Bu sayıda...





Toplum ve Bilim’in elinizdeki sayısı güzel sanatlara ayrılmış bulunuyor. Bu sayıda çağdaş sanatın her önemli tartışma konusuna olmasa bile kimi temel konularına değinen yazıları biraraya getirdik ve Türkiye’de çağdaş sanatı da bunun dışında bırakmamaya özen gösterdik. Kant’ın özne ve estetik yargı kuramından tüketim kültürüne, Heidegger’e, sanat yapıtının sanatçı ile ilişkisine ve göreneksel sanat tarihi yazımına, Vasari’den çağdaş Hint ve Malezya mimarisine uzanırken amacımız doğru cevapları bilen değil soru soran yazıları biraraya getirmek oldu. Bir umudumuz da, bu sayıdaki kimi yazıların sanattaki modernizm aracılığıyla Türk modernizmi konusuna gitgide kısırlaşan siyasal tarih tartışmalarından daha farklı, taze bir bakış açısı getirmesi ihtimali.
“Güzellik, Tat ve Tüketimcilik” başlıklı kuramsal yazısında Lewis Johnson, tadın bir tüketim söylemi gibi alınabileceği noktasından başlıyor. Johnson’ın, Kant’ın güzelliğinin tecrübesi dediği şey içinde ortaya çıkan Kantçı tat sorunsalı ile tüketimcilik kültürünün ilgisini kurma çabası bu felsefeyi bir model olarak almaktan ziyade onun ister istemez kendi de tanımak zorunda kaldığı açmazları aracılığıyla bir tartışma başlatmayı amaçlamakta. Açmazları ve çelişkileri bizzat Kant’ta okuyabiliyorsak, tat üzerine bir söylem kurulabilir mi? Bu açmazlar kurulamayacağını mı gösterir? Tadı meşru kılma çabaları, bir yandan tüketimciliğin söylemi aştığını gösterirken, öte yandan da söylem tüketimciliğin imkânsızlığını, yani mutlak bir biçimde olumlanamayacağını göstererek işlemektedir. Kant, tat sözkonusu olduğu sürece karşı karşıya kaldığımızı söylediği yasasızlığı “duyguların iletilebilirliği”, “sensus communis” (ortak duyu) gibi nosyonlar ile düşünmeyi önermişti. Johnson’un bir örneğini tartıştığı tüketimciliğe ilişkin katılımcı model önerileri ise Kant’ın tadın iletilebilirliği fikrini tekrarlamaktan öteye geçemezler. Johnson’a göre, bu yaklaşımların varsaydığı söylem kavramı, politik ve kültürel aktiviteleri ideolojinin hegemonyasından kurtarmaya çalışırken ideolojiyi Kantçı saf aklın hegemonyasından kurtarmayı unutmuştur.
Sanat tarihi üzerine hacimli yazısında Ali Artun, bu disiplinin son yıllarda sıkça sözü edilen krizinden başlıyor. Krizi anlamlandırabilmek üzere, göreneksel sanat tarihi kavramlarının, sorunsallarının ve kurumlarının eleştirel bir dökümünü yaptıktan sonra, disipline son yıllarda yöneltilen eleştirilere değiniyor. Özellikle insanmerkezcilik üzerinde odaklaşan bu söylemlerin egemen pratiklerine direnmek kadar bunları onaylayan, pekiştiren yeni mantıkları harekete geçirebilmesi tehlikesine değinen Artun, Fredric Jameson’ın “pastiş” ve “şizofreni” kavramlarına dayanarak çağdaş kültürel biçimlere yönelttiği önemli eleştiri üzerinde duruyor. Krizin Türkiye’de çağdaş sanat biçimlerine yönelttiği önemli eleştiri üzerinde duruyor. Krizin Türkiye’de çağdaş sanat açısından ne ifade ettiği, edebileceği ise, Artun’un yazısının en ilginç noktalarından birisini oluşturuyor. Erken Cumhuriyet’in resmî sanatsal çabalarına işaret eden Artun, bu dönemin söylemlerinde, bir yandan sanatın modernleşmesi yaptırımı ileri sürülürken öte yandan Türklüğün kaybedilmemesi endişesine dikkati çekiyor ve bu tartışmalar aracılığıyla “uluslararası - ulusal”, “sanat-devlet” karşıtlıkları çevresinde kurulan gerilimli alanı gözler önüne seriyor. Türk modernizmi Artun için hâlâ araştırılmamış, hikâyesi yazılmamış bir alan olarak kalıyor. Bu nedenle yazısını bitirirken dileği “kendi sanatımızda bir başka modernizmi okuyabilmek”, resmî ve göreneksel tarihlerden farklı, başka metinlerin olasılıklarını araştırmak ve yeni bir kültürel coğrafya çıkarabilmek.
Gülsüm Baydar Nalbantoğlu’nun “Öteki Mimarlıklar: Tarih, Kuram, Pratik”te Artun’un Türk modernizmine ilişkin değindiği sorunlara mimarlık alanında ama değişik bir açıdan baktığı söylenebilir. Baydar-Nalbantoğlu’na göre, öteki mimarlıkların hikâyesi aslında mimarlığın “kendisinin” hikâyesini anlatır, ama soyut ve evrensel bir nesne olarak değil, Batı’nın hikâyesi olarak. Batı-dışı mimarlıkları görünürde tanımayan mimarlık kuramı ilginç bir dizi karşıtlık içinde kurulmuştur: mimarlık-yapı, çağdaş-göreneksel, uluslararası-yerel, Batı-Doğu. Bu ayrımlar, Avrupa’nın sömürgecilik deneyiminde başka mimarlıklarla karşı karşıya kalmasının getirdiği krizi imlemektedir, ve “öteki” mimarlık başından itibaren Batı mimarlığının evrensellik öykünmesinin aracısı kılınmıştır. Karşıtlıklar dizisinde birinci terimler hep mimarlığın içini, doğru ve evrensel olanı tanımlarken, ikinciler dışını, tam mimari olmayan birşeyleri ifade eder. Baydar Nalbantoğlu burada dikkatimizi Batı ile Batı-dışı arasındaki eşitsiz ilişkiye çekiyor ve Lacan’ın süzüş (gaze) kavramını kullanarak, özneyi özne yapan şeyin onun dışında tanımlandığını hatırlatıyor. Batı mimarlığı kendi “dışı”na dayanarak evrensel norm kurar ve bu “dış” Batılı terimlerle yazılır. Örneğin Batı-dışı mimarlık tarihsel olmayan, süslemeci bir üslupçulukla karakterize edilir. Ötekini betimlemede yoksunluk ve aşırılığın aynı anda kullanılması bu dili kullanan öznenin psişik ekonomisine işaret eder ve Baydar-Nalbantoğlu’na göre bu ekonomi tersine çevrilemez. Örneğin MOMA’nın ünlü “Mimarsız Mimarlık” sergisi, Batı’nın elitizmini eleştirerek öteki kültürlerin mimarlıklarına yol açmakla birlikte, öte yandan bu “hakkını verme” anlayışı içinde hâlâ mimarlık kuramını oluşturan karşıtlıkları korur. Sanayileşmiş ve ticarileşmiş Batı’ya karşı öteki mimarlıkları doğallığın temsilcisi gibi gören bu anlayış, kendini kayıp bir mimarinin “kurtarıcısı” ve ötekini yeni bir mimari “esin kaynağı” olarak sunar. Bölgesel ögelerin modernlikle karıştırıldığı sömürgecilik sonrası ulusal mimarlıklar da verili karşıtlıkları benimseyerek sürdürürler ve mimarlığın sorgulanmasını bir kez daha ertelerken bir “yenilik” olarak küresel pazarda yerlerini bulurlar. Bu nedenle Baydar Nalbantoğlu başka bir mimarlığın basitçe verili kültürel kimliklere dayanamayacağını, gövde ve mekân ilişkilerini sorgulamaya yönelmesi gerekliliğini ileri sürüyor. Bu yaşayan, mekân açan pratiğin örneğini de, endüstriyel artıklardan yararlanılarak yapılmış bir yerel mimari olan Hindistan’ın Chandigarh kentindeki Kaya Bahçesi’nde buluyor...
Türker Armaner, sanatçı-yapıt ilişkisini oldukça zorlu bir felsefi argümana girişerek inceliyor. Kant’tan Heidegger’e uzanan bu argüman hattı sanatçı-yapıt ikileminin aslında özne-nesne ikilemi olduğunu hatırlatarak başlıyor. Sanat yapıtı bir nesne olarak görülebilir mi? Özne ve nesne birbirinden bağımsız düşünülebilir mi? Ayrışmaları nerede başlar? Kant, Fichte ve Hegel’in ardarda birbirlerine yönelttikleri eleştirileri izleyen Armaner, son olarak Heidegger’in sanat yapıtının ve sanatçının kökenine sanatı yerleştiren görüşünü vurguluyor. Her sanat yapıtının bir “biraraya-getirme” olduğunu belirten Heidegger, Batı kültür tarihi içinde sanatın bu anlamından kayarak özne-nesne ikilemine dayanan temsiliyetçi bir sorunsalı ifade eder hale geldiğini gösterir. Heidegger için şiir ayrıcalıklı bir yer kazanır, çünkü “dil varlığın evidir”. Sonuçta, sanat yapıtı yaratılmış bir nesne olarak sanatçıdan ayrılsa bile, bu yaratılmışlık sanatçının da ortaya çıktığı bir süreç ve sanatın şiirsel özü aracılığıyla varlığın ortaya çıkışıdır.
Zeynep Yasa Yaman ise, Türk modernizm tarihinin fırtınalı 1950’li yıllarının tartışmalarının ayrıntılı ve zengin bir dökümünü sunuyor bize. Yasa Yaman 1950’lerin sanat ortamını kavrayabilmek için öncelikle ‹kinci Dünya Savaşı sonrası yeni siyasal, ekonomik ve toplumsal koşulları kavramamız gerektiğini belirtiyor. Savaş öncesi erken Cumhuriyet’in romantik, coşkulu devrimci rüzgârı artık dinmiş, şimdi hem ulusal hem uluslararası düzeylerde yeni bir dünya ortaya çıkmıştır (dünyanın yeni patronu olarak ABD, içte ve dışta ekonomik ve politik liberalizasyon). Sanat ortamında, akademik kübizm sürerken soyut sanat tartışması ve köylü romantizmi yeni akımlar olarak başgöstermiştir. Dönemi büyük ölçüde belirleyen ise, soyut sanat ve figüratif/non-figüratif resim tartışmaları olmuştur. Yasa Yaman, Türk sanat ortamının Batı’nın “sıralamacı” sanat tarihi anlayışını benimsemesinin hep bir sonraki aşamayı yakalamak kaygısı içinde bir sürüklenmeye yol açtığını, bunun da geçmişi ve şimdiyi tartışmayı neredeyse imkânsız hale getirdiğini belirtmektedir. Benzer biçimde, 1950’li yılların soyut sanatı da ne kendi geleneğiyle ne de izlediği Batı’da soyut sanata yol açan geleneklerle hesaplaşma fırsatı bulamamıştır.
Ali Ergur, gün geçtikçe daha çok karşılaşmaya başladığımız “sanal gerçeklik” kavramını ne şekilde düşünmemiz gerektiği üzerine bize önemli ipuçları veren yazısında, geç-modernliğin felsefi bağlamının sanal gerçekliğin kuruluşunu nasıl belirlediğini ve ideolojik işlevlerini nasıl yönlendirdiğini gösteriyor. Sanal gerçeklik teknolojisindeki gelişmeleri, insan algılamasının ve duyu işlevlerinin gitgide daha fazla sarmalanabilmesinin kanıtı olarak ele alan Ergur, sanal gerçekliğin, toplumsal deneyime alternatif olabilecek bir teknoloji olduğu için, kültürel üretimin gerisindeki ideolojiyi çok daha belirgin bir şekilde gözler önüne serdiğini söylüyor. Ergur, bir hegemonya stratejisi olarak incelediği sanal gerçekliğin temsiller sisteminin nasıl genel bir küresel kapitalist stratejinin parçası olduğunu göstermek amacıyla sanal gerçekliğin ideolojik bağlamını oluşturan estetik stratejileri inceliyor ve sonuç olarak da, teknolojik gelişmenin kendisini değil onu belli bir ideolojik bağlamın yeniden üretilmesi için kurgulayabilen kapitalist örgütlenme modelini sorgulamayı öneriyor.
9 Eylül Üniversitesi’nin üretken sosyal tarihçilerinden Sabri Yetkin ve Erkan Serçe’nin 1891-1930 döneminde ‹zmir Borsası’nın millileştirilmesi üzerine incelemeleri, sayımızın “ampirik” yanını takviye ediyor. Bu makale, millî iktisat ideolojisinin “saha”ya uygulanma pratiği ve bu politikanın Cumhuriyet öncesi ile sonrası arasındaki sürekliliği hakkında zengin veriler sunuyor. Bu çalışmanın, Türkiye’nin ve Ege havzasının piyasa ilişkilerine intibakı sürecini, bu süreci “salt iktisadî” değil ideolojik bir düzenleme pratiği olarak yorumlayan bir bakışa katkısı olacaktır, sanırız.
“Sanat” konulu bu sayımız, Toplum ve Bilim’in 1998 dizisinin son sayısıydı. 1998’de Toplum ve Bilim okurlarına hayli çeşitlenen bir ağırlıklı konular yelpazesi açtık. 1999’da da bundan geri kalmayacağız. Önümüzdeki sayılar için öngördüğümüz ağırlıklı konular şöyle:
80. sayı (Bahar 1999): Doğu Asya ve modernleşme.
81. sayı (Yaz 1999): Türkçe edebiyat üstüne incelemeler.
82. sayı (Güz 1999): Almanya Türkleri - “melez” veya “ayrı” bir kimliğin ipuçları.
83. sayı (Kış 1999): Hukuk, demokrasi ve insan hakları.