Toplum ve Bilim’in bu sayısını yaşamöyküsü incelemelerine ayırıyoruz. Dosya konusunu belirlerken bir yandan özellikle son çeyrek yüzyılda, insan ve toplum bilimlerinde ve yayın dünyasında oto/biyografilere, hatıratlara, günlüklere, mektuplara, sözlü tarihe, otokurmacaya yönelik artan ilgiyi göz önünde bulundurduk; diğer yandan ise yaşamöyküsü odaklı çalışmaların bize dünyayı başka gözlerle gösterebilme potansiyeline dikkat çekmeyi hedefledik. “Başka gözler” metaforunu Kayıp Zamanın İzinde’den alıyorum. “Tek gerçek seyahat (...)” diyor Marcel Proust, “başka gözlere sahip olmak, dünyayı bir başkasının, yüzlerce başka kişinin gözleriyle görmek, her birinin gördüğü, her birinin içerdiği yüzlerce dünyayı görmektir” (Proust, 2010: 2338). Yıldızlara, yeni dünyalara gitsek bile duyularımızı beraberimizde taşıdığımız sürece orayı kavrama şansımız olmadığını anlatıyor. Romanın anlatıcı karakteri Marcel’in ağzından dökülen bu görece meşhur sözlerin bağlamı farklı aslında. Marcel bizi o seyahate ancak sanat eserlerinin çıkarabileceğini iddia ediyor. Proust’a itiraz etmeden, bu meziyetin sosyal bilim çalışmaları için de geçerli olması gerektiğini söyleyebilir miyiz? Bildiğimizi sandığımız evrenin içindeki “yüzlerce dünyanın” üzerindeki örtüyü aralamak nitelikli çalışmaların bir alameti değil midir? Dünyanın, insan deneyiminin farklı yönlerini tanımamızı sağlayan tek bir araştırma metodu yok elbette. Ama biyografiler ve otobiyografik malzemelerden hareket eden çalışmalar, ampirik temelli bir hakikat anlayışıyla okuru ve araştırmacıyı başkasının gözleriyle görmeye en kuvvetli biçimde davet edenler olsa gerek. Yaşamöyküsü incelemelerinin sağladığı bu imkânın her zaman aynı derecede takdir edildiği söylenemez. Batı Avrupa’da, tarihin bilimsel bir disiplin olarak yeniden yapılanmakta olduğu 19. yüzyılda, biyografisi yazılmaya layık bulunanlar, ancak yaşadıkları döneme yön verdiği, ulusunun kurucusu olduğu düşünülenler veya dönemin/ulusun tayin edici özelliklerinin taşıyıcısı olarak kabul görenlerdir. Bizzat Leopold von Ranke’nin ifadesine müracaat ederek özetlersek, biyografi yazmak ancak “kişisel varoluş evrensel-tarihsel bir boyut kazandığında” anlamlı bulunmaktadır (Loriga, 1996: 217). Üstelik bu yaklaşım sadece biyografların tercihlerini, metinlerinin kurgusunu belirlemekle kalmaz, kendi hayatını yazmaya koyulanların kalemine de tesir eder. Charles Dickens’ın otobiyografisini yarım bırakıp, notlarını biyografisini yazacak olan John Forster’a devretmesinin bir nedeni de samimi itiraflarının “ulusal bir hazineyi zedeleyeceği” vehmidir mesela (Hervouet-Farrar, 2018). Böylesi bir çerçeveye sıkışmış oto/biyografi yazınının hedefi farklı dünyalara kapı açmak veya dünyayı “başkalarının gözüyle” görmemizi sağlamak değildir haliyle. Tutarlı veya ereği başından tayin edilmiş örnek hayat hikâyelerinin işlevi, kişisel olanda muteber ulusal nitelikleri göstermek ve buradan soyutlamayla cari evrensel kaideleri ispat etmektir daha ziyade. 20. yüzyılda oto/biyografi yazınında gelişen yeni yönelimlere ve “kadim” usule dair kökten eleştirilere rağmen büyük adamların örnek ve tutarlı hayatları anlatıları, özellikle popüler oto/biyografilerde kuvvetli bir damar olarak var olmaya hâlâ devam ediyor. Siyasetin kitleselleştiği, sanayi toplumu formasyonunun yaygınlaştığı, topyekûn savaşların ardı ardına geldiği 20. yüzyılın ilk yarısında, politik ve toplumsal dönüşümlere paralel olarak sosyal bilimcilerin de dikkati geniş nüfus gruplarına yönelir. Amaç toplumsal değişim ve kolektif deneyimin örüntülerini izah edebilmektir. 1930’lardan itibaren yapısalcı yaklaşımın giderek baskın hale gelmesinin de katkısıyla, biyografilere ve benlik belgelerine olan alaka iyice azalır. Giovanni Levi’nin satirik bir tonla tespit ettiği üzere, bu dönemde “tarihsel bir olayı bireyi hiç hesaba katmadan anlatabilmek” mümkündür (Levi, 1989: 1325). Yalnız, yaşamöyküsü çalışmalarının göreli itibar kaybına rağmen, yüzyılın ilk yarısının mutlak bir “gerileme anlatısı” kalıbına sıkıştırılamayacağını da unutmayalım. Biyografi odaklı yaklaşımı zihniyet tarihiyle, psikolojiyle bir araya getiren ilk önemli çalışmalar bu dönemde ortaya çıkar. Sigmund Freud’un psikobiyografinin kurucu eseri olarak kabul edilen Leonardo Da Vinci kitabını (1910); Lucien Febvre’in zihniyet tarihi odaklı Martin Luther (1928) ve Rabelais (1942) biyografilerini bu bağlamda hatırlayabiliriz (Nolan, 2023: 130-138, 145-156). Sosyolojide yaşam tarihi (life history) merkezli yaklaşımın 1920’ler ve 1930’larda, Chicago okulunda ortaya çıkan erken örnekleri ise sıradan insanların benlik belgelerine gösterdikleri alaka nedeniyle özel bir dikkati hak ediyor. Kişisel yaşam kayıtlarını “mükemmel sosyolojik materyal” olarak gördüklerini belirten William I. Thomas ve Florian Znaniecki’nin, Polonyalı göçmenlerin mektuplarını kaynak olarak kullanan eseri The Polish Peasant in Europe and America (1918-1920, Avrupa ve Amerika’daki Polonyalı Köylüler) bu yaklaşımın öncü eseridir (Plummer, 2001: 40; Stanley, 2010). 1920’ler ve 1930’larda Chicago okulunda yaşam tarihi merkezli iz bırakan başka çalışmalar da yapılır. Kendisi de evsiz bir aileden gelen Nels Anderson’ın 1923’te yayımlanan kitabı Hobo: Evsiz Adamın Sosyolojisi Chicago’daki evsizlerin deneyimlerini, yaşam öykülerini odağa alan, katılımcı gözlem yöntemiyle yapılmış bir çalışmadır.1 Clifford Shaw’ın The Jack Roller: A Delinquent Boy’s Own Story (1930, Jack Roller: Suçlu Bir Çocuğun Kendi Hikâyesi) başlıklı kitabı ise şehirdeki genç suçluluğunu Stanley takma adıyla andığı gencin biyografisi üzerinden ele alır. Stanley’nin anlatımından kendi hayat hikâyesi kitabın temel sosyolojik verisidir. Ne var ki, takip eden on yıllarda, diğer disiplinlerde olduğu gibi sosyolojide de benlik belgelerine olan ilgi azalır ve yaşam tarihi yaklaşımı popülaritesini kaybeder (Plummer, 2001: 103-117). Howard S. Becker, The Jack Roller’ın 1966 yılındaki baskısına yazdığı önsözde sosyoloji disiplini içerisindeki gelişmelerden hareketle bu değişimin nedenlerini açıklar. Sosyoloji ile sosyal psikoloji arasındaki mesafe açıldığı, araştırmaların odağı bireysel deneyimler yerine yapısal değişkenler ve işlevsel analizlere kaydığı için yaşamöyküsü çalışmalarının ürettiği veriler kullanışlı görülmemektedir. Becker sosyolojik araştırmanın ne kadar katmanlı, kompleks bir iş olduğu anlaşılırsa yaşam öyküsü metodunun değerinin, çok yönlülüğünün yeniden fark edilebileceğini ummaktadır (Becker, 1966: xvi-xviii). Bir anlamda, sosyolojinin “başkasının gözleriyle görebilme” yeteneklerini geri kazanmasını temenni etmekte gibidir. Sosyal bilimlerde metodolojik eğilimlerin tarihsel seyrine dair bildiklerimizden hareketle geriye dönüp baktığımızda, Becker’ın önsözü yazdığı zamanlarda bu dileğinin gerçekleşmesine az zaman kaldığını, hatta yaklaşan değişimin düşünsel iklimde görünür hale gelmekte olduğunu söyleyebiliriz. Nihayetinde 1960’larda bilimin ve bilimsel bilginin toplumsal, kültürel boyutları olduğu, hatta dünya hakkında bildiklerimizin insanların kavrayışı dolayımından geçtiği görüşü yaygınlaşmaktadır. E.H. Carr, 1961’de yayımladığı ve dönemin historiyografik klasikleri arasında yer alan Tarih Nedir? başlıklı kitabında “bilim” olma iddiasının anlamını tarihçiler zaviyesinden ele alırken bunu açıkça gösterir. Carr, 19. yüzyılın mutlak objektif tarih anlayışının artık kabul görmediğini, geçmişin tam anlamıyla kavranabilir veya temsil edilebilir olmadığını tespit eder. Tarihsel bilginin, kaynakların ve tarihçinin araştırma konularının belirlenmesi sürecinin subjektif, kültürel, zamansal ve politik boyutları olduğuna işaret eder. Ayrıca yaklaşan historiyografik değişimin sıradan insanların tekil deneyimlerini de tarihin saygın konuları arasına getireceği günlerin çok uzak olmadığını öngörür (Carr, 1991). Bilimsel bilginin yapısındaki subjektif katmanların açığa çıkarılması, bireyin, tekil deneyimlerin, kavrayışların anlaşılmasının giderek daha fazla önemsenmesi gibi paradigma değişiklikleri dönemin politik, ekonomik ve toplumsal değişimleriyle ilişkilidir. 1960’lar dünyasında, sanayi toplumundan ve tarım toplumundan farklı olarak bireyler kendi kimliklerini seçmek için daha fazla alana ve hatta sorumluluğa sahiptir. Tüketim toplumu, özelikle kentlileri farklı kimliklerden kendilerine mahsus bir kolaj yapmaya, “kendilerinin otantik bir versiyonunu” yaratmaya davet etmektedir (Rustin, 2000: 33). 1960’lar sivil hak hareketleri, feminizmin yeni dalgası, bağımsızlıklarını kazanan eski sömürge ülkeleri, modern ilerleme idealinin, çizgisel-ilerlemeci tarih anlayışının sorgulanmasına, dolayısıyla tarihin çoğullaşmasına verdiği imkânla kimlik politikalarının yükseleceği zemini oluşturur. Bu gelişmeler 1970’lerde emareleri görülmeye başlanan, 1990’larda iyice pekişen biyografik dönemecin (biographical turn) tarihsel arka planının asli parçalarıdır. Buna 1990’larda ütopyaların çözülmesinin, yükselen nostalji dalgasının ve yaşamöyküsü çalışmalarının yaygınlığının arttığı 2000’lerde de hakikat sonrası (post-truth) tartışmalarının ekleneceğini unutmayalım... Özetle, kolektif deneyime, yapısal olana yönelen dikkat, yüzyılın ilk yarısında yaşamöyküsü merkezli yaklaşımların gözden düşmesine zemin hazırlarken, 1960’larla beraber bireye/bireyselleşmeye, kültürel göreliliğe, kimliklere verilen önemin artması da yaşamöyküsü çalışmalarının –tabii yeni biçimlerde yaygınlaşmasını kolaylaştırır. Biyografik dönemecin anlamını, metodolojik olarak ana özelliklerini nasıl tarif edebiliriz peki? Yaşamöyküsü çalışmalarının 1960’lardan itibaren ayak izlerini gördüğümüz yükselişi sosyal bilimler alanındaki tek gelişme değildir elbette. Bu yaklaşımın yeniden itibar görmeye başlaması, aşağı yukarı çeyrek yüzyıla yayılan (1960- 1985) bir “dönemeçler” döneminde ortaya çıkan paradigma ve perspektif değişiklikleriyle yakından ilişkilidir. 1960’lardan itibaren hakikatin dil aracılığıyla kurulduğu fikrinin egemen olması (dilbilimsel dönemeç - linguistic turn) biyografik dönemecin de üzerine oturacağı zeminin temelini kurar. 1970’lerin sonlarından itibaren anlamı dilden ziyade anlatıda aramaya işaret eden, dolayısıyla özneye daha merkezî bir konum veren anlatı dönemeci (narrative turn) ise yaşamöyküsü çalışmak için metodolojik bir çerçeve, hatta bir gerekçe sağlar. Aynı dönemde, hakikatin kültür, temsiller ve söylemler aracılığıyla inşa edildiği anlayışının yaygınlaşması (kültürel dönemeç - cultural turn) ise bireysel yaşam öykülerinin ve deneyimlerin sosyal ve kültürel bağlamları içinde görülmesini teşvik eder. Yukarıdaki paragraf 1960’lardan itibaren ardı ardına gelen dönemeçlerin biyografik dönemece katkılarını öne çıkartan şematik bir özetten ibaret pek tabii. Dönemeçler birbirleriyle tamamen uyumlu olmadığı gibi, aslında her yeni perspektif bir öncekine yönelik eleştirileriyle ayrışır. Biyografik dönemeç ise kendinden önce gelen üç dönemecin dilsel, kültürel sistemler üzerine kurulu anlam arayışlarından ve analizlerinden besleniyor olmakla beraber, bireyi, yaşam deneyimini, yaşamöykülerini somut bir şekilde merkeze alarak farkını ortaya koyar. Bu yaklaşımın arkasında, 1970’lerin ikinci yarısından itibaren sıradan insanları, yaşamlarını, sesini, tekil olayları çalışmalarının odağına oturtan sözlü tarih ve mikro tarih ekollerinin olduğunu da unutmayalım. Paul Thompson 1978’de yayımlanan Geçmişin Sesi: Sözlü Tarih kitabında sözlü tarihin tarihi daha demokratik hale getirdiğin iddia eder (Thompson, 1999: 7). Carlo Ginzburg ise 1976’da yayımlanan mikro tarihin kurucu eserlerinden olan Peynir ve Kurtlar: Bir 16. Yüzyıl Değirmencisinin Evreni başlıklı kitabının girişinde “‘birey’ kavramının sınırlarını tarihsel olarak alt sınıflara doğru genişletmek” hedefinden bahseder (Ginzburg, 1996: 15). Her iki ekol de yaşamöyküsü çalışmalarının canlanmasında önemli rol oynar, onu metodolojik olarak etkiler ve dahası tarihçiler dünyasında biyografilerin büyük adamlara mahsus olduğuna dair ön kabulü iyice aşındırır. Mikro tarih birey kavramının sınırlarını marjinallere, alt sınıflara, dışlananlara doğru genişletirken, bireyi yaşadığı sosyal dünyanın, kültürel, politik, dilsel bağlamın içinde eyleyen, kendi yolunu çizen, etkisi olan bir fail olarak görür. (Magnússon, 2024: 86). Ginzburg tam da bu faillik perspektifi eksikliği nedeniyle, Lucien Febvre’in Rabelais üzerine olan kitabındaki yaklaşımı üzerinden, zihniyet tarihi merkezli biyografi yaklaşımını eleştirir. Febvre’in “bütün bir çağın zihni koordinatlarını her ne kadar müstesna da olsa tek bir bireyde” bulmaya çalışmak hatasına düştüğünü söyler. Benzer bir noktadan hareketle, Foucault’nun dışlananlara yönelik çalışmalarında ise bu grupların ikinci planda kaldığının, eserlerin asıl meselesinin yasaklar, sınırlamalar, yani “dışlama eylemi ve ölçütü” olduğunun altını çizer. Foucault’nun (özellikle Pierre Rivière kitabındaki) yaklaşımını “mutlak dışarıdan bakış” olarak nitelendirir (Ginzburg, 1996: 12-13).2 Biyografik dönemeç mikro tarihten bireyin özgünlüğüne ve failliğine dair dikkati ve ona dışarıdan bakmama gayretini devralır. Son olarak, biyografik dönemecin (aynı şekilde mikro tarihin de) bireyi öne çıkarmaya yönelik bir çabayla malul olmasının, bağlamın ihmal edilmesini desteklemediğini, olası bir yanlış anlaşılmaya karşı altını çizerek not etmek gerekiyor. Çünkü tam aksine, yaşam öyküsü çalışmalarında bireyle, tekil olayla toplumsal, kültürel, politik, dilsel, ekonomik bağlamlar arasında hatlar inşa etme çabası, bireyi, failliğini, deneyimini anlamak gayreti kadar hayatidir. Alain Corbain’in mikro tarih ile biyografinin kesiştiği yerde kurulmuş olan Le monde retrouvé de Louis-François Pinagot: Sur les traces d’un inconnu (1998, Louis-François Pinagot’nun Yeniden Keşfedilen Dünyası: Bilinmeyen Bir Kişinin İzinde) kitabı bağlamlaştırmaya verilen bu önemin ve bireyi öne çıkarma çabasının nasıl bir arada işlediğini gösteren en güçlü örneklerden biri olsa gerek. Corbain, Normandiya’da, kendisinin de memleketi olan Orne bölgesi arşivlerinde, rastgele belirlediği küçük bir kasabanın 18. yüzyılın sonlarındaki nüfus kayıtlarından, yine rastgele bir isim seçer ve onun biyografisini yazmaya girişir. Devlet arşivlerindeki resmî kayıtlarda, Louis-François Pinagot ismindeki bu kişiyle ilgili bilgiler ailesi, mesleği, boyu, medeni durumu, doğum ve ölüm tarihi gibi temel bazı biyografik verilerle sınırlıdır. Corbain, geride hiçbir hatırat, günlük, benlik belgesi de bırakmamış, 1798-1876 yılları arasında yaşamış bu nalıncının (sabotier) biyografisini arşivdeki dolaylı izleri takip ederek yazar. Yaklaşık üç yüz elli sayfa uzunluğundaki kitap bir yandan bölgesinin kültürüne, evlilik, akrabalık örüntülerine, demografisine, ekonomik değişimine, doğasına, iklimine, iklimdeki değişime dair pek çok çerçeve veriyi kullanarak Pinagot’yu yaşadığı dünya içerisinde kurgular, konumlandırır. Diğer yandan ise, 18. yüzyıl sonlarından 19. yüzyılın son çeyreğine kadar uzanan Fransa ve Normandiya tarihini nalıncı Pinagot’nun etrafında, onun hayatına olası etkilerini tartışarak anlatır. Özetle kitapta makro tarih sıradan bir nalıncıyı; sıradan nalıncının varlığı ise makro tarihi anlamlandırır.
* * *
Yukarıda, biyografik dönemecin oturduğu tarihsel, metodolojik ve entelektüel arka planı bazı örnekler eşliğinde özetlerken, yaşamöyküsü çalışmalarının tekil olana, bireysel deneyime gösterdiği detaycı dikkati ve tekil olanla toplumsal, kültürel, politik bağlamlar arasında ilişki kurma arayışını özellikle öne çıkarmak istedim. Bunun nedeni, hakikat nosyonunun aşınmasıyla eşzamanlı olarak sosyal bilimlerin meşruiyetinin azaldığı günümüz koşullarında yaşamöyküsü çalışmalarının mevzubahis özelliklerinin hem metodolojik hem de politik bir kıymeti olduğunu düşünüyor olmam. Sosyal bilimler mevzi kaybediyor olsa da yaşamöyküsü çalışmaları son çeyrek yüzyılda daha evvel hiç olmadığı kadar büyük bir kabule sahipler. Yaşamöyküsü çalışmalarının itibarını perçinlediği bu dönemde hakikat sonrası kavramının da yükseldiğine dikkat çekmek istiyorum. Bu zamansal kesişme tesadüfen ortaya çıkmış gibi görünmüyor. Hakikatin dilsel ve kültürel dolayımlarının farkına varılması, meta anlatıların çözülmesi ve bireyselleşmenin hız kazanması biyografik dönemecin olduğu kadar hakikat sonrası dönemin de öncülleri arasında ne de olsa. Öte yandan, mevzubahis kesişmeye rağmen yaşamöyküsü çalışmalarının yöneliminin –özellikle tarihte– hakikat sonrasıyla paralellik arz eden bir istikamette değil, tam tersine ampirik kanıtlara dayalı nesnellik anlayışına sıkı bir biçimde sahip çıkmak yönünde olması dikkat çekici. Böylesi bir yönelimin varlığı indirgemeci bir nesnellik anlayışının tercih edilmesini gerektirmiyor. Yani nesnelliğe sahip çıkmak için ne nesnelliğin imkânsızlığını dile getiren eleştirilere göz yumulması ne de nesnellik iddiasının ardında gizlenen güç ilişkilerinin, söylemsel çerçevelerin ihmal edilmesi şart. Mutlak nesnellik iddiası ve mutlak görelilik ön kabulü arasında bir ikiliğe sıkışmayı reddedebilmenin mümkün olduğunu biliyoruz. Siegfried Kracauer, 1960’ların ortasında yazdığı bir makalesinde, “nasıl olduysa öyle göstermek” şiarını kast ederek “Ranke’nin özlemleri[nin] doğru yönü işaret ettiğini”, asla ulaşılamayacak bu hedefin izinde olmaya devam etmenin tarihçilik mesleği için kritik önemini vurgulamıştı (Kracauer, 2014: 102). Bruno Latour da 2000’lerde nesnellik eleştirisinin raydan çıkarak mutlak göreliliğe doğru meylettiğine dikkat çekerken, çözüm olarak olgulara daha da yaklaşmayı, amprisizme karşı çıkmadan onu yenilemeyi öneriyordu (Latour, 2004: 231). Biyografik dönemecin üzerine kurulduğu entelektüel miras (modern bilimsel bilginin eleştirisiyle kurduğu bağ) ve yaşamöyküsü çalışmalarının kadim metodolojik gereklilikleri (ampirik nesnellik arayışı) bir arada düşünüldüğünde, alanın mutlak nesnellik-görelilik ön kabulleri arasında bir ikiliğe sıkışmamak konusunda belirli bir bağışıklığa sahip olduğunu iddia edebiliriz kanımca. Başka bir deyişle, yaşamöyküsü çalışmaları ne entelektüel miraslarını kolaylıkla inkâr edip o meşhur “nasıl olduysa öyle göstermek” hedefini tereddütsüz sahiplenebilirler, ne de metodolojilerinden vazgeçip bu iddiayı imkânsızlığını ilan ederek bir kenara bırakabilirler. Myriam Revault d’Allonnes, 1930’lar usulü totaliter rejimlerin propaganda tekellerinden farklı olarak, günümüzde hakikat nosyonunun demokratik toplum söylemi içinde aşınmakta olduğuna dikkat çeker. Hakikat sonrası dönemi en temelde olgularla fikirler arasındaki çizgiyi muğlaklaştıran, flulaştıran bir görelilik sisinin egemenliğiyle tanımlar (Revault-d’Allonnes, 2018). Yaşamöyküsü çalışmaları yalnızca “tutarlı ve çekici” anlatılar inşa etmeye çalıştıkları, tekil olanla anekdotik düzeyde ilgilendikleri, hakikati anlatıyla sınırlı tuttukları ölçüde mevcut dönemin egemen iklimiyle uyumlanıyor (Chamberlayne, Bornat, Wengraff, 2000: 9). Anlatılar çoğulluğunun içinde yerlerini alıyorlar. Detaycı dikkatlerini kaybetmeden, bireysel öyküleri tarihsel ve kültürel bağlamda anlamlandırdıkları, ampirik temelleri olan bir hakikat nosyonu ortaya koyabildikleri ölçüde ise hakikat sonrasının sisine direnebilme kabiliyetini haizler (Hamilton, 2020). İşte bu yüzden yaşamöyküsü çalışmalarının hem metodolojik hem de politik olarak önemli olduğunu düşünüyorum. “Başka gözlere sahip olma” gayreti sosyal bilimleri savunmanın, onun da ötesinde hakikat nosyonuna sahip çıkmanın bir yolu olabilir.
Dosyadaki makaleler
Dosyadaki yazılar, yaşamöyküsü çalışmalarının disiplinlerarası niteliğini teyit eden bir çeşitlilik sunuyor. Zeynep Tek makalesinde Türk edebiyatı tarihinin ve yayıncılık dünyasının eril yapısını açığa çıkarmak ve aşındırmak üzere feminist biyografinin eleştirel bir araç olarak nasıl kullanılabileceğini tartışıyor. Yaşamöyküsü çalışmalarının kültürel, kurumsal iktidar yapılarını açığa çıkarabilecek, cinsiyetçi dışlama mekanizmasına çomak sokabilecek politik gücüne işaret ediyor. Kadın edebiyatçıların, özellikle de unutulmuş olanların izini süren, onların yazma, yayımlama veya yayımlayamama süreçlerini aydınlatan, benlik belgelerinden hareketle edebiyat dünyasındaki ilişkileri açığa çıkaran feminist biyografilere, yayıncılık alanındaki kadın çalışanlara dair prosopografilere duyulan ihtiyacı bu çerçevede dile getiriyor. Tek, bir yandan da mevcut feminist yazının, edebiyatçı kadınların biyografilerinin ve eserlerinin alandaki erkek egemen yaklaşımın gözden geçirilmesine nasıl katkı sağladığını değerlendiriyor. Makale bu yönüyle bir literatür değerlendirmesi özelliği de taşıyor. Ali Sipahi ise 1960’ların ikinci yarısından 1970’lerin başlarına kadar olan dönemde Türkiye’yi etnografik saha olarak belirlemiş olan, yedisi Amerikalı biri Norveçli sekiz antropoloğu grup biyografisi yaklaşımıyla ele alıyor. Amerikan antropolojisinde Türkiye’ye yönelik ilginin yükseliş ve düşüşünü sahada çalışan antropologların mektuplarından, onlarla ve yakınlarıyla yaptıkları görüşme notlarından hareketle analiz ediyor. Akademideki dönüşüm, başta Soğuk Savaş olmak üzere dönemin uluslararası koşullarının, gelişmelerinin yanı sıra, hikâyenin ana aktörleri olan antropologların gündelik hayatlarının, ihtiyaçlarının, ilişkilerinin bir etnografik saha olarak Türkiye’nin tarihine nasıl etki ettiğini tartışıyor. Sipahi’nin ortaya koyduğu kolektif yaşamöyküsü antropoloji tarihi için olduğu kadar, ele aldığı dönemi yeni gözlerden gösterebildiği için de kıymetli. Makalenin girişinde yer alan grup biyografisine dair historiyografik değerlendirmeyi ise Türkçede üzerine pek yazılmamış bir başlık olduğu için önemli bir katkı olarak ayrıca not etmek isterim. Tanıl Bora’nın makalesiyle grup biyografisinden bir kuşağın prosopografine geçiyoruz. Bora hazırlamakta olduğu 70’ler devrimcilerine (78’lilere) dair prosopografik kitabından bir bölümü ilk kez burada yayımlıyor. Makale 78’lilerin geniş hafıza yazınını değerlendiriyor. Bora bu makalede bir yandan 2000’lerde kıpırdanan, 2010’larda hızlanan 78’lilerin anı patlamasının arkasındaki nedenleri, geçmişle hesaplaşmayı teşvik eden toplumsal politik konjonktürü ve görece onlara özgü sayılabilecek saikleri (vefa, nostalji, hesaplaşma...) tartışıyor. Diğer yandan ise ağırlığı anı kitaplarından oluşan ama biyografi, röportaj, biyografik roman, mektup gibi çeşitli formları da içeren yaklaşık iki yüz kitabı bulan bir hafıza üretimini incelikli sorular eşliğinde haritalandırıyor: Kimler daha çok, kimler daha az konuşuyor, hatırlıyor, temsil ediliyor? 78’lilerin belleği nerelerde bereketli, nerelerde kısıtlanıyor? Anılarda “ben” ve “biz” nasıl konumlanıyor? Kim hatırlama ve temsil hakkını kendinde görüyor? Her bir soru 70’ler kuşağı devrimcilerinin ötesinde, Türkiye solunun zihniyet dünyasını ve hatırlama pratiklerini anlamamıza yardımcı olacak ipuçları sunuyor. Nazile Kalaycı’nın makalesi ise, biyografik ve otobiyografik materyali tarihsel malzeme olarak değerlendiren çalışmalardan farklı olarak, kurgusal bir metni analiz ediyor. Kalaycı, Homeros’un Odysseia destanını, kahramanın anlatıcıya dönüştüğü otobiyografik bir şiir olarak ele alıyor. Metni otobiyografik özelliklerini öne çıkararak incelerken, anlatıcı kahraman Odysseus’un kimlik beyanlarındaki değişimin izini takip ediyor. Onun “Hiç Kimse’den Ben’e, Ben’den Biz’e, Biz’den Kendi’ye, Kendi’nden O’ya” geçişinin bu epik destanın otobiyografik niteliği, öznenin dönüşen benlik algısı, kolektif belleğe ve Yunan kimliğine katkısı bakımından ne anlamlara geldiğini tartışıyor. Makale bir yandan otobiyografinin imkânlarını Odysseia üzerinden tartışıyor, bir yandan da otobiyografi sahasının kimlik ve tutarlı geçmiş inşası gibi kritik temel meselelerini metnin dışına açılan bir sorgulamayla ele alıyor. Ahmet Ataş’ın makalesi de kurgu ile biyografinin kesiştiği alana bakıyor, ama tamamen başka bir literatür üzerinden ve tamamen farklı bir kavram setiyle... Ataş Kürt tarihinden dört politik ismin (Şeyh Zayir, Celadet Ali Bedirxan, Şeyh Said, Vedat Aydın) yaşamöykülerini kurgusal biçimde yeniden üreten dört biyografik Kürt romanını karşılaştırmalı bir okuma yöntemiyle inceliyor. Makale bir yandan ele aldığı biyografik romanların biçimsel edebî özelliklerini değerlendiriyor ve metinlerin hagiografik niteliklerini, nekrolojiyle benzerliklerini ve eleştirel perspektiften yoksun olduklarını tespit ediyor. Diğer yandan ise bu romanları post-kolonyal ve ulusal edebiyat çerçeveleri içinde analiz ediyor. Ataş eleştirel bir okumayla yürüttüğü bu analizle, Kürt biyo-kurgularının odaklandıkları kişileri ulusal kanona kaydetmeye, silinen veya yok sayılan tarihi var etmeye yönelik reflekslerle malul olduğunu, ancak ortaya çıkardıkları idealize edilmiş anlatıların (portrelerin), mit ve idol üretme arayışlarının tarihyazımında üstlenmek istedikleri revizyonist rolü zorlaştırdığına işaret ediyor. Sude Şimşek ve Didem Danış ise dosya-dışı bir katkı yaptılar. “Kolektif çaresizlik, bireysel çözümler: İstanbul’da deprem riski bağlamında afet öncesi hareketlilik” makalelerinde İstanbulluların deprem riskine karşı geliştirdiği stratejileri inceliyorlar. Şehirden gidebilenler ve farklı engeller nedeniyle şehirden göç edemeyenleri konu ediyorlar. On sekiz kişiyle yapılan derinlemesine mülakatın bulgularından yola çıkarak İstanbulluların risk algısını, riskle baş etme yöntemlerini ve afet öncesi hareketliliğin belirleyici dinamiklerini anlamaya çalışıyorlar.
BURAK ONARAN
KAYNAKÇA
Anderson, N. (2017) Hobo: Evsiz Adamın Sosyolojisi, E. Pınar (çev.), Heretik Yayıncılık, Ankara.
Becker, S.H. (1966) “Introduction” Shaw, C. R., The Jack‑Roller: A Delinquent Boy’s Own Story içinde,
University of Chicago Press, Chicago, v-xviii.
Carr, E.H. (1991), Tarih Nedir?, M.G. Gürtürk (çev.), İletişim Yayınları, İstanbul.
Corbin, Alain (1998) Le Monde retrouvé d Louis-François Pinagot: Sur les traces d’un inconnu, Flammarion,
Paris.
Chamberlayne, P., Bornat, J. ve Wengraf T. (2000) “Introduction: The biographical turn” Chamberlayne,
P., Bornat, J. ve Wengraf, T. (der.) The Turn to Biographical Methods in Social Science:
Comparative Issues and Examples içinde, Routledge, Londra, 1-30.
Ginzburg, C. (1996) Peynir ve Kurtlar: Bir 16. Yüzyıl Değirmencisinin Evreni, A. Gür (çev.), Mertis, İstanbul.
Hamilton, N. (2020) “Truth, Lies and Fake Truth: The Future of Biography” H. Renders ve D. Veltman
(der.) Different Lives: Global Perspectives on Biography in Public Cultures and Societies içinde,
Brill, Leiden ve Boston, 12-20.
Hervouet-Farrar, I. (2018) “(Auto)biography and Authority: Dickens and Forster’s Reconstruction
of a ‘National Treasure’” Cahiers victoriens et édouardiens, 88 (Güz), https://journals.openedition.
org/cve/4397
Kracauer, Siegfried (2014) Tarih: Sondan Bir Önceki Şeyler, T. Birkan (çev.), Metis Yayınları, İstanbul.
Latour, B. (2004), “Why Has Critique Run out of Steam? From Matters of Fact to Matters of Concern”,
Critical Inquiry, 30(2): 225-248.
Levi, G. (1989) “Les usages de la biographie”, Annales. Économies, Sociétés, Civilisations, 44(6):
1325-1336.
Loriga, S. (1996) “La biographie comme problème” J. Revel(der.) Jeux d’échelles: La micro‑analyse à
l’expérience içinde, Gallimard-Le Seuil, Paris, 209-231.
Magnússon, S.G. (2024) “Hayat Asla Bitmez: Bir Mikro Tarih Yaklaşımı Olarak Biyografi” Renders,
H., de Haan, B. ve Harmsma, J. (der.) Biyografik Dönemeç: Tarih ve Sosyal Bilimlerde Biyografinin
Keşfi içinde, Üçkardeşler, U.Y. (çev.), VakıfBank Kültür Yayınları, İstanbul, 83-102.
Nolan, M. (2023) Biography: An Historiography, Routledge, New York.
Plummer, K. (2001) Documents of life 2: An invitation to a critical humanism, SAGE, Londra.
Proust, M. (2010) Kayıp Zamanın İzinde, R. Hakmen (çev.), YKY, İstanbul.
Revault-d’Allonnes, M. (2018) La faiblesse du vrai. Ce que la post‑vérité fait à notre monde commun,
Éditions du Seuil, Paris.
Rustin, M. (2000) “Reflections on the biographical turn in social science” P. Chamberlayne, J. Bornat
ve T. Wengraf (der.) The turn to biographical methods in social science: Comparative issues
and examples içinde, Routledge, Londra ve New York, 33‑52.
Stanley, L. (2010) “To the letter: Thomas and Znaniecki’s The Polish Peasant and Writing a Life, Sociologically”,
Life Writing, 7(2): 139-151.
Thompson, P. (1999) Geçmişin Sesi: Sözlü Tarih, Ş. Layıkel (çev.), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul.

