Bu sayıda

Latin Amerika siyasetine dair güncel ve teorik tartışmalar, içinde bulunduğumuz tarihsel momenti anlamak ve kavramsallaştırmak için önemli bir fırsat sunuyor. Özellikle de 1990’ların sonunda yükselen bir sol dalgayı anlatan “pembe dalga”nın ardından Latin Amerika Solunun inişli çıkışlı süreçleri, sahip olduğu potansiyel ve içerdiği sınırlılıklarla, demokratikleşme-otoriterleşme, popülizm, kurumsallaşma/anayasa, toplumsal hareketlerin özerkliği gibi daha teorik tartışmalara yön veriyor.

Bir yandan Brezilya’da Jair Bolsonaro’nun iktidara gelmesi ve Evanjeliklerin etkisiyle toplumun ve siyasetin hızla muhafazakârlaşması, Venezuela’da Maduro hükümetinin giderek otoriterleşmesi ve Küba’da devrim karşıtı toplumsal hareketlerin gelişmesi solun açmazlarını, sağın yükselişini, otoriterleşme eğilimlerini ortaya koyan örnekler olurken, diğer yandan Meksika’da Andrés Manuel López Obrador, Peru’da Pedro Castillo, Şili’de Gabriel Boric ve son olarak Kolombiya’da Gustavo Petro’nun zaferleri, “sola dönüş” sürecinin etkisini kaybetmediğini ve toplumsal muhalefet aktörlerinin neoliberalizm karşıtı mücadeleye devam ettiğini gösteriyor.

Bu sayının amacı, Latin Amerika’da yaşanan güncel gelişmelerin sunduğu örnek olaylar ışığında, politik ekonomi, otoriterleşme, popülizm, sol, demokrasi, toplumsal hareketler, din-siyaset ilişkisi, yerel siyaset ve anayasa yapımı gibi temel sosyal-siyasal alanlar çerçevesinde, sosyal bilimlerin temel kavramlarını ve kuramsal yaklaşımlarını tartışarak Latin Amerika üzerine gelişen Türkçe literatüre ampirik, teorik ve yöntemsel katkı sunmaktır.

Bu çerçevede dosyanın ilk makalesi, üzerinde belki en çok konuşulan ama akademik- teorik düzeyde en az yazılan Küba üzerine. Ertan Erol, Küba’da pek fazla örneğine rastlanamayan toplumsal muhalefet pratiklerinden biri olan ve 1994 yılındaki Maleconazo eylemlerinden bu yana en büyük rejim karşıtı hareket olma özelliğine sahip 11 Temmuz 2021 olaylarını (11J) inceliyor. Makale, 11 Temmuz olayla4 rının ülkenin ekonomik olarak son otuz yıldır içinde bulunduğu en zor dönemde gerçekleştiğine dikkat çekiyor ve öncelikle Küba’daki sosyoekonomik değişimi inceliyor. Erol’un makalesi, 1959 Devrimi sonrasında Küba ekonomisinin geçirdiği yapısal dönüşümleri ve karşılaştığı temel sorunları irdelemesi ve halihazırda süregelen ekonomik krizin muhtemel sonuçlarını ortaya koyması açısından önem taşıyor.

Politik ekonomi eksenli ikinci makalede Serdal Bahçe, Meksika ve Türkiye’nin kapitalist gelişmelerinin temel niteliklerini karşılaştırarak iki ülkedeki sürecin ne ölçüde farklılaşıp ne ölçüde benzeştiğini hem tarihsel hem kuramsal bir sorun olarak ele alıyor. Bahçe, 19. yüzyılın ikinci çeyreğinden başlayan tarihsel süreçte iki ülkenin kapitalist gelişimlerinde önce farklılıklar daha baskınken 1980’lerden itibaren benzerliklerin daha baskın hale geldiğini, hatta son dönemde iki ülkenin neredeyse tek bir hikâyeyi paylaşır hale geldiğini öne sürüyor. Bahçe’ye göre, küresel kapitalizmin ulusal sermaye birikim momentlerinin otonomilerini yok ettiği yakın zamanda Meksika ve Türkiye gibi yoksul ve geri kalmış ülkeler, benzer patikalarda yol almaya başlamıştır. Bahçe’nin makalesi, toplumsal formasyonların içsel dinamiklerinin ne ölçüde dünya kapitalizminin etkilerinden özerkleşebildiğine ya da ne ölçüde kapitalizmin yapısal dönüşümleri tarafından belirlediğine bakıyor.

Dosyanın üçüncü makalesinde Aylin Topal, Weber’e dayanan Batı-merkezli otoriterlik tartışmalarının kavramsal sınırlılıklarını ve yöntemsel açmazlarını Latin Amerika bağlamında gösteriyor. Topal, modernleşme teorilerine içkin olan Doğu- Batı, devlet-ekonomi ve devlet-toplum gibi ikiliklerin, otoriterlik tartışmasını tarihsel ve yapısal bir bağlama yerleştirmeden özcü bir totolojiye hapsettiğini ileri sürüyor. Bu yaklaşıma göre, “kerameti kendinden menkul olan” otoriter devlet, Latin Amerika’ya dair her türlü siyasal ve ekonomik gelişmeyi açıklayan başlıca unsurdur. Küresel politik ekonominin dinamiklerini dikkate almayan böylesi bir perspektif, Avrupa merkezli tarihsel gelişme anlayışına dayanan Doğu despotluğu-Batı liberalizmi ikiliğini yeniden üretir. Bu doğrultuda, 1950’lerden itibaren Latin Amerika’da öne çıkan otoriterleşme tartışmalarının ana hatlarını çizen makale, Türkiye bağlamında da tartışılan demokratik kayma/gerileme (democratic backsliding) ve rekabetçi otoriterlik (compatitive authoritarianism) gibi güncel kavramların tarihsel gelişimini göstermesi açısından da önem taşıyor.

Özge Kemahlıoğlu ve Şeyma Koç, demokratik gerilemeye karşı yerel yönetimlerin yeniden demokratikleşmeye etkisi olup olamayacağını sorguluyor. Son dönemde rekabetçi otoriter rejimlerden ya da liberal olmayan demokrasilerden çıkış için bir imkân olup olmadığı tartışılan yerel yönetimler konusuna Latin Amerika’dan bakıyor. Makaleleri, karşılaştırmalı bir perspektiften Meksika, Şili ve Venezuela örneklerine dayanarak, yerel hükümet kurumlarının ve yerel siyasetin, seçim rekabetini, farklı grupların siyasi temsilini, hükümetlerin denetlenmesini ve toplumsal taleplere yönelik duyarlılığı artırıp artırmadığını göstermeyi amaçlıyor.

Latin Amerika’yı popülizmle düşünmek, Latin Amerika’da popülizmin izini sürmek Latin Amerika çalışmalarının olmazsa olmazıdır. Kâzım Ateş’in makalesi, popülizmin izini Peru tarihinde sürüyor. Ancak bunu yaparken, hatta esas olarak, Peru’nun sağladığı örnekler üzerinden kavramsal düzeyde popülizmi (yeniden) tanımlamaya çalışıyor. Ateş’e göre Peru, eleştirel bir popülizm tartışması için çok kritik ampirik örnekleri görme ve bu örnekler üzerinden popülizm teorisi üzerine yeniden düşünme imkânı sağlıyor. Bu amaçla Ateş, Peru’da neredeyse 20. yüzyılın başlarından itibaren belirli “popülist kopuş” momentlerinde (1930’lar, 1990’lar ve son olarak 2021 seçimi) görülen popülizm pratiklerini ve bu pratiklerin nasıl kavramsallaştırıldığını eleştirel bir okumayla aktararak, nasıl kavramsallaştırılması gerektiğine dair bir çerçeve sunmaya çalışıyor. Genel olarak popülizm çalışmalarının aksine, Fujimorismo’nun artık popülizm olarak değil, bugünün Peru’sunun yerleşik kurumsal yapısı olarak okunması gerektiğini öneriyor.

Esra Akgemci’nin makalesi, her ne kadar “Brezilya’nın Trump’ı” olarak anılsa da hızlı otoriterleşme eğilimiyle daha çok “Brezilya’nın Fujimori’si” olmaya aday olan Jair Bolsonaro’nun yükselişini din-siyaset ilişkisi temelinde açıklıyor. Makale, Brezilya’da yoksulluk ve baskı koşullarında Kurtuluş Teolojisi’nin filizlendiği 1960’lardan Pentekostalizm’in etkisinin hızla yükseldiği günümüze kadarki süreçte, kilisenin siyasetteki rolünü inceliyor. Kurtuluş Teolojisi, nasıl yoksullara çözüm sunmak için Katolik öğreti içinde dinî taban cemaatlerinde kök saldıysa, Protestanlığın Evanjelik kanadı içinde güçlü bir akım olarak ortaya çıkan neo-Pentekostalizm de Tanrı’nın iman edenlere maddi nimetler bağışlayacağı inancına dayanan bir “refah teolojisi”ni temel almaktadır. Makalede neo-Pentekostalizm, Bolsonaro’nun otoriter popülist stratejilerini güçlendiren önemli bir unsur olarak ele alınıyor ve lider-fetişizmine dayanan Mesih inancının otoriterleşme eğilimini nasıl pekiştirdiği
gösteriliyor.

Otoriterleşme, demokratikleşme ve popülizm tartışmalarına farklı boyutlarıyla değinen makalelerin ardından, dosyamız “Latin Amerika Solu”nu mercek altında alıyor. Öncelikle Celal Oral Özdemir, Venezuela ve Bolivya örneklerinde demokrasi deneyimlerini inceliyor. Makale, Latin Amerika’da 21. yüzyılda “sol dalganın” ortaya çıkışında demokratik hak taleplerinin karşılanması, adil ekonomik bölüşüm ve ideolojik dönüşüm hedeflerinin kurucu rolüne işaret ediyor. Özdemir, Venezuela’da Chávez ve Maduro iktidarlarının, Bolivya’da ise Morales ve Arce iktidarlarının bu üç temel alanda izledikleri politikaları inceleyerek bu süreçte liderlerin rolünü ve liderliği kısıtlayan yasal ve toplumsal unsurların ülke demokrasilerine etkilerini
tartışıyor.

Mert Arslanalp ise Latin Amerika’da solun ortaya çıkış ve gelişim süreçlerini toplumsal hareketlerle etkileşimi açısından inceliyor. Arslanalp, makalesinde Latin Amerika solunun toplumsal hareketlerle farklı etkileşim örüntülerini Büyük Buhran sonrası, 1980’lerin demokratik geçiş dönemi ve neoliberal dönüşüm sonrası olmak üzere üç önemli tarihsel dönemeçte inceliyor. Arjantin, Bolivya, Brezilya ve Ekvador’dan güncel ve tarihsel örnekleri ele alan makale, dört ana örüntü belirliyor: hareketlerin partilerin oluşum süreçlerindeki rolü, partilerle hareketlerin özerk re6 kabet ve işbirliği ilişkileri ve hareketlerin partiler tarafından içerilerek sönümlenmesi. Bu süreçleri incelerken makale parti-toplumsal hareket ilişkisine dair kuramsal literatüre de katkı sunuyor.

Oya Yeğen, Latin Amerika’daki toplumsal hareketlerin en büyük kazanımlarından biri olan Şili’nin anayasa yazma sürecini inceliyor. Makalede, 2019’da yaşanan kitlesel protestoların ardından darbe döneminde yazılmış anayasanın değiştirilmesi ve yeni bir demokratik anayasanın yazılması için tabandan gelen talebin tarihsel boyutu da ele alınıyor. Yeğen, protestoların ardından bu talebin gerçekleşmesi için hangi yöntemlerin izlendiğini irdeleyerek Şili’de devam eden anayasa yapım sürecini katılımcılık, kapsayıcılık ve müzakerecilik kriterlerine göre değerlendiriyor. Yeğen’in makalesi, istikrarlı ve konsolide demokrasilerde demokratik yöntemlerle anayasa yapımı konusunda Şili’den çıkarılması gereken derslere ışık tutması açısından önem taşıyor.

Dosyamız ayrıca Serdar Şengül’ün Uruguaylı yazar Mario Benedetti’nin Edebiyat ve Devrim: Latin Amerika Üzerine Denemeler adlı kitabı üzerine bir kitap eleştirisine yer veriyor.
KÂZIM ATEŞ - ESRA AKGEMCİ