Nilüfer Göle, Elizabeth Özdalga ve Ayşe Saktanber’in İslamcı kadınların yaşam tarzı ve örtünme pratiğinin anlamı/işlevi üstüne yaptıkları çalışmaları, Bourdieu’cü toplumbilim bakış açısından eleştiriye tabi tutuyor. İslamcı kadınların kamusal olarak nasıl varoldukları ve varolacakları “mesele”siyle ilgili tartışma, “bilme”, “anlama” çabasının tatil edilmemesi gerektiğine inanıyoruz. Emrah Göker’in yazısı, başka birçok şeyin yanısıra, bu gerekliliği duyurması, onaylamasıyla önemli.
“İletişi/Değini” bölümünde Didem Danış, geçtiğimiz Mayıs ortasında yapılan Ege Üniversitesi Kültür Çalışmaları Semineri’ni değerlendirirken, ‘yurtta ve cihanda’ sosyal bilimler kuramının ve ortamının durumuyla ilgili - Toplum ve Bilim’de her zaman önemsediğimiz- tartışmayı canlandırmaya çalışıyor. Asena Günal da Dünya Yerel Yönetim ve Demokrasi Akademisi’nin (WALD) Mayıs sonunda İstanbul’da yapılan uluslararası “Küresel Akışlar/Yerel Kırılmalar” konferansını değerlendirdi.
Her zaman olduğu gibi, Toplum ve Bilim’in bu yıl çıkacak sayılarının konularını duyurarak bitirelim.
Önümüzdeki sayı (82/Güz 1999), “Alman Türkleri”ni, Almanya’da yerleşikleşen Türkiyeli göçmen topluluklarının gerçekliklerini konu alıyor.
Yılın son sayısı ise (83/Kış 1999-2000), hacimli bir özel sayı olacak: Osmanlı tarihine/tarihçiliğine merkez-dışından bakışlar.