Insecure cities, insecure citizens
OĞUZ IŞIK
This article examines why cities have become unsafe through a historical analysis of Turkey’s urbanization process, which is expensive and of poor environmental quality, and how this process has affected social values. Turkey’s urbanization adventure is a process that started with success and gradually became full of failures. In the early stages, cities were made inclusive and integrative through creative solutions, but over time they became segregating and tension-increasing. The article divides Turkey’s urbanization process into various periods and argues that with the neoliberal urbanization policies particularly during the AKP era, the insecurity of cities, corrupt relations, and society’s values have also changed the understanding of citizenship, and citizens have become insecure in insecure cities.
Keywords: Urbanization, citizenship, urban law, conservatism, urban rent.
Bu makale Türkiye’nin kentleşme sürecinin tarihsel analizi üzerinden kentlerin güvensiz, pahalı ve çevre kalitesi düşük hale gelmesinin nedenlerini ve bu sürecin toplumsal değerleri nasıl etkilediğini inceliyor. Türkiye’nin kentleşme serüveni başarılı bir biçimde başlayan ve giderek başarısızlıklarla dolu bir süreçtir. İlk dönemlerde kentler yaratıcı çözümlerle kapsayıcı ve bütünleştirici hale getirilirken, zamanla ayrıştırıcı ve gerilim artırıcı hale geldiler. Makalede Türkiye’nin kentleşme süreci çeşitli dönemlere ayrılarak neoliberal kentleşme politikalarıyla birlikte ve özellikle AKP döneminde kentlerin güvensizliği, yozlaşmış ilişkiler ve toplumun değerlerinin yurttaşlık anlayışını
da değiştirdiği, güvensiz kentlerde yurttaşların güvensiz hale geldiği öne sürülüyor.
Anahtar sözcükler: Kentleşme, yurttaşlık, kent hukuku, muhafazakârlık, kent rantı.
Catastrophe, crisis and history
ZEYNEP SAVAŞÇIN
A disaster hits us when we least expect it. It happens not as a process but as an event and gives the impression of being anchored in the present of a fragmented temporality. Extricating the disaster as an event from the grip of the present and elaborating it in its historicity leads to an examination of this particular event within the experienced crisis as a process. As in the aftermath of the earthquake, when a space for collective reflection and action opens up, the question of how the future will be shaped in this space meets the question of how to respond to the ongoing crisis in the social order. On the other hand, the experience of the disaster can also be considered as the mere moment to measure the coherence and the effectiveness of the normative principles that has been already put forward by crisis theories. Is it possible to transcend a “presentism” in the sense of both instrumentalizing and dehistoricizing the disaster? To what extent can the relations of recognition, solidarity or resonance suggested by the two contemporary representatives of Critical Theory, Axel Honneth and Hartmut Rosa, as remedies for the crisis of the social that we have envisaged since Rousseau around the concept of alienation, guide us in our reflections? Is it possible for citizens facing a disaster to become agents of their own history in order to reconstruct the future? Based on these questions, this article aims to consider the relationship of the disaster with the crisis and with history through a reflection on a very recent experience of the earthquake that took place in Kahramanmaraş on February 6th, 2023.
Keywords: Disaster, crisis, earthquake, citizenship, responsibility.
Felaket bizi beklemediğimiz bir anda yakalar. Bir süreç olarak değil, bir olay olarak gerçekleşir ve parçalanmış bir zamansallık içinde şimdiki zamana yerleştiği izlenimini verir. Bir olay olarak felaketi şimdiki zamanın elinden kurtarıp tarihselliği içinde düşünmek, onu bir süreç olarak yaşantılanan krizin içinden değerlendirilmeye yöneltir bizi. Depremin ardından olduğu gibi, kolektif düşünüm ve eylem için bir alan açıldığında, bu alanda geleceğin neye göre şekillendirileceği sorusu, toplumsal düzen içinde süregiden krize nasıl cevap verileceği sorusuyla buluşur. Diğer yandan yaşanan felaket deneyimi, krize ilişkin teorilerin ortaya koyduğu normatif ilkelerin tutarlılığının ve etkililiğinin ölçülmesine olanak da sağlayabilir. Felaketin hem araçsallaştırılması hem de tarihsizleştirilmesi anlamında bir “şimdicilik”i aşmamız nasıl mümkün olabilir? Eleştirel Teori geleneğinin çağdaş temsilcilerinden Axel Honneth ve Hartmut Rosa’nın, Rousseau’dan bu yana yabancılaşma kavramı ile düşündüğümüz toplumsalın krizi için önerdikleri tanınma, dayanışma ve rezonans ilişkileri bize ne ölçüde yol gösterici olabilir? Felaket karşısında geleceği yeniden kurmak için yurttaşların kendi tarihlerinin failleri olmaları mümkün müdür? Bu makale, 6 Şubat Kahramanmaraş depreminde deneyimlediklerimizi de hesaba katarak, felaketin kriz ve tarihle ilişkisini bu sorulardan itibaren düşünmeyi amaçlıyor.
Anahtar sözcükler: Felaket, kriz, deprem, yurttaşlık, sorumluluk.
The politics of catastrophe
POLAT S. ALPMAN
There’s a noteworthy correlation between having to reply to illogical questions inquired by individuals who are there to eliminate them in a meet and the mucilage within the Marmara Ocean or between battling with starvation due to the devastation of the common territory where they live and not being able to elude destitution in spite of working six days a week for at slightest 60 hours or between being murdered or removed from the nation where they fled due to a disaster or catastrophe in their nation and the contamination of water and soil. In addition, there’s a solid connection between the decline of the idea of democracy and equality and the loss of citizenship status. What we have to explain the cycle of catastrophes we are living in nowadays is to undertake to get it how the political control behind catastrophes is worked out. Capitalism has overseen to weave an administration of catastrophes in an awfully brief time and on a worldwide scale. The cost of the left’s failure to become a realistic alternative in the political field has been the normalization of this administration of catastrophe through political control. Nowadays, when we conversation approximately catastrophes, we are talking about a global phenomenon that directly affects us all and does not exclude any of us. Instead of a political quest and struggle to challenge and change this, there seems to be a stronger tendency to try to regulate catastrophes. In this study, I consider catastrophe as the result of a political inclination that’s not constrained to ecological destruction and crisis but incorporates much more than that. I contend that catastrophe is political, that it may be an appearance of power struggles in political relations, in which the corruption in our design of the world manifests itself within the phenomenon of catastrophe.
Keywords: Disaster, state, catastrophe, ecology, capitalism, politics.
Girdiği mülakatta kendisini elemek üzere orada bulunan kişilerin sorduğu abuk sabuk sorulara cevap vermek zorunda kalmakla Marmara Denizi’ndeki müsilaj ya da yaşadıkları yerdeki doğal habitatın yok olması nedeniyle açlıkla mücadele etmekle haftada altı gün ve en az 60 saat çalışmasına rağmen yoksulluktan kurtulamamak ya da ülkesindeki bir afet ya da felaket nedeniyle kaçıp sığındığı ülkede öldürülmekle ya da oradan da sürülmekle suyun ve toprağın kirlenmesi arasında anlamlı bir ilişki var. Bütün bunlara ek olarak demokrasi ve eşitlik fikrinin gerilemesi ve yurttaşlık statüsünün yitirilmeye başlanması arasında güçlü bir bağ var. Bugün içinde yaşadığımız felaket döngüsünü açıklamak için ihtiyacımız olan şey felaketlerin arkasındaki politik gücün nasıl kullanıldığını anlamaya çalışmaktır. Kapitalizm çok kısa süre içinde ve küresel ölçekte bir felaketler rejimi örmeyi başardı. Solun politik alanda gerçekçi bir alternatif haline gelememiş olmasının bedeli, bu felaket rejiminin politik gücü arkasına alarak olağanlaşması oldu. Bugün felaketlerden bahsettiğimizde hepimizi doğrudan etkileyen ve hiçbirimizi dışarda bırakmayan küresel bir olgudan söz ediyoruz. Buna itiraz eden ve değiştirmeyi hedefleyen bir politik arayışın ve mücadelenin yerine felaketleri düzenlemeye çalışan bir eğilimin daha güçlü olduğu görülüyor. Bu çalışmada felaketi ekolojik yıkımla ve krizle sınırlı olmayan, bundan çok daha fazlasını içeren bir politik eğilimin sonucu olarak değerlendiriyorum. Felaketin politik olduğunu, politik ilişkilerdeki güç mücadelelerinin bir göstereni olduğunu ve dünyaya ilişkin tasarımımızdaki yozlaşmanın kendini felaket olgusunda gösterdiğini öne sürüyorum.
Anahtar sözcükler: Afet, devlet, felaket, ekoloji, kapitalizm, siyaset.
The space of catastrophe narrative
SEMA ASLAN
The article approaches disaster narratives in literature through selected examples,
focusing on the fragility of the rigidity created in the fictional text. The literary critic
Elaine Scarry argues that the oral arts in particular are based on “imitative perception”
and while explaining the working principles of this perception, she examines
how rigidity is constructed in the reader’s imagination. Accordingly, rigidity
constitutes the vertical ground of the text, allowing the reader to walk in space,
to move forward without falling “inside.” This article explores the idea that solidity
is fragile in disaster narratives and reflects on the meaning of contact with this
fragility.
Keywords: Literature and catastrophe, catastrophe narratives, space, place, spatial relations, palimpsestic reading, memory.
Yazı, edebiyatta felaket anlatılarına seçili örnekler üzerinden yaklaşırken, kurmaca metinde yaratılan katılığın kırılganlığına odaklanıyor. Edebiyat eleştirmeni Elaine Scarry, bilhassa sözlü sanatların “taklit algılama”ya dayandığını belirtir ve bu algılamanın çalışma prensiplerini açıklarken okurun imgeleminde katılığın nasıl inşa edildiğini inceler. Buna göre katılık, metnin dikey zemini oluşturarak okurun uzam içinde yürümesine, “içeri” düşmeden ilerlemesine imkân tanır. Bu yazı, felaket anlatılarında katılığın kırılgan olduğu fikrini işliyor ve bu kırılganlıkla temasın anlamı üzerine düşünüyor.
Anahtar sözcükler: Edebiyat ve felaket, felaket anlatıları, uzam, mekân, mekânsal ilişkiler, palimpsestik okuma, hafıza.
Science fiction’s responsibility to hope in an era of disaster narratives
KARUN ÇEKEM
Throughout history, science fiction has been a genre that expresses our hopes and anxieties towards the future, oscillating between utopia and dystopia. However, since the 1980s, radical utopian alternatives have gradually lost their credibility as utopian discourse has been appropriated by neoliberal capitalism, giving way to dystopian narratives dominating science fiction. Contemporary narratives of disasters, particularly within the climate-fiction genre, not only rely on pessimistic assumptions about human nature but also present disaster as an inevitable outcome. In this study, I aim to demonstrate that such narratives, despite appearing to embrace a critical stance, carry the risks of reproducing the status quo and dragging their audience to fear, cynicism, and nihilism. Subsequently, I will argue that in an era where dystopian discourse has taken over popular culture, science fiction carries the responsibility to mobilize our ethical-political imagination in the opposite direction, to envision radical alternatives to the status quo, to reject being trapped in fear, and to demonstrate the courage to hope. Finally, I will examine Kim Stanley Robinson’s 2020 novel, The Ministry for the Future, as an exemplar of a science fiction text that assumes the responsibility of cultivating hope in the era of disaster-narratives that we live in.
Keywords: Science fiction, disaster, utopia, dystopia, capitalist realism, hope, Kim Stanley Robinson.
Tarih boyunca bilimkurgu, geleceğe yönelik umutlarımızı ve kaygılarımızı ifade eden, ütopya ile distopya arasında salınan bir tür olagelmiştir. Ne var ki 1980 sonrasında ütopyacı söylemin neoliberal kapitalizm tarafından temellük edilmesine bağlı olarak radikal ütopyacı alternatifler giderek inandırıcılığını yitirmiştir. Böylelikle distopyacı anlatılar bilimkurguya egemen hale gelmiştir. Günümüzde özellikle de iklim-kurgu türünde karşımıza çıkan felaket anlatıları hem insan doğasına ilişkin karamsar kabullere dayanmakta hem de felaketi kaçınılmaz bir son olarak sunmaktadır. Bu çalışmada bu gibi anlatıların görünüşte eleştirel bir tutuma sahip olmakla birlikte mevcut gerçekliği yeniden üretmek ve onları okuyanları/izleyenleri korkuya, sinizme ve nihilizme sürüklemek gibi riskler taşıdığını göstermeye çalışacağım. Daha sonra distopyacı söylemin popüler kültürü ele geçirdiği günümüzde bilimkurgunun etik-politik tahayyülümüzü aksi yönde harekete geçirme, mevcut olana radikal alternatifler düşleme, korkuya hapsolmayı reddetme ve umut etme cesaretini gösterme sorumluluğu taşıdığını öne süreceğim. Son olarak ise Kim Stanley Robinson’ın 2020 yılında yayımlanan The Ministry for the Future (Gelecek Bakanlığı) adlı romanını, içinde yaşadığımız felaket anlatıları çağında umut etme sorumluluğunu üstlenmiş bir bilimkurgu metni örneği olarak inceleyeceğim.
Anahtar sözcükler: Bilimkurgu, felaket, ütopya, distopya, kapitalist gerçekçilik, umut, Kim Stanley Robinson.
But will women still get pregnant?
NESLİHAN CANGÖZ
The female body, birth and reproduction issues have been the subjects that disaster narratives in general and utopia and dystopia literature in particular cannot ignore. How this issue is handled in feminist utopias and dystopias is discussed within the framework of Marge Piercy’s Woman on the Edge of Time, Ursula Le Guin’s The Left Hand of Darkness and Margaret Atwood’s The Handmaid’s Tale. As an example of science fiction, especially Prometheus, Alien 3, Alien: Resurrection were selected from the movie series Alien, and the relationship between new reproductive technologies and old motherhood myths was questioned.
Keywords: Woman’s body, childbirth, procreation, feminist utopia/dystopia, Marge Piercy, Ursula Le Guin, Margaret Atwood.
Kadın bedeni, doğum ve üreme meseleleri genel olarak felaket anlatılarının, özel olarak da ütopya, distopya yazının kayıtsız kalamadığı konular olagelmiştir. Bu meselenin feminist ütopya ve distopyalarda nasıl ele alındığı Marge Piercy’nin Zamanın Kıyısındaki Kadın, Ursula Le Guin’in Karanlığın Sol Eli ve Margaret Atwood’un Damızlık Kızın Öyküsü adlı eserleri çerçevesinde tartışılmıştır. Bilimkurgu örneği olarak ise Alien adlı film serisinden özellikle Prometheus, Alien 3, Alien: Resurrection seçilerek yeni üreme teknolojileri ile eski annelik mitlerinin ilişkisi sorgulanmıştır.
Anahtar sözcükler: Kadın bedeni, doğum, üreme, feminist ütopya/distopya, Marge Piercy, Ursula Le Guin, Margaret Atwood.
Disaster, sense, art: What resists disaster in art?
BURAK DELİER
This article discusses what resists disaster in art with Jean Améry’s accounts of his experiences in Nazi concentration camps and concepts taken from Gilles Deleuze’s thought. Améry says that art and thought, in the absence of societal structures that provide them the material and affectual resources, do not help to overcome the reality of the camp when they remain solely in the closed world of the subject. Art can indirectly resist the camp’s reality through a relational and social space. In the context of concentration camps, torture and natural events that turn into disasters, disaster can be defined as a strange non-separated space-time and a total loss of sense. In this sense, disaster abolishes the social ontology of art that operates through a separated space temporality embodied in galleries, pedestals and frames. If there is anything in art that resists disaster, this cannot be its corporal, material and social being. The concepts brought from Deleuze’s thought, such as “event”, “sense” and the temporal dimension of the event (Aion), give us an idea of what can resist disaster in art. This idea is explored through the infinitive in language, the art of mime, “wind harp” and the kite that Friday builts from the body remains of the dead goat Andoar in Michel Tournier’s novel Friday, or The Other Island. Art’s resistance to disaster cannot be measured by its survival in the corporal world but by its ability to distill events from the corporal realizations and to produce senses.
Keywords: Disaster, concentration camps, event, sense, Jean Améry, art of mime, Friday.
Bu yazıda sanatta felakete direnen şeyin ne olduğu Jean Améry’nin Nazi toplama kamplarındaki deneyimleri ve Gilles Deleuze’ün düşüncesinden alınan kavramlarla tartışılmıştır. Améry, sanat ve düşüncenin, onlara maddi ve duygulanımsal kaynakları sağlayan toplumsal yapıların yokluğunda, kendine kapatılmış öznenin dünyasında kaldıklarında kamp gerçekliğini aşmaya yaramadıklarını söyler. Sanat, kamp gerçekliğine doğrudan değil ancak belirli bir ilişkisel ve toplumsal uzam dolayımı ile direnebilmektedir. Kamp gerçekliği, işkence ve deprem gibi felakete dönüşen doğal afetler bağlamında, felaket ayrımsız bir uzam-zamansallık ve bütünlüklü bir anlam kaybı olarak tanımlanabilir. Bu anlamda felaket; galeri, çerçeve ya da kaidelerde somutlaşan ve hayattan ayrı bir uzam-zamansallık üzerinden işleyen sanatın toplumsal ontolojisini ortadan kaldırır. Eğer sanatta felakete direnen bir şey varsa bu onun maddi, cisimsel ve toplumsal varlığı olamayacaktır. Deleuze’ün felsefesinden getirilen “olay”, “anlam” gibi kavramlar ve olayın zamansal boyutu (Aion) bize sanatta neyin felakete direnebileceği yönünde bir fikir verir. Bu fikir dilde mastar, mim sanatı ve Michel Tournier’nin Cuma ya da Pasifik Arafı romanında Cuma’nın ölen teke Andoar’ın beden kalıntılarıyla gerçekleştirdiği “rüzgâr arpı” ve uçurtma üzerinden açıklanır. Sanat, cisimsel dünyada daha uzun var kalarak değil, cisimsel gerçekleşmelerinden olayları damıtabildiği ve anlamları üretebildiği ölçüde felakete direnebilecektir.
Anahtar sözcükler: Felaket, toplama kampı, olay, anlam, Jean Améry, mim sanatı, Cuma.
A state of alienation: Marveling at family disasters
ZÜLAL ŞAHİN
It can be said that the most striking theme of daytime talk shows these days is “searching for the missing”. In these programs, one person is usually the center of attention, and all family secrets are revealed under the pretext of various events. Family disasters such as murder, rape, abuse, incest, violence, infidelity, forbidden relationships, marriage fraud, kidnapping and running away from home are presented to the audience as a material to watch. The aim of this study is to open up for discussion the fact that families who have not yet been reflected in the media, but who have experienced or are candidates to experience similar events, while trying to cover up and ignore the potential disasters within themselves by considering them as private, are very curious and interested in the tabloid family disasters that have been broadcasted in the media. The family examples presented to the audience in these programs are exhibited as the most extreme examples in society. Viewers follow these examples with great curiosity and consistency, judge the victims and perpetrators, and choose sides. Within the scope of this study, the disasters experienced by the institution of the family through the examples of the Palu family, Gümüşel family, Hülya and Vedat Ö., which remained on the agenda for a long time and became widespread through different communication channels outside the program, are discussed by making use of the concepts of critical social theory.
Keywords: Family institution, family disaster, protection of family, alienation, daytime programs.
Bugünlerde gündüz kuşağı programlarının en dikkat çekici temasının “kayıp aranıyor” olduğu söylenebilir. Bu programlarda genellikle bir kişi merkeze alınır ve bütün aile sırları çeşitli olaylar bahane edilerek ortaya dökülür. Cinayet, tecavüz, istismar, ensest, şiddet, aldatma, yasak ilişki, evlilikle dolandırılma, kaçırılma ve evden kaçma gibi aile faciaları seyirlik bir malzeme olarak izleyiciye sunulur. Bu çalışmanın amacı henüz medyaya yansımamış ama benzer olayları yaşayan ya da yaşamaya aday olan ailelerin kendi içlerindeki potansiyel faciaları mahrem kabul edip örtmeye ve yok saymaya çalışırken, medyaya dökülen magazinsel aile facialarını büyük bir merak ve ilgi duymalarını tartışmaya açmaktır. Bu programlarda izleyiciye sunulan aile örnekleri toplumda en uç örnekler olarak sergilenmektedir. İzleyiciler büyük bir merak ve istikrarla bu örnekleri takip eder, mağdur ve fail olan kişileri yargılar ve tarafını seçer. Bu çalışma kapsamında uzun süre gündemde kalan, programın dışında farklı iletişim kanallarıyla da yaygınlaşan Palu ailesi, Gümüşel ailesi, Hülya ve Vedat Ö. örnekleri üzerinden aile kurumunun yaşadığı felaketler eleştirel sosyal teori kavramlarından yararlanarak tartışılmaktadır.
Anahtar sözcükler: Aile kurumu, ailenin felaketi, ailenin korunması, yabancılaşma, gündüz kuşağı programları.
Responsible citizens, acceptable neighborhoods: Techno-political moral discourse in official disaster communication campaigns in Turkey
FEYZA AKINERDEM - ELİF BABÜL
This article examines how public service announcements prepared by the Disaster and Emergency Management Presidency (AFAD) in Turkey depict and represent the responsibility of ideal citizenship in the context of disaster preparedness and dangers. In contrast to governance literature that views risk as unpredictable, the official discourse in Turkey portrays danger as an impending inevitability. In our study, we use the literature of political and media anthropology as theoretical frameworks and argue that vulnerable individuals are depicted as responsible citizens living within neighborhoods. In these public service announcements, the neighborhood where citizens coexist is portrayed as the place where collective moral duty is learned, experienced, and shared in the face of dangers that threaten this harmony.
Keywords: Disaster, migration, public service announcement, neighborhood, citizenship, responsibility.
Bu makale, Türkiye’de Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD) tarafından hazırlanan kamu spotlarının ideal vatandaşlığın afet ve tehlikelere hazır olma sorumluluğu çerçevesinde tarif ve temsil eden tekno-politik söylemi ele almaktadır. Riski öngörülemez olarak gören yönetimsellik literatürünün aksine, Türkiye’deki resmî söylem tehlikeyi kaçınılmaz olarak yaklaşmakta olan bir zorluk olarak tasvir eder. Politika ve medya antropolojisi literatürünü teorik çerçeve olarak kullandığımız çalışmada, afet karşısında kırılgan olan bireylerin mahalle içinde yaşayan sorumlu vatandaşlar olarak tasvir edildiğini öne sürüyoruz. Kamu spotlarında vatandaşların uyum içinde yaşadığı mahalle, bu uyumu riske atan tehlikeler karşısında kolektif ahlâki görevin öğrenildiği, yaşandığı ve paylaşıldığı yerdir.
Anahtar sözcükler: Afet, göç, kamu spotu, mahalle, vatandaşlık, sorumluluk.
Indirect witnessing in the face of catastrophes: Prosthetic memory construction through memory activism
BENGİ BEZİRGAN-TANIŞ
Collective memory presents areas of struggle that defy the dark legacies and objectionable pasts that states avoid confrontation and reckoning with. In this regard, memory plays a central role in the dissemination of human-induced disasters faced by social groups positioned as others by governments. This article discusses how individuals without direct experience or witness to past disasters can become indirect witnesses through the concept of prosthetic memory, which refers to mediated memory transfer. Furthermore, it explores how memory activism, based on the premise that memory can detach from actual experience and witness, expands the boundaries of indirect witnessing. Memory activism serves as a counterforce to official state narratives and practices of memory erasure, highlighting both the political responsibilities imposed on individuals transformed into indirect witnesses and their potential complicity in crimes. To examine this phenomenon, the Truth, Justice, and Memory Center in Turkey is chosen as an example of memory activism. The article focuses on the construction of the realm of indirect witnessing through prosthetic memory through this case.
Keywords: Prosthetic memory, indirect witnessing, human rights violations, memory activism, Center of Truth, Justice, and Memory.
Toplumsal bellek, devletlerin yüzleşmekten ve hesaplaşmaktan kaçındıkları sakıncalı geçmişleri ile karanlık miraslarına meydan okuyan mücadele alanları sunmaktadır. Bu açıdan bellek, özellikle devletlerin ötekileri olarak konumlanan toplumsal grupların karşı karşıya kaldıkları insan kaynaklı felaketlerin kamuoyuna aktarımında merkezî bir rol oynamaktadır. Makalede, geçmişteki felaketlere ilişkin doğrudan deneyimi veya tanıklığı olmayan bireylerin aracılı bellek aktarımı olarak tanımlanan protez bellek yoluyla nasıl dolaylı tanıklar haline gelebileceği tartışılmaktadır. Bu bağlamda, belleğin gerçek deneyimden ve tanıklıktan kopabileceği önkabulüyle hafıza aktivizminin dolaylı tanıklığın sınırlarını genişletebilme yolları ele alınmaktadır. İhtilaflı geçmişlere yönelik devletlerin resmî hafızasızlaştırma söylemlerine ve uygulamalarına karşıt bir alan olarak hafıza aktivizmi, dolaylı tanık haline getirdiği bireylere hem bir siyasi yükümlülük vermekte hem de suç ortaklığının ihtimallerini hatırlatmaktadır. Bunu inceleyebilmek için Türkiye’deki bir hafıza aktivizmi örneği olarak Hakikat, Adalet ve Hafıza Merkezi seçilmiştir. Makale, bu örnek üzerinden dolaylı tanıklı alanının protez bellek inşasıyla beraber nasıl kurulduğuna odaklanmaktadır.
Anahtar sözcükler: Protez bellek, dolaylı tanıklık, insan hakları ihlalleri, hafıza aktivizmi, Hakikat, Adalet ve Hafıza Merkezi.
Climate law regime and IPCC reports from an ecofeminist perspective: Sustainable development, hegemonic binaries and climate science
GÜLER CANSU AĞÖREN - NESLİHAN ÖZKERİM GÜNER
This study includes a historical examination of climate change law regime and IPCC reports and an ecofeminist evaluation of the acquired results. For this firstly ecofeminist theories and principles were discussed, secondly the historical developments in climate change law and IPCC reports were investigated, thirdly and lastly an ecofeminist discussion of AR6, which is the last IPCC report, was offered. Throughout this discussion AR6’s approach to sustainable development, hierarchical modern dichotomies, and climate science was analyzed from an ecofeminist perspective. We came to the conclusion that the developing gender sensitive policies that reduce gender to women are insufficient to answer ecofeminist concerns.
Keywords: IPCC, climate change, ecofeminism, sustainable development.
Bu çalışma iklim hukuku rejiminin ve IPCC raporlarının tarihsel bir incelemesini ve elde edilen incelemenin ekofeminist bir perspektifle değerlendirilmesini içermektedir. Bunun için ilk olarak ekofeminist kuram ve ilkeler tartışılmış, ikinci olarak iklim hukuku rejimindeki ve IPCC raporlarındaki tarihsel gelişmeler incelenmiş, üçüncü ve son olarak da en son IPCC raporu olan AR6 özelinde ekofeminist bir tartışma sunulmuştur. Bu tartışmada AR6’nın sürdürülebilir kalkınmaya, hiyerarşik modern ikiliklere ve iklim bilime ilişkin yaklaşımı ekofeminist bir mercekten çözümlenmiştir. Sonuç olarak, cinsiyeti kadına indirgeyen bir cinsiyet duyarlı bakış açısıyla üretilmeye çalışılan politikaların ekofeminist kaygıları yanıtlamak için yetersiz kaldığı tespit edilmiştir.
Anahtar sözcükler: IPCC, iklim değişikliği, ekofeminizm, sürdürülebilir kalkınma.
An ecological analysis of Locke and Smith’s political ideas
ÖMÜR BİRLER
There are many researches that establish a link between ecological theory and history of political though to grasp the historical origins of today’s environmental crisis and the catastrophes it causes. These researches could be categorized under two main domains. While the first domain consists of studies enriching the field of ecological theory through their inspiration of the key figures of history of political thought, the second is composed of the school of environmental political theory which interprets history of political ideas by locating environmental problems as the central issue. Although both approaches’ contributions to the existing literature are immense, they both suffer in explaining the relationship between the environmental crisis and political thought due to the inherit methodological problems they harbor. This study, thus, proposes an alternative framework and aims to construct an understanding of relationship between the environmental crisis and political thought through the perspective of an ecological history of political thought. According to this perspective, ecology is directly related with the two fundamental concepts of modern political thought: freedom and affluence. The study focuses on the political ideas of two crucial figures of the early modernity, John Locke and Adam Smith, and analyzes both the contradictory relationship between freedom and affluence and the role of ecology in this relationship.
Keywords: Ecological theory, history of political thought, John Locke, Adam Smith.
Günümüz çevre krizi ve yol açtığı felaketlerin tarihsel kökenlerini anlamak için ekolojik kuram ve siyasal düşünceler tarihi arasında bağ kuran birçok araştırma mevcuttur. Bu araştırmalar iki ayrı sınıfta kategorize edilebilir. Bunlardan ilkini ekolojik kuramı siyasal düşünceler tarihinin başat figürlerinden esinlenerek zenginleştiren çalışmalar oluştururken, ikincisini siyasal düşünceler tarihini çevre sorunlarını merkeze alarak yorumlayan çevresel siyasal kuram akımı teşkil etmektedir. Her iki yaklaşım da var olan yazına oldukça değerli katkılar sunmakla birlikte barındırdıkları içkin yöntemsel sorunlar sebebiyle çevre krizi ve siyasal düşünce arasındaki ilişkiyi açıklamakta sınırlı kalmaktadırlar. Bu çalışma alternatif bir çerçeve önermekte ve söz konusu ilişkiyi siyasal düşüncenin ekolojik tarihî bakış açısından kurmayı amaçlamaktadır. Bu bakış açısına göre ekoloji, modern siyasal düşüncenin iki temel kavramı olan özgürlük ve refah ile doğrudan bağlantılıdır. Çalışma, bahsi geçen bağı ortaya koymak için erken modernitenin iki önemli düşünürü olan John Locke ve Adam Smith’in siyasal kuramlarını mercek altına almakta ve hem özgürlük ve refah arasındaki ilişkinin çelişkisini hem de ekolojinin bu çelişkili ilişkide oynadığı rolü irdelemektedir.
Anahtar sözcükler: Ekolojik kuram, siyasal düşünceler tarihi, John Locke, Adam Smith.