Bu sayıda...

Toplum ve Bilim’in uzun tarihinde sporla ilgili tek tük yazılar yayımladığımız olmuştu fakat ilk kez spor konulu bir dosya yapıyoruz. Sporun sosyal teorinin ilgi alanına girmesi, aşağı yukarı 1980’lere kadar geri gidiyor. Öncesinde, sadece akademinin değil, genel olarak entelektüel ilginin dışında veya kıyısındaydı. 1980’lerde, spor, özellikle futbol, sosyal bilimlerin iştigal sahasına girdi; hatta yine aşağı yukarı 1990’lardan itibaren, müstakil bir araştırma alanı haline geldi. Bu büyük ölçüde sporun antropoloji ve sosyoloji içinde kendine yer bulmasıyla mümkün oldu. Bu ilgiyi sayının içeriğinde de izlemek mümkün.

Bu değişimin sebeplerinden biri herhalde, egemen ideolojinin yeniden üretiminde veya rıza üretiminde eğlence ve medya endüstrisinin kilit işlev kazandığı bir “çağa” girilmesidir. Spor, yine özellikle futbol, o endüstrinin lokomotif sektörlerinden biri olarak temayüz eder. Fakat “geç kapitalizmin” dönüşümlerinin etkisinden bağımsız olarak, sporun, siyasal ve toplumsal gerçekliği ve beşerî-antropolojik fenomenleri çözümlemek için bize yeni bir mercek kutusu sunduğunun fark edildiğini eklememiz gerekir. Gelişen spor incelemelerinin branşları, bu olanak hakkında fikir verir. Önem sırasına koymadan sıralayalım... Toplumsal cinsiyet rollerinin yeniden üretiminde, bazen de o rollere meydan okunmasında spor güçlü bir jeneratördür. Ulusal kimlik imgeleri, milli mitolojiler, spor ortamında kol gezer, yeniden üretilir ve icat edilirler. Bazı futbol kulüplerinin tarihçelerine, hikâyelerine bakarak, sınıf kültürleri ve etno-kültürel kimlik oluşumları hakkında fikir edinebiliriz. Yine özellikle futboldaki taraftar incelemeleri, bu fikri derinleştirdiği gibi, hem siyasal ve gündelik ideolojik şekillenmelerin dinamiğini, hem cemaat oluşumlarının dinamiğini analiz etmeyi sağlayan numuneler sunar. Bastırılan duyguların –yine bir rejim içerisinde, “düzenlenmiş” olarak!– “kontrolden çıkmasına” alan açan spor deneyimi, psikanaliz incelemeleri için bereketlidir – erotik ve oto-erotik heyecanlar, başlı başına bir “kalem”dir. Bir ülkenin sporla ya da spor endüstrisiyle ilişkisini okumak, o ülkenin geçirdiği tarihsel dönüşümlerle ilgili pekâlâ fikir verir yahut bu dönüşümleri tarihselleştirmeye dahi yarar. Bu bir tam liste değil; sadece spor alanının sosyal teoriye sunduğu olanaklara dair bir hatırlatma.

***

Selim Rumi Civralı’nın “Atletik fenomen” başlıklı yazısı, bu dosyanın ikinci bir sunuş/editoryal yazısı mahiyetindedir. Sosyal bilimlerde spor literatürünün gelişimini disiplinler arası bir bakışla tarayan Civralı, bunu düz bir kronolojiyle değil, mekân, imaj ve kimlik kavramları etrafında gezerek yapıyor. Deneme tadıyla okunacak bir yazıdır.

Civralı bu sayıya ayrıca tarihsel bir vaka incelemesiyle katkıda bulundu. 1936 Berlin Olimpiyatları’nı konu alan bu yazıya sadece “tarihsel vaka incelemesi” demek eksik kalır. “Cüretkârca antik ve anti-modern” diye tanımladığı bu olimpiyat organizasyonunu Civralı, olimpiyat fikriyatı ile faşizm arasında çarpıcı paralellikler kurarak nasyonal sosyalizmin mitolojisinin, estetiğinin, insan görüşünün bir aynası olarak inceliyor.

Futbolun dosyamızın içinde kalınca bir klasör oluşturması şaşırtıcı olmasa gerek. Futbol, malûm, dünyada da, Türkiye’de de sporun en yaygın izlenen, en popüler ve endüstriyel gücü yüksek “sektörü”. Tam da endüstriyel veçheyi, Özgür Dirim Özkan bu sayımızın çıktığı günlerde Katar’da başlayacak olan futbol dünya kupası örneğinde teşhir ediyor. Özkan aynı zamanda, futbolun bir “yumuşak güç” aleti olarak Katar rejimi tarafından nasıl kullanıldığını göstererek, sporun devlet siyaseti ve uluslararası politika işlevine dair bir analiz örneği sunuyor. Özgehan Şenyuva, Asuman Göksel ve Can Irgalı’nın Avrupa Birliği kimliğinin ve “kamusunun” oluşumunda futbolun rolünü inceleyen çalışmaları da aynı vasıfta bir analiz örneğidir. Aynı zamanda, bir Avrupa piyasasının düzenlenmesiyle ilgili çatışma ve müzakerelerin analizi...

Gülmelek Doğanay’ın çalışması, spor ve futbolla ilgili sosyal bilim çalışmalarında verimli bir alt dal olan taraftar araştırmalarının başarılı bir örneği. Trabzonspor taraftar profilini çıkarmaya dönük saha çalışmasına dayanan makalesinde Doğanay taraftarlığın kent kimliğiyle, aidiyet ve grup oluşturma dinamiğiyle, performatif deneyimiyle yanıyla ilgili cephelerini irdelerken, taraftarlığın modern futbol endüstrisi içindeki yerini de sorguluyor. Bunu yaparken, kadın taraftarları da inceleme sahasına alarak Trabzonspor gibi bir kulübün taraftarlık kültürüne bakışına toplumsal cinsiyet boyutunu da dahil ediyor.

Sporun toplumsal cinsiyet açısından analizine odaklanan iki makale, dosyamızın içinde küçük bir klasör oluşturuyor. Safter Elmas, “eşiktekiler” diye tanımladığı “çaylak” sporcuların, yani sporcu adaylarının spordaki baskın eril kültürün eleme mekanizmalarıyla nasıl baş ettiklerine –veya edemediklerine– bakıyor. Taciz, aşağılama ve istismarın, homososyal spor düzenindeki yapısallığına mercek tutuyor. İlknur Hacısoftaoğlu “Kadın pehlivanlar” başlıklı yazısında, “erkek sporu” olarak kodlanagelmiş güreşte kadınların deneyimlerini anlamaya çalışıyor. Bu çalışma aynı zamanda “kadınlıkla” ilgili kalıp yargıların sağlam bir sorgulaması olduğu kadar, “kadınlık” için sıra dışı bir sporu pratik etmenin güreşçi kadınları ne şekilde güçlendirdiğine ilişkin bir vurgu da taşıyor. Hacısoftaoğlu’nun yazısını bitirirken dile getirdiği “Sporda kadınlara dair söz ve eylem üretirken bir keder korosunun parçası olmaktan kaçınmak gerek,” uyarısı boşuna değil; o, güreşçi kadınların var olma mücadelesini tam da mağduriyet anlatısına direnmenin bir örneği olarak okuyor.

Pınar Öztürk’ün kadın futbolunun gelişimiyle ilgili yazısı da bir ucundan toplumsal cinsiyet sorunsalına değiyor; zira futbolun genç kadınların geleneksel kadınlık rollerinden kurtulmak için bir kapı işlevi gördüğüne işaret ediyor. Fakat bu çalışmanın odağı, göçmen kimliği ve gerçekliğidir. Öztürk, göçmen kadın futbolcuların milli kimlik ve Almanlık-Türklük aidiyetleri arasındaki gerilimlerine odaklanıyor. Bu yazı, futbolun toplumsal cinsiyet, kimlik ve aidiyet eksenlerinde nasıl bir müzakere zemini teşkil ettiğinin bir anlatımı olarak da okunabilir.

Kerim Akbaş ve Canan Koca’nın boksla ilgili incelemesini güdüleyen soru, sporun sınıf kültürleriyle ve sınıf oluşumlarıyla ilişkisidir. Akbaş ve Koca makalelerinde, geleneksel olarak işçi sınıfı sporu karakterini taşıyan boksun, orta-üst sınıfların habitusuna nasıl dahil olduğunu anlamaya çalışıyorlar. Sınıfsal ayrımın, amatör-profesyonel ayrımıyla da büyük ölçüde kesiştiğini görüyoruz.

Son yıllarda Türkiye Voleybol Federasyonu “Biz voleybol ülkesiyiz” sloganını kullanıyor. Gerçekten de, özellikle kadınlarda voleybol, olağanüstü popülerleşti ve uluslararası düzeyde görece başarılı olunan bir dal. Aytuğ Şaşmaz, bu yükselişin “sırrını” arıyor. Seküler nüfusun “bir şeye tutunma ihtiyacı”, sosyal medya etkisi ve yine toplumsal cinsiyet boyutuna dikkat çekiyor ve geleceğe dair kestirimlerde bulunuyor. Şaşmaz’ınkinin yanı sıra “Değini” bölümümüzde Aydan Çelik’in katkısı yer aldı. Çelik, dünyanın en fazla çeken spor organizasyonlarından olan Fransa Bisiklet Turu üzerinden bisiklet sporunun gelişme hikâyesine ve ekonomi-politiğine doğru pedal basıyor.

***

Bu dolgun dosyanın, ihmal ettiğimiz bir alanla ilgili bir “açık kapatma” sayısı olduğunu da söyleyebiliriz. Spor çalışmalarına önümüzdeki sayılarda da yer vermeyi umuyoruz.

TANIL BORA - GÖZE ORHON