Bu sayıda...

 

“Felaket: Tanık Olmanın Sorumluluğu” dosyasında yer alan yazılar yaşadığımız yüzyılın içinde büyüyen felaketi ve onun etkilerini anlamayı, açıklamayı ve tartışmayı hedefleyen tanıklıklardan oluşuyor. 6 Şubat depremlerinden neredeyse iki yıl önce planladığımız bu dosya dünyada yaşanan felaketleri bir istisna olarak değil, içinde yaşadığımız dönemdeki güç ilişkilerinin bir sonucu olarak değerlendirmemizin bir sonucuydu. Bu sayıyı planlarken küresel pandemi olarak yaşadığımız Covid 19 felaketi henüz yeni yeni gücünü yitiriyordu. Kapanmaları atlattık mı, ölüm oranları yeniden yükselecek mi, sosyal hayat yeniden eskisi gibi yürüyebilecek mi gibi birçok soru belirsizliğini koruyordu. Sayının editör yazısını kaleme alırken şu an dahi pandemi tamamen bitti mi bilmiyoruz. İklim değişikliğinin, ekokırım ve kent suçlarının sonuçlarını günlük hayatımızda gözlemlemek de yeryüzü felaketlerinin bitimsiz ve sürekli olduğunu açıkça gözler önüne seriyor. Meksika Körfezi’ndeki petrol sızıntısını, Fukuşima’daki nükleer sızıntı izliyor, ormansızlaşma ve doğal kaynakların madencilik rantı uğruna talanına her gün yeni bir adres ekleniyor. Bir felaket bitmeden diğeri başlıyor diye tarif edilen felaket olgusundan başka bir şey karşımızdaki. Yaşadığımız yüzyılın felaketleri ekolojik yıkımla ya da geçen yüzyıldaki dünya savaşları ve küresel ekonomik krizlerle sınırlı değil.

Hobsbawm 20. yüzyılın tarihini yazarken Birinci Dünya Savaşı’nın başından İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna uzanan dönemi “Felaket Çağı” olarak adlandırır. Milyonların ölümüne yol açan savaşlar, soykırımlar ve faşizm döneminden devraldığı birçok fenalığı bu yüzyıl, daha karmaşık, daha katmanlı ve kimi durumlarda ise geri döndürülemez biçimde devam ettiriyor. Günümüzün felaketleri önceki çağın felaketlerini içererek aşan ve süregiden soykırımlardan, feminicide’a (kadınkırımı ya da kadın katliamı), küresel göç hareketlerinden aile ve din gibi sosyal kurumlardaki krize, küresel salgınlardan sağ popülizm ve anomik bireyciliğe, vekalet savaşlarından küresel terörizme kadar neredeyse her konuda kendini gösteriyor ve insan olmaktan kaynaklanan ortaklığımızı kuşatıyor. Türkiye gibi bir felaketler ülkesinde yaşamanın herkesi felaketlere maruz bıraktığı ve bir diğerinin felaketine tanık olmaya zorladığı yerde felaket üzerine düşünmenin anlamını tartışıyorduk ki 6 Şubat depremleri oldu ve ardından yaşananlar, felaket üzerine düşünmenin sınırlarını akıl almaz bir yere çekti.

Bir kez daha gördük ki insanlığa ilişkin umudun azaldığı, gelecekle ilgili öngörülerin karamsarlaştığı, daha iyi bir dünya inancının aşındığı bir dönemde yaşayanlar olarak tanık olduğumuz felaketler, bizi daha iyi bir dünyanın olanaklarını düşünmek, bundan daha iyisini yapmak için harekete geçirmiyor, kolektif iradeyi oluşturmuyor. Ancak buna teslim olmak yerine, bunun neden olduğu korku ve karamsarlığın karşısına umudun ve iradenin neden ve nasıl ortaya çıkacağını düşünmek zorundayız. Bu dosyadaki yazılar biraz da bu arayışın ürünü. Toplum ve Bilim’in bu dosyası, yaşadığımız felaket çağını çeşitli yönlerden ele alarak içinde bulunduğumuz gerçekliğin ne olduğunu, nereye doğru uzandığını, hangi alanlarda ve ne tür araçlarla kendini gösterdiğini ve gizlediğini tartışıyor.

Bu sayının ilk yazısında Oğuz Işık Türkiye’deki kentleşme sürecinin güvensiz kentleri ve buna bağlı olarak güvensiz yurttaşları ortaya çıkarttığını, kentlerin toplumsal sözleşmelerin temelini oluşturduğunu ve bu sözleşmenin en önemli maddelerinden birinin güvenli kentlerde yaşamak olduğunu vurguluyor. Türkiye’deki kentleşmenin tarihsel gelişiminin ele alındığı makalede kentleşme sürecinin giderek büyük fiyaskoların yaşandığı bir süreç haline dönüşmesinin nedenlerini inceliyor. Işık’a göre özellikle 1980’lerde kentsel mutabakatın yıkılmasıyla kentlerin ayrıştırıcı ve gerilimleri arttırıcı mekânlar haline gelmesi ve 1999 depremi sonrasında AKP iktidarlarıyla birlikte başlayan büyük bir inşaat faaliyeti, kentlerin güvensiz, pahalı, çevre kalitesi düşük hale gelmesine neden oldu, toplumun değerler sistemini zayıflattı. Yakın bir zamanda 6 Şubat depremleri ardından yaşanan can kayıpları ve ihmalleri, milyonlarca insanın kendi mezarlarına dönüşecek konutlarda beklemekten başka çare bulamadığı “beklenen” büyük İstanbul depremini, konut anarşisi karşısında astronomik kira artışları ve kentlerin dokusunu, tarihini, kültürünü yitirip sokaksızlaştığı bir dönemde Işık, kentlerde yaşanan sorunların toplumun tümünü etkilediğini ve kentlerde adaleti sağlamak için kent hukukunun yeniden inşa edilmesi gerektiğini savunur.

Dosyanın ikinci yazısı Zeynep Savaşçın’ın felaketlerin insan düşüncesine, toplumsal düzene ve sorumluluğa nasıl etki edebileceğini tartışan bir makale. Savaşçın, on sekizinci yüzyıldaki büyük düşünsel kopuşu başlatan 1755 Lizbon Depremi’nin ardından filozofların felaket, teodise ve toplum üzerine düşüncelerini nasıl etkilediğini değerlendirerek felaketin kökenini ve insanın bu tür olaylara nasıl tepki vermesi gerektiğine ilişkin o dönemdeki tartışmayı ele alıyor. Ardından felaketi bir olay olarak değil, tarihsel bir kesinti ve kriz olarak ele alarak felaket sonrası dönemin, toplumsal düzenin yeniden inşası için bir fırsat olduğunu, felaketin toplumsallaşma fırsatını içerdiğini öne sürüyor. Yazara göre buradaki temel kavram sorumluluk, çünkü felakete maruz kalan topluluklar geçmişle yüzleşmek ve geleceği şekillendirmek için sorumluluk taşımaktadırlar.

Dosyanın bir sonraki yazısı Polat S. Alpman’ın felaketler ile politika arasında kurduğu içsel ilişkiyi ele alıyor. Makalede modern devletlerin ve küresel sermaye sınıfının afetleri ve felaketleri uygarlığın olağan haline dönüştürdüğü öne sürülüyor. Yazara göre içinde bulunduğumuz dönemde nepotizm ve müsilaj arasında ya da deprem ve işsizlik arasında güçlü bir ilişki vardır ve bu, bireyi anomikleştiren egemen ideolojinin gücüyle de doğru orantılıdır.

Sema Aslan ise edebiyattaki felaket anlatılarından seçtiği bazı çarpıcı örneklerle felaket anlatılarında katılığın kırılgan olduğunu öne sürüyor. Makale felaket anlatılarındaki mekânın nasıl kullanıldığına, tarif edildiğine, hissedildiğine odaklanarak, yazarın ya da kahramanın coğrafyayla, mimariyle, mekânın kültürel izleriyle ilişkilerini ele alıyor. Bu ilişkileri Aslan katılık ve kırılganlık ekseninde bölerek değerlendiriyor. Böylece okurun metindeki mekândan, örneğin çölden, tepeden, ormandan ya da evden ve hatta bedenden, sezdiği katılık ile yazarın zihnindeki mekânın imgelemi arasında her zaman paralellik bulunmayabilir. Aslan’a göre felaket anlatılarında yazar yarattığı karakterler ve okurlarıyla, anlatı içerisindeki mekânı katılıkla değil, felaketin neden olduğu bir boşluk ya da eksiklik ile ele almaktadır.

Felaketin bilimkurgu edebiyatı içinde ele alınma biçimlerini değerlendiren Karun Çekem, distopya türünün popüler hale geldiği çağda, bilimkurgunun sorumluluğunu tartışıyor. Çekem, bilimkurgunun tarihsel olarak ütopya ve distopya arasındaki salınımını ele alarak distopyanın içinde barındırdığı değişim ya da değiştirme potansiyelini, manipülasyon gücünü ve kötücül insan tasavvurunu değerlendirerek distopyacı korkunun yerine bir sorumluluk olarak umut etmeyi teklif eden Bloch’tan hareketle umudun değiştirici gücünü bilimkurguya yansıtır. Yazara göre bilimkurgu mevcut gerçekliğin yadırganmasını ve çeşitli alternatifler sunarak daha iyinin umudunu yaratabilir ve dünyanın değiştirilmesine katkıda bulunabilir.

Neslihan Cangöz’ün makalesi genel olarak felaket anlatısı, özel olarak da distopyalarda kadın bedeni ve üremesi üzerindeki ataerkil denetimin korunduğu kurguların anlamını feminist perspektiften tartışıyor. Cangöz bilimkurgu eserlerindeki kadın bedeninin, üreme süreçlerinin ve cinsiyet rollerinin nasıl tasvir edildiğini ve ele alındığını inceliyor, felaket anlatısının kadın bedeninin, üreme haklarının ve cinsiyet rollerinin düşünülme biçimlerini değerlendiriyor. Bilimkurgudaki felaket durumlarında kadınların yaşadığı zorluklar ve bu durumun cinsiyet ilişkilerine yansıma biçimi ile üreme ve toplumsal cinsiyet rollerinin felaket sonrası dünyalarda tasvir edilme biçimini tartışan makale, herhangi bir felaketin -kurguda bile olsa kadınlar için daha katmerli hale geldiğini öne sürüyor.

Burak Delier Améry, Deleuze ve Tournier’in izlerini birleştirerek sanatın felakete nasıl direndiğini ve felaketin sanat üzerindeki etkilerini tartışıyor. Yazara göre sanat ve felaket arasındaki karmaşık ilişki, sanatın felakete verebilmesi muhtemel yanıtlarını da belirliyor. Sanatın felakete karşı direnme yeteneği, cisimsel olmayan ve kronolojik sınırlardan bağımsız bir kalıcılığı içerir. Delier’e göre felaketin sonrasında, felaket zamanın bu aşamasında yaşanıp bittikten sonra bile felaketzedelerin kapatamadıkları hesap başka bir zaman boyutunda yankılanmaya devam eder. Felaket esnasında ortadan kaybolan sanat ise felaket sonrasında başımıza ne geldiğini anlamlandırabilmemiz için geri döner.

Zülal Şahin aile kurumunun içerisinde gezinen felaketi gündüz kuşağı programları üzerinden değerlendiriyor. Şahin’e göre ailenin, kendi üyelerini yönetmeye yönelik bir stratejiyi takip eden bir kurum olarak sahip olduğu içsel dinamiklerinin yanı sıra, egemen ideolojiye dayalı olarak da kendini dayatmasını kolaylaştıran şey aile sırlarıdır. Aile içinde yaşanan felaketlerin sıklıkla dışarıdan gizlenmeye çalışıldığı ve ailenin kendi içindeki değerleri ve kurumsal yapısını korumak için çaba sarf etmek aile olmanın ilk kuralıdır. Yazara göre medya aracılığıyla aile sırlarının magazinleşmesi ve ailelerin seyirlik malzeme haline gelmesi, aile içerisindeki felaketi görünür hale getirmekten daha çok, aileyi felaketi olağanlaştıran bir kurum olarak korunmaya devam eden bir kurum haline dönüştürür.

Feyza Akınerdem ve Elif Babül Türkiye’deki afet ve tehlikelere hazır olma sorumluluğunun nasıl tanımlandığını ve temsil edildiğini mahalle özelinde tartışıyor. Türkiye Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD) tarafından hazırlanan iletişim materyali üzerinden gerçekleştirilen iletişim kampanyalarında sosyal sorunları ve afetlerle mücadeleyi ahlâkileştirmeye yönelik stratejiyi ele alan çalışmada devletin, bürokrasinin ya da yetkililerin afetleri kaçınılmaz olarak gördüğünü ve vatandaşlara bu zorluklara hazırlıklı olma sorumluluğu yüklediğini vurguluyor. Yazarlara göre kamu spotlarının vatandaşları sorumluluğa çağırmasına rağmen, vatandaşlar gerçek yaşamda bu kadar ciddi felaketlerle mücadele edecek kadar güçlü olmadıkları için AFAD’ın iletişim materyalleri gerçek yaşamla uyuşmuyor. Bunun en açık örneği ise Şubat 2023 depremleri sırasında AFAD’ın iletişim materyalleri ile gerçek yaşam arasındaki farkta görülüyor.

Toplumsal belleğin insan hakları ihlalleri ve adaletsizlikler gibi geçmişteki insan kaynaklı felaketlerle nasıl ilişkilendirildiğini protez bellek kavramı etrafında ele alan Bengi Bezirgan-Tanış, bu felaketleri birebir deneyimlememiş ancak bu trajedilere ilişkin bilgilere ve farkındalığa sahip olan dolaylı tanıkların, felaketlere ya da trajedilere dair bir hafıza oluşturabilmelerinin sonuçlarından biri olan hafıza aktivizmine odaklanıyor. Yazara göre toplumsal hafızanın geçmişteki insan hakları ihlallerinin ve adaletsizliklerin hatırlanmasında bir rol oynayabilmesi ve hesap verilebilirliğin sağlanabilmesi için gerekli olan hafıza aktivizmi, cezasızlıkları görünür kılma konusunda önemlidir. Yazar özellikle Türkiye’deki insan kaynaklı felaketler karşısında kayıtsızlığın üstesinden gelinmesi, geçmişteki felaketlerin hatırlanması ve adaletin sağlanması için protez bellek oluşturmanın ve hafıza aktivizminin gerekli olduğunu öne sürüyor.

Dosyadaki bir diğer çalışmada Güler Cansu Ağören ve Neslihan Özkerim Güner IPCC raporlarını ekofeminist perspektiften eleştiriyorlar. İklim değişikliğinin, ekolojik krizin kadınlar, çocuklar, yerinden edilmiş kişiler ve toplumsal tahakküm ilişkileri üzerindeki etkilerini tartışan makale, iklim değişikliği ile mücadelenin ekofeminist yaklaşımla ele alınmasının sağlayacağı katkıları gündeme getiriyor. Makalede IPCC tarafından yayımlanan AR6 adlı inceleme raporu analiz ediliyor ve bu raporun ekofeminist perspektifle incelendiğinde birçok kaygıyı gideremediği öne sürülüyor. Yazarlar buradan hareketle iklim değişikliği ile mücadelede ekofeminist perspektifin iklim hukuku ve politikalarının gelişimine doğrudan katkı sağlayabileceğini iddia ediyor.

Ömür Birler ise ekoloji krizi ile siyaset teorisi arasındaki ilişkiyi incelediği çalışmasında siyasi düşüncenin tarihini ekoloji sorunlarına odaklanarak ve bu sorunlara yönelik çözüm önerileri geliştirip ele alarak ekolojik düşünce ile siyasi düşüncenin tarihini birlikte değerlendirmek gerektiğini öne sürüyor. Siyasi düşüncenin tarihinde doğanın ve çevrenin önemli bir rol oynadığı önermesinden hareket eden çalışmada doğa, toplumların organize edilme formunu ve en iyi yaşamın nasıl oluşturabileceğini belirleyen asıl etken olarak ele alınır. Birler’e göre ekoloji ve siyasi düşünce arasındaki ilişkiyi anlamak günümüz ekoloji krizine yönelik çözüm önerileri geliştirmeye katkıda bulunacağı gibi ekolojinin siyasal özgürlük ve refah kavramlarını nasıl yeniden tanımlayabileceğimiz konusunda önemli bir başlangıç noktasıdır.

POLAT ALPMAN - EYLEM ÜMİT