Toplum ve Bilim bu sayıda “Türkiye’nin duygudurumları”nı tartışıyor. Malumu ilamla başlayalım: “Duygu”ların dışarıda bırakıldığı düşünce sistematiği, modern sosyal teoriye sınırlarını veren niteliklerden biridir. Ancak akıl-duygu ikiliği üzerine bina edilmiş bir sosyal teori de 20. yüzyıl koşullarında pek de dirençli olamamıştır. 1990’lardan itibaren “duygusal dönüş”, toplumsal çözümlemede paradigmatik bir dönüşüm yaratmıştır. Şüphesiz bundan da önce, duygu “meselesinin” bireysel ya da mahrem olanın alanından toplumsal çözümlemenin ve eleştirinin alanına taşınması,önce feminizmin, sonra yeni toplumsal hareketlerin sorduğu yeni sorularla mümkün olmuştur.
Bu sayıyı hazırlamaktaki niyet, son on yılında büyük toplumsal olaylara, travmatik deneyimlere şahitlik etmiş, umut ve yılgınlık arasında sert geçişler yaşamış Türkiye toplumunun kıvamlı fakat değişken duygudurumunu anlamaya çalışmak. “Duygudurumu” –ki gündelik dilde “mod” da deniyor–, bu sayıda, kimi zaman bir kavram kimi zaman bir metafor kimi zaman da toplumsal olana bakmak için özgül birmercek olarak olarak kullanıldı. Ziyadesiyle –ve belki kaçınılmaz olarak– siyasal olanın sınırları içine sıkışmış bir duygu tahayyülünü kültürel alana da açmaya çalıştık.
***
Sayının panoramasını sunmaya, tek tek toplumsal olaylar ve bunların yarattığı duygulardan öte, Türkiye’nin duygu bakiyesini ele alan yazılarla başlayalım. “Yenik ve yalnız: Türkiyelilerin duygudurumu” başlıklı yazısında Olga Selin Hünler, hayli geniş bir toplumsal gerçeklik evrenine bakarak toplum olma vasfının merkezinde duran duygu ortaklığının kaybı ve tabir-i caizse hınç ve intikamdan ibaret duygu gettolarına sıkışmışlık hali üzerine konuşuyor. Erdoğan Özmen’in denemesi de, farklı toplumsal grupların ortak biçimde malul olduğu mağduriyet duygusunun, “karşı cenah”tan köklenerek nasıl baskın bir duygudurumu (belki de duygu yapısı) haline geldiğini sorguluyor. Duygudurumunu dışavurma, reflekte etme, özellikle de sorunlaştırma bakımından, sesi en fazla çıkanlar arasında “kentli laikler”in bulunduğunu söyleyebiliriz. Erdem Damar, İslâmcı hareketin yükseldiği 1990’lardan, Gezi protestoları üzerindengünümüze uzanan süreçte, bu topluluğun duygudurumunun sırayla taciz-korku-umut seyri üzerinden neticede –bu sunuşun başında da değindiğimiz gibi– yılgınlığa vardığını gösteriyor. Damar’ın makalesi, duygudurumlarının toplumsal ve siyasal seferberliğin “faktörleri” olarak oynadığı role güçlü bir örnektir.Dönemin ruhunda en belirgin duygulardan biri nostalji. Türkiye’nin batısında, özellikle 1990’lara dönük bir nostalji popüler kültürün her alanında kendini gösteriyor.
Nostalji hızlı dönüşüm dönemlerinin duygusudur. Kadir Dede ve Sema Aydeniz yazılarında, 2000’lerle başlayan bir kültürel dönüşümün ürünü olan 1990’lar nostaljisini Old Laik Days dalgası üzerinden okuyorlar. Bunu yaparken de bu dalgayla sınırlı kalmayıp daha genel bir biçimde Türkiye siyasetinin nostaljik savrulmaları üzerine de söz üretiyorlar.
Özgür Sevgi Göral, Türkiye’de zorla kaybetmelerin arkasında bıraktığı duygu evrenine bir saha araştırmasıyla yakından bakıyor. Zorla kaybetmelerin politik arka planını da ayrıntılı biçimde gören bu yazı, yakınları kaybedilmiş kişilerin korku, öfke ve hınç duygularını verili ve sınırlı bir zamansallığa sıkıştırmadan, gerçekleşmeyenadalet ve cezasızlığın son derece yakıcı ve güncel biçimde varlığını sürdürdüğü koşullarda uzun erimli, politize olmuş ve bir yanıyla kurucu duygular olarak yorumluyor.
Edebiyat ve sinema, kuşkusuz duygudurumlarının “teşhisinde” vazgeçilmez araçlar. Dosyada bu mercekten bakan iki yazıya yer verdik. Duygudurumu envanterine “duygu ağları” kavramıyla yaklaşan Esra Dicle, son on yılda Türkçe roman ve öyküde bu ağların nasıl örüldüğüne bakıyor. Varlığıyla da eksikliğiyle de dönemin psişesinin bir unsuru, bir meselesi olan utanç, bu yazının önemli temalarından. Özgür Yaren’in yazısı ise yakın dönemin birbirlerine benzerliği ile de tartışma yaratan iki politik filmini birer “Karanlık Türkiye” alegorisi olarak okuyor. Yaren, içinden geçtiğimiz dönemin, adına “yenilgi sineması” da denilebilecek bir politik sinema estetiğini ve biçemini yarattığını iddia ediyor... Kendisine “araştırmacı veya kuramcı değil, meraklı bir klinisyen” diyen Psikiyatr İsrafil Bülbül, bizzat bu tanımlamasıyla, sosyal teorinin damarlarını genişleten bir iştigal sahasını tarif ediyor. Onun “Kürtlerin duygudurumu üzerine iki spekülasyon”unun kalbinde, şu tespiti duruyor: “Türklerin bir gün Kürtlerin Türkiye’yi böleceği korkusunun, Kürtlerin kendilerinin bir gün bağımsız bir Kürdistan kurabileceğine dair umudundan ve arzusundan daha güçlü olduğu...”
Duyguları salt “dikkate alma”nın yetmeyeceğine dikkat çeken bir yaklaşım sunduğumuzu sanıyoruz. Duygular, “objektif” ve “zorunlu” oluşlar değil zira; onlarında üzerine düşünmek, onları ayrıştırmak, hem de başka duygularla tartmak, sınamak gerekiyor. Çubuğu öteki tarafa da bükebilirdik: Duyguların yok sayılmasının karşı kutbunda, “duyguların tahakkümüne” dayanan siyaseti ve toplumsal varoluşları da tartışmayı düşünmüştük, fakat bu eksik kaldı.