Zenginlik: "Zengin" bir araştırma gündemi, "yoksul" bir literatür

Zenginler, senden benden farklıdır.

Evet, onların parası var.

 

F. Scott Fitzgerald ile Ernest Hemingway arasında geçen bu meşhur diyalog, modern-kapitalist çağdaki zenginlik tarzının ayırdedici özelliğini ortaya koyar: Para! Zenginliğin, “altun”la, toprakla, malla-mülkle değil, esas olarak parayla ölçülüyor olması... Georg Simmel, Paranın Felsefesi’nde, kapitalizmin “doğal ekonomi”yi geriletmesinden beri, bütün zenginlikleri elde etmenin aracı olarak paranın, zenginliğin yegâne hedefi haline gelerek ve bizzat amaçlaştığını yazar. Marx, malûm, bu ‘kendi başına amaçlaşma’yı, bütün şeyleşmelerin, bütün fetişlerin anası olarak tasvir etmişti...

Yine Georg Simmel, Birinci Dünya Savaşı’nın göbeğinde, 1915 Martı’nda yazdığı bir makalede (“Geld und Nahrung”/“Para ve Gıda”), zenginlik “durumunun” karşı karşıya kaldığı bir çelişkiye dikkat çeker. O sıralarda, gıda maddelerinde başgösteren kıtlık nedeniyle, zenginlerin ucuz gıda maddelerine yönelmeyip pahalı ürünleri tercih etmelerini telkin eden tamimler yayımlanmaktadır. Zira zenginlerin ucuz gıda maddelerini satın almaları durumunda bunların tükenme ve yoksullara kalmama riski vardır. Oysa zenginler kendi güçlerinin yettiği, yoksulların ise yanına yanaşamayacağı pahalı gıda ürünlerine yönelerek, kıt ucuz gıdaların onlara kalmasını sağlayabilirler. Pek çok çelişki saklıdır burada. Simmel, şu noktayı vurgular: “Şimdiye dek yoksullar, zenginlere, kitlesel tüketim temeli olmasaydı yapamayacakları kadar ucuz yaşama olanağını sağlamışlardı [temel tüketim maddelerinin yoksulların alabileceği düzeyde ucuz tutulması sayesinde– T.B.]; şimdiyse öyle bir ân gelip çatmıştır ki, zenginlik kendisini, münhasıran yoksulluğun feragat etmek zorunda bulunduğu şeyi istemekle gösterebilir.”

Biz buna, zenginlerin, zenginliklerini “göstermelerinin”, lükse sarfetmelerinin, hayır işlemiş sayılmaları anlamına gelişindeki çelişkiyi ekleyebiliriz. Ki bütün büyük dinler ve kadim ahlâk sistemleri, zenginliğin “gösterilmesini” kınamışlardı! Biz buna ayrıca, çok daha basit bir düzeyde, zenginlerin, bütün ‘diğer’ insanların “rızkını” rehin tutmaya muktedir olmaları vakıâsını da ekleyebiliriz. Ki başka bütün gözlemleri talîleştiren bu temel çelişkiyi, bu insanlık ayıbını görmek için, Birinci Dünya Savaşı yıllarının kıtlık günleri gibi özel zamanlara bakmaya, Simmel’e müracaat etmeye de gerek yok...

Bu değinmeler, modern-kapitalist çağda zenginlik olgusunun, kapitalizmin, sınıflı toplumun ve burjuvazinin ekonomi-politik analiziyle tüketilemeyecek cepheleri olduğuna da işaret ediyor. Zenginlerin farkı, Fitzgerald-Hemingway diyaloğunda söylendiği gibi, son kertede “paralarının olması”nda düğümleniyor ama başka kerteler yok değil: sözgelimi zenginliğin imtiyazını ‘taşıma’ biçimleri, para-dışı servet kaynaklarından zenginlik statüsü türetme biçimleri, toplumsal analiz açısından geniş pencereler açar.

 

Türkiye’de zenginliğin kültürel ve siyasal formasyonu

 

Türkiye’deki kapitalist modernliğin veya Osmanlı-Türk modernleşmesinin toplumsal tarihini bir “travmatoloji” ekseninde okumak mümkün. Bu sürecin Türkiye toplumunda açtığı ve kapanmayan bir “yara”dan söz edilebilirse, gelişen modern toplumsal-sınıfsal ayrımlar ve hiyerarşilerin, belirli sermaye birikim stratejileri ve bunlarla iç içe işleyen ilk-el birikim mantığının, Marx’ın deyişiyle “doğum belgesi olmayan sermaye”nin veya “türedi zenginliğin” bu yaranın –tek değilse de– aslî müsebbiplerinden birini oluşturduğunu da söyleyebiliriz. Nitekim, yukarıda değindiğimiz lüks, gösterişçi tüketim ve zenginliğin gösterilmesi Şerif Mardin’in “Tanzimat’tan Sonra Aşırı Batılılaşma” (Türk Modernleşmesi, İletişim 2001: 21-79) makalesinde tartıştığı üzere, bu sürecin başlarından itibaren “popülist” tepkilere neden olmuştur. Bugün de hâlâ Türkiye toplumunda hâkim olan “zenginlik” ve “burjuvazi” tahayyülü, edinilen servetlerin “vurguncu” veya “gayrımeşru” kaynakları ile ve gösterişçi tüketim, israf veya zenginlik temaşası ile meşgul büyük ölçüde. Özellikle büyük burjuvazinin “hayırseverlik” ve “sosyal sorumluluk” ile olan meşguliyetini de bu imgeye karşı bir meşrulaştırma arayışı olarak görebiliriz. Bu bakıma, Türkiye’de toplumsal sınıfları hiçbir toplumsal bağlamda tam bir şekilde varolmayan veya “zenginlik” ve “yoksulluk” gibi “yerinden edilmiş” veya “üstbelirlenmiş” bir halde varolan ilişkiler olarak, Türkiye toplumunun tam sembolleştirilemeyen veya anlatısallaştırılamayan “reel”i olarak düşünmemiz gerekiyor belki de.

Günümüz Türkiyesi’nin toplumsal topografyasının çizilmesi açısından “zenginler”, “üst sınıflar” veya “burjuvazi”nin toplumsal ilişkiler içindeki konumlarını nasıl anlamlandırdıkları, kendilerine ve başka kesimlere dair ne gibi imgelere sahip oldukları, ne türden siyasal ve kültürel dillerle konuştukları ve mevcut siyasal söylemlerle ve devletle nasıl bir ilişki kurduklarının incelenmesi büyük bir önem taşıyor. Zenginliğin kültürel ve siyasal formasyonları, yani politik-ideolojik söylemler, milli, etnik ve dinsel kimlikler, toplumsal köken, kuşak, toplumsal cinsiyet, mekân vb. ile eklemlenme biçimleri, zenginliği temellendiren “sermaye” türlerinin zenginlik kültürüne etkileri, zenginlerin tahayyül dünyaları ve kendilerini meşrulaştırma biçimleri vs.; kuşkusuz kapitalizmin ve burjuvazinin özgül tarihsel analizi bakımından da önemli.

Türkiye toplumunun son birkaç onyılda yaşadığı dönüşüm, içiçe geçen karmaşık dinamikleri, kerteleri, güç ilişkilerini içeriyor. Bu süreç, basitçe ekonomiye (neoliberal ortodoksiye, ekonomik krizlere vs.) veya Kemalizmin otoriter restorasyonuna indirgenemeyecek; bunlara eşlik eden hatta bunları üstbelirleyen kimi politik-ideolojik ve kültürel süreçleri de kapsayan bir özellik taşıyor. Toplumun yaşadığı kabuk değiştirme sürecinin hızı ve çarpıcılığı, tarihsel biçimlerinden öğeler taşımakla birlikte, onlardan oldukça farklı ve yeni biçimler de alan, yeniden kurulan ve eklemlenen, karmaşık şekillerde keskinleşen toplumsal-sınıfsal-kültürel hiyerarşiler ve ayrımlarda kendini gösteriyor. Toplumsal-kültürel dönüşümlerin basit bir kopuş veya ikame şeklinde yaşanmadığı ve çelişkili bir şekilde –vurgusuzlaştırma, yer değiştirme, talileştirme veya merkezileştirmeyi de içererek– gerçekleştiği düşünüldüğünde, eskinin ölmekte olan öğeleri ile yeni doğan öğeler arasındaki karmaşık eklemlenmenin aldığı somut biçimlerin incelenmesi gerekiyor. Bu açıdan, zenginliğin toplumsal ve kültürel tarihteki anlamlandırılma ve yaşantılanma biçimleri ile bugün aldığı biçimler arasında yapılacak bir karşılaştırma öğretici olabilir. Tarihsel olarak Hint-Avrupa uygarlığının sınıf-zümre modeline pek de uymayan bir yapıdan, toplumsal-sınıfsal ayrımların diğer toplumsal aidiyetlerle karmaşık bir üstbelirlenim ilişkisine girdiği bir yapıya; devlet eliyle yetiştirilen, siyasal ve kültürel yönden de devlete ve Cumhuriyet elitlerine tâbi olan bir burjuvaziden, –TÜSİAD örneğinde olduğu üzere– kendi siyasetini üretmeye girişen ve –çeşitli kültürel faaliyetlerin sponsorluğu gibi yollarla– kendini bir “yüksek kültür”le tanımlamaya çalışan burjuvaziye; Osmanlı toplumunun görece ayrışmamış mahallesinin bir bileşeni olan zenginlikten, etrafıyla tüm teması kesilmiş, lüks konaklarda yaşanan zenginliğe geçişin çelişkili ve karmaşık dinamiklerinin saptanması gerekiyor. Bu çerçevede, zenginlerin Türkiye toplumunun yaşadığı siyasal ve kültürel süreçler içinde ‘tuttukları’ toplumsal hiyerarşiler, iktidar ilişkileri karşısında aldıkları konumlar, oluşturdukları “yüksek-kültürel” gelenekler (kendini ayırma stratejileri vb.), “öteki”lere dair temsilleri, “eski” ve “yeni zenginler” arasındaki ilişkiler/gerilimler, “iktisadî sermaye” ile “kültürel-sembolik sermaye” arasındaki bağ(sızlık)lar; Türk-Kürt-Müslüman-gayrımüslim-İstanbullu-Anadolulu-eski-yeni aidiyetlerinin zenginlerin global kapitalizm, devlet aygıtlarının konumu, resmî söylem, sivil toplum ve demokrasi hakkındaki tasavvurlarında oynadığı roller, ayrıntılı olarak çözümlenmeyi bekliyor.

Lâkin Türkiye’de zenginlik ve burjuvazi ile ilgili literatür son derece sınırlı. Mevcut çalışmalar ise büyük ölçüde zenginliğin ekonomisiyle ilgilenen veya ekonomi politik bir perspektiften sermayenin yapısını, burjuvazinin siyasal ve örgütsel temsilini, devlet ve işadamları ilişkisini ele alan çalışmalar. Bu bakımdan, Ayşe Buğra, Korkut Boratav, Mustafa Sönmez gibi araştırmacıların yaptığı öncü çalışmaların değeri inkâr edilemez. Ancak zenginlik aynı zamanda kültürel bir formasyona da sahiptir ve zenginlik çözümlemesinin zenginlerin kültürel pratiklerini belirleyen kodları ve siyasal tercihlerinin ardındaki zihniyeti de içermesi gerekir. Rıfat Bali’nin büyük ölçüde gazete-dergi taramasına dayanan Tarz-ı Hayat’tan Life Style’a başlıklı çalışması (İletişim 2002) –başka şeylerin yanı sıra– bu açıdan ciddi ipuçları sunuyor. Bununla birlikte, konunun bugüne kadar sistematik bir şekilde ve etnografik verilere de dayanarak işlendiği söylenemez. Oysa Türkiye’de zenginlik ve burjuvazinin bugünkü kültürel ve siyasal kodlarının serimlenmesi, toplumsal konumların nasıl oluştuğunun ve dönüştüğünün, toplumsal güçlerin –parti siyasetinin ötesinde– nasıl kümeleştiğinin ve Türkiye toplumunun ufkunun nasıl şekillendiğinin anlaşılması açısından elzem görünüyor.

 

Temalar, sorular

 

Bu bağlamda çeşitli temalar tespit etmek mümkün: Zenginliğin kültürel formasyonu (zenginlik kültürü/kültürleri) ve zenginlerin kültürel pratiklerinin Türkiye’deki kültürel alan içindeki konumları, zenginliğin milliyetçilikle ve “millilik”le olası eklemlenme ve eklemsizleşme biçimleri, “İslâmi burjuvazi” diye nitelenen kesimin zenginlik ve dinsellik algıları, Kürt, Alevi ve gayrımüslim zenginlerin zenginlik kültürü ve siyaseti içindeki özgül konumları, zenginliğin yaşanış biçiminde toplumsal cinsiyetin ve özellikle de kadınlığın rolü ve zenginlerin toplumsal mekânla ve kendi yaşadıkları mekânlarla ilişki kurma biçimleri. Bu çerçevede, birbiriyle içiçe düşünülmesi gereken birtakım kümeler etrafında, uzun bir soru listesi çıkarabiliriz:

Tarihsel olarak ve bugün Türkiye’de “zenginlik” ile “burjuvazi” ne ölçüde bir ve aynı şeylerdir? Ekonomik sermaye ile kültürel, siyasal ve sembolik sermaye arasında nasıl bir örtüşme veya mesafe vardır? Ekonomik sermaye ile diğerleri arasındaki geleneksel mesafe-açı ne ölçüde kapanmıştır? Türkiye toplumunun yaşadığı dönüşümlerin önemli bir bileşeni olan toplumsal ayrımlar ve hiyerarşiler nasıl bir toplumsal-kültürel topografya oluşturuyor? Zenginlerin bu topografyadaki konumlarını anlamlandırmak, meşrulaştırmak, doğallaştırmak için başvurdukları kültürel ve siyasal kodlar, referanslar, değerler nelerdir? Bunlar ne gibi çelişkiler, gerilimler, gelgitler içeriyor? Kendini diğerlerinden ayıran bir burjuva habitus’undan ne ölçüde ve nasıl söz edebiliriz? Zenginliğin içinden yaşandığı kültürel kodlar ile zenginlerin politik-ideolojik konumları arasında nasıl bir ilişki var? Belirli siyasal tercihler veya parti aidiyetlerinin ötesinde bir zenginlik siyasetinden, üst sınıflar arasında hegemonik olan bir zihniyetten söz edebilir miyiz?

Türkiye’de yüksek kültür ile zenginlik arasında nasıl bir ilişki vardır? Yüksek kültür oluşturma çabaları belirli bir kesime –sözgelimi “büyük burjuvaziye”– mi özgüdür, yoksa bir bütün olarak üst sınıfların böyle bir yönelimi olduğundan söz edebilir miyiz? Dahası, yüksek kültür ne ölçüde zenginlerin kültürüdür? Zenginler ne tür yüksek-kültürel gelenekler icat ediyorlar? Resim koleksiyonerliği, müzecilik, festivaller ve konserler gibi “kültürel ve sanatsal faaliyetler”in sponsorluğu, lüks tüketim, yeme içme, giyim kuşam gibi konulardaki zevk yargıları, eğlence tarzları, Osmanlı hanedanı ile temaslar vs. bu süreçte nasıl rol oynuyor? Zenginler yoksulları ve yoksulluğu nasıl anlamlandırıyor? “Hayırseverliğin” tarihsel anlamlarında kayda değer bir kaymadan söz edebilir miyiz? Farklı zenginlik konumları yoksulluk hakkındaki imajlar açısından ne ölçüde örtüşüyor veya ayrışıyor? Toplumsal-sınıfsal ayrımlar ve hiyerarşiler ne kadar doğal addediliyor veya içselleştirilmiş durumda? “Aşağıdakiler”e dair seçkinci, aşağılayıcı, fobik imgeler-anlatılar zenginlerin söylemlerinde nasıl bir yer buluyor? Bu açılardan, “İstanbul burjuvazisi” ile “Anadolu burjuvazisi” arasında, “eski” ile “yeni” zenginler arasında, “laik”, “milli”, “Kürt” ve İslâmi burjuvazi arasında ne gibi farklılıklar-benzerlikler vardır? Zenginlerin kendilerine dair imgeleri farklı zenginlik konumlarını kesen bir özellik gösteriyor mu? “Görünmez zenginlik”ten ne ölçüde ve nasıl söz edebiliriz ve kendini kamusallaştıran-alenileştiren zenginlikten nasıl ayrılıyor? Bizatihî zenginliğin görünürleşmesi hangi kültürel kodlarla gerçekleşiyor?

“Müslüman zenginler” diğer zenginlere göre kendilerini nasıl tanımlıyorlar? İslâmi bir seçkincilikten (zevk yargıları, estetik vs.) ve bunun zenginlikle örtüşmesinden ne ölçüde söz edebiliriz? “İslâmi burjuvazi” gündelik hayat pratikleri itibariyle diğer üst sınıf kesimlerinden nasıl ayrılıyor ve bunlarla nasıl bir zemini paylaşıyor? Girişte değindiğimiz lüks ve gösterişçi tüketim nasıl bir İslâmi söylemin içinden meşrulaştırılıyor veya ne ölçüde meşrulaştırılabiliyor? “Başörtüsü davası” ile İslâmi moda defileleri arasında veya yoksullara verilen iftar yemekleri veya yardımlar ile şaşaalı davetler ve düğünler arasında nasıl bir açı var? Zenginliğin dünyeviliği ile müslümanlığın uhreviyatı birbirine nasıl bağlanıyor? İslâmi burjuvazinin “diğer” müslümanlara ve bu arada yoksullara bakışının diğer zengin kesimlere göre ne gibi özgül yanları vardır? İslâmi burjuvazi kendi içinde hangi yerel (İstanbul, Anadolu vb.), tarikatla veya tüketim kalıplarıyla ilgili kodlarla ayrışıyor? MÜSİAD gibi İslâmi işadamı örgütleri hangi kültürel ve siyasal kodlarla TÜSİAD gibi örgütlerden ayrılıyor ve acaba ortak olarak paylaştıkları üst kodlar var mı? 28 Şubat sürecinde sermayenin farklı fraksiyonlarının rolü nedir? İslâmi söylemlerde zenginlik nasıl telâffuz ediliyor?

Zenginlerin kendilerine dair imgelerinde millilik ve milliyetçilik nasıl bir yer tutuyor? Zenginler, kendi zenginlikleri ile “milletin zenginliği” arasında nasıl bir bağ görüyor? Millet olgusunun tahayyülünde etnik, dinsel, etno-dinsel, cumhuriyetçi/“halkçı” unsurlar ne kadar yer tutuyor? Buna bağlı olarak, zenginliğin/servetin ve onun teşhirinin gayrımilli olarak görülen, öyle damgalanan biçimleri sözkonusu mudur? Gayrımüslimlerin servetlerine elkoymayla oluşan zenginliklerin “Ermeni Tehciri”nden 6/7 Eylül’e dek uzanan “hatırâsı” nasıl hatırlanıyor, daha doğrusu nasıl unutuluyor? Zenginlik kültüründe “milli” bir folklor ve “ruh”tan söz edebilir miyiz? Zenginliğin yaşanışı ve teşhiri veya bunların kısıtlanması ile ilgili, milli/milliyetçi mülahazalara bağlı değer ölçüleri var mı, bunlar ne derece etkili? Zenginliğin, kozmopolitliğe açıklık/yatkınlık anlamına geldiği doğrultusunda bir anlayış ya da “çağrışım” ve buna bağlı bir kaygı, çekinme veya tersine özenme sözkonusu mu? Zenginliğin bir milli gurur (ve milli yarışma) unsuru olarak algılanmasına ve yüceltilmesine rastlanıyor mu? Zengin olmak, bir “milli seçkinlik” konumu olarak algılanıyor mu? Zenginlik, servet sahipliği, milli menfaatle meşrulaştırılmaya çalışılıyor mu; ne derece ve nasıl? Global kapitalizmin aksiyomları ile “milli çıkarlar” birbirine nasıl tahvil ediliyor? Milliyetçi ideolojik söylemlerde, zenginlik olgusuyla ilgili yaklaşımlar nasıl? Milliyetçiliğin devlete atfettiği kutsallık ile sermayenin mantığı hangi biçimlerde birbiriyle eklemleniyor veya birbirini yerinden ediyor?

Zenginliğin kültürel ve siyasal formasyonunda etnik, mezhepsel ve yerel aidiyetlerin rolü nedir? Zenginliğin bu aidiyetleri aşan, tâbi konuma iten veya “folklorlaştıran” kodlarından söz edebilir miyiz? Kürt, Alevi veya “taşra” zenginleri kendi kültürel gelenekleri ile nasıl bir yeniden eklemleyici veya yerinden edici ilişki kuruyorlar? “Aşağıdakiler”e dair imgeleri diğer zenginlerden anlamlı biçimlerde farklılaşıyor mu? Alevi yoksulları veya göçe zorlanan yoksul Kürtler onların dünyasında nasıl bir yer işgal ediyor? Diğer zengin kesimlerden hangi kültürel ve siyasal kodlarla ayrışıyorlar ve kendilerini onlara göre nasıl tanımlıyorlar? İnceltilmiş zevklerin oluşturduğu “yüksek kültür” ile onun grotesk “ötekisi” olarak “paralı ayılar”ın, “magandalar”ın kentlileşememiş, “kaba saba” kültürü arasındaki hatta nerede duruyorlar? Siyasal zihniyetlerinde burjuvazinin farklı fraksiyonları, global sermaye, devlet ve sivil toplum ilişkisi hangi terimlerle anlamlandırılıyor?

Kadın-erkek ilişkilerindeki iktidarın kurulduğu araç ve stratejiler açısından zenginler bir özgüllük arz ediyor mu? Erkeklik ve kadınlığın tanımlanmasında yerleşik toplumsal kodlara göre bir sapma söz konusu mu? Zengin kadınlar evle nasıl bir ilişki kuruyor ve bu açıdan aralarında ne gibi farklar ortaya çıkıyor? Farklı kökenlere, konumlara sahip zengin kadınlar diğerleri hakkında ne düşünüyorlar? Muhafazakâr zenginlerin ikinci kuşak kadınları kendi kültürel geleneklerini yeniden mi üretiyor veya modernleşmeyi nasıl tecrübe ediyor? Kadın ve erkek zenginlerin diğer toplumsal kesimler, “aşağıdakiler” hakkındaki imgelerinde sistematik bir farklılık görülüyor mu? Kadınların zenginlikle ilişkilerinin erkekler üzerinden kurulduğu durumlarda cinsiyet ilişkileri ile toplumsal-sınıfsal konumlar arasında nasıl bir “rezonans” oluşuyor? Cinsellik nasıl düzenleniyor ve denetleniyor? Zengin kadın dergilerinin vazettiği cinsellik pratiği ne ölçüde geçerli? Yüksek kültürün oluşumunda kadınlar nasıl bir konuma sahip? Ekonomik ve kültürel sermaye ile kurulan ilişki açısından kadınlar erkeklerden ayrılıyor mu?

Türkiye toplumunun geçirdiği karmaşık toplumsal-mekânsal ayrışma ve kümeleşmelerde zengin mekânlarının konumu nedir? Zenginler genel olarak toplumsal mekânı ve özel olarak kendi mekânlarını nasıl tecrübe ediyorlar? Lüks konaklar, yalılar, villalar ve siteleriyle zenginliğin “konut politikası” Türkiye’nin toplumsal topografyasının şekillenmesinde nasıl bir rol üstleniyor? Kentin farklı yerlerine dağılmış ve fakat etrafından yalıtılmış bir haldeki zengin konutları ve yerleşim yerleri zenginlere nasıl bir “evren” sunuyor? “İstanbul’da Manhattan”ı yaşamak hissini verecek şekilde kurulmuş mekânlarda maddileşen kültürel kodlar nelerdir? “Tehlikeler”den, toplumsal-çevresel “kirlilik”, “gürültü” ve “zevksizlik”lerden arındırılmış olan mekânlar kendi dışlarındaki dünyayla nasıl bir ilişki kuruyor? Bu mekânlardan, onların hemen yanıbaşında yer alabilen yoksul mekânları nasıl görünüyor? Lüks, özel güvenlikli, sakinleri “seçkin” konutların yanı sıra, lüks alışveriş merkezleri ve eğlence-yemek mekânlarının da dahil olduğu zenginliğin kent tecrübesi nasıl bir “bilişsel harita” sunuyor?

Ortaya attığımız bu sorular ve soru kümeleri, Türkiye’de zenginliğin kültürel ve siyasal formasyonunu anlayabileceğimiz bir problematik için başlangıç niteliğinde. Bunların bir kısmı bu sayıdaki yazılarda zaten soruluyor ve takip ediliyor; esas büyük kısmı ise hâlâ araştırılmayı bekliyor. Bu veya başka problematikler etrafında yürütülecek araştırmalarla Türkiye’nin toplumsal topografyasının can alıcı bileşenlerinden biri olan zenginliğin nasıl bir formasyona sahip olduğunun anlaşılmasının, Türkiye’deki toplumsal güç ilişkilerinin çözümlenmesinin önemli bir parçası olduğunu düşünüyoruz.

 

Servet düşmanlığı – nerede?

 

Bunlara bir de “servet düşmanlığı” ile ilgili bir soru kümesi eklemeliyiz aslında... 1960’lı ve 70’li yılların popüler anti-komünist söyleminde, sol muhalefeti damgalamakta kullanılan gözde motiflerden biri, “servet düşmanlığı/sefalet edebiyatı” idi. Bu motif aslında daha ziyade bütün mülk sahibi sınıfların –sadece büyük burjuvazinin değil–, “varlıklarını” ve konumlarını meşrulaştırma kaygılarını yansıtmaktaydı. Nitekim bu dönemde hâlâ, en tipik örneği Koç olmak üzere Türkiye’nin büyük burjuvazisi, gösterişten ve sarfiyattan kaçınma, kaynaklarını “ülke kalkınmasına” yatırma, istihdam yaratma gibi hasletlerle zenginliğini meşrulaştırma gayretindedir. Bu kaygı, sağın ve büyük sermayenin kimi temsilcilerinin, “zenginlerin solu tutmasından” duydukları rahatsızlıkta da gösterir kendini. Örneğin Egeli büyük sanayici Selçuk Yaşar, 1976’da çıkardığı Türkiye’nin Baş Ağrıları adlı kitabında şöyle yazar: “Adam sanayicidir, doktordur, avukattır, gazete sahibidir. (...) Boğazda yalıları, hanımına ve kendine ait ayrı otomobili, garsonu, çifte çifte şoförü vardır... Fakat, bu kimseler solu tutar. Sol cakasının, sol yutturmacanın esiri olmuştur âdeta... (...) Dünyanın hiçbir demokratik ülkesinde ve yine hiçbir hür teşebbüs camiasında görülmemiştir böylesine terslikler.” Yaşar Holding’in patronunun yakındığı bu ‘anomali’nin arkasında, daha büyük ve ‘nesnel’ bir anomali vardır aslına bakılırsa: Ayşe Buğra’nın Devlet ve İşadamları’nda ele aldığı –aşağıda da zikredeceğimiz–, Türkiye’de zenginlerin ve/ya burjuvazinin kırılgan, bağımlı yapısı.

2000’li yılların Türkiyesi’nde ise biz şimdi belki başka bir anomaliyi tesbit etmeliyiz: Servet düşmanlığının eksikliği!

2004 Ekimi’nde ve 2005 Mayısı’nda, “tüketim kültürü”nün kutsal ziyaret yeri niteliğindeki (İstanbul-Etiler) Akmerkez’in önünde yapılan protesto gösterileri türünden olaylar, istisnâîdir. Oradaki protestocular şu açıklamaları yapmışlardı: “Burada bizim bir aylık maaşımızla alamayacağımız mallar satılıyor. Bu gelir adaletsizliğini protesto ediyoruz!” “Bizi yoksullaştıranların kendilerine alışveriş ve eğlence merkezi olarak yaptıkları bu bina bize çok şey anlatıyor.” “Hayatlarımızı satın alıp bizi köleleştiren, açlıktan ölen çocukları görmezden gelen bu insanları uyarıyoruz.” Ve şu sloganlar kullanılmıştı: “Üreten biziz tüketen sizsiniz.” “Yoksuluz, çünkü siz varsınız”...

1960’ların ve 70’lerin düşünce ikliminde, “Yoksuluz, çünkü siz varsınız” sloganının söylediği gibi, yoksulluk ve yoksunluk ile gelir adaletsizliği arasında bağlantı kurmak, yadırganmayan, aşikâr sayılan, meşru bir ‘akıl’ idi. Başka deyişle, servet düşmanlığının subjektif şartları kuvvetliydi! Bugün ise, servet düşmanlığının objektif şartları, dünya üzerinde ender görülecek kadar ‘gelişkin’. Türkiye’de zenginliğin yaşanma tarzı, onu meşrulaştırma kaygısından ‘kurtulmanın’ serbestliğiyle, teşhirci ve küstahça görünümler arzediyor. Yoksulluğu bir tür doğal âfet gibi tasavvur ederken ekonomi, ‘önlem’, ‘kaynak’, ‘kriz’ bahsini borsa ve piyasalarla sınırlayan medya söylemiyle... televizyonun çoğalttığı tüketim ve ‘lüks’ manzaralarıyla... magazin ünlülerinin cip-ev-takı-kılıklarıyla ilgili sarfedilen rakamlarla... komşusu değilse de (yukarda kaydetmiştik, artık mahalleler ayrı!) ‘insan-kardeşi’ aç yatan tokların muazzam umursamazlığı ve bencilliğiyle...

Buna mukabil bugün “servet düşmanlığının” subjektif şartları son derece gerilemiş durumda! Bugünün ‘anomalisi’ de bu değil mi?

Kuşkusuz, yoksulluğun acısını zenginlerden veya umumiyetle ‘tuzukuru’ sayılanlardan çıkarmaya dönük tepkilerin, faşizan bir vadiye akma riski de vardır. ‘Anti-plütokratik’ (zengin-karşıtı) denen tepki biçimi, ‘sistemi’ tamamen unutup, salt öçcülüğe veya hıncını çıkarmaya dönük olduğunda... Özellikle şiddete dayalı tepkilerde (eşyaya, ‘mala’ karşı şiddetten ziyade, insanlara karşı şiddette) bu risk büyür. Keza, tuzukuruların ‘kozmopolit’ yapılarına, etno-kültürel kimliklerine (bilhassa ‘somut’ veya muhayyel Yahudiliklerine), cinselliklerine (orospular/‘karı kılıklı tipler’) yönelme istidâdı, bu faşizanlaşma riskini büyütür. Fakat, sol/sosyalizan kaygıları tamamen bir yana bırakalım, zenginliğin küstahlığı, teşhirciliği, umursamazlığı karşısında bir ahlâki tepki, bu anlamda bir “servet düşmanlığı”, ‘toplum olma’ istidâdının bir belirtisi sayılmaz mı? Öyleyse, 2000’lerin Türkiye toplumunda “servet düşmanlığının” yokluğu anomalisi de, incelenmeye değerdir. Böyle bir analiz Türkiye’de toplumsal-sınıfsal ayrım ve “antagonizmalar”ın temsil ve tecrübe edilme tarzlarına ilişkin önemli ipuçları da sunabilecektir.

 

Bu sayıdaki yazılar

 

Toplum ve Bilim’de “Yoksulluk ve Yoksunluk” konulu 89. sayıdan beri, yukarıda sorduğumuz soruları da içerecek şekilde zenginlik hallerini mercek altına alan bir dosya hazırlamayı istiyorduk. Bunu, Türkiye’nin toplumsal tarihi bağlamında yapmayı önümüze koyduk. Her zaman olduğu gibi, hedeflediğimiz konuların hepsine uzanamadık; yukarıda işaret ettiğimiz temaların bir kısmını da ele alamadık. Fakat en azından bu konuya bir araştırma gündemi olarak dikkat çekmek için bir adım attığımıza inanıyoruz.

Zenginliğin Türkiye’deki ekonomi-politik portresiyle başlayalım. Ahmet Haşim Köse ve Yiğit Karahanoğulları, DİE’nin hane halkı anketlerinin verilerini ‘okuyarak’, gelir ve varlıkların hangi sınıflar arasında nasıl dağıldığını inceliyorlar. Bu makalede, sınıf pozisyonları ile parasal “varlık” arasındaki ilişki tahlil ediliyor.

Zenginlerin kendi konumlarını ve güçlerini nasıl algıladıklarına geçersek... Ayşe Buğra, Türkçe ilk baskısı 1995’te yapılan Devlet ve İşadamları kitabının başlangıç sorusunu hatırlatıyor: “Bu nasıl bir ‘hâkim sınıf’tır ki, çıkarları doğrultusunda yönlendirdiği söylenen devlet politikaları karşısında bu derece çaresiz ve korkak, kendi servetinin meşruiyetinden bu derece güvensiz, ortalıkta görünmek ve konuşmak konusunda bu derece çekingen ve isteksizdir?” İşadamlarının şüphesiz çok daha fazla dillendikleri ve güven kazandıkları son on yıldaki kendilerini konumlandırma ve “toplum sorunlarını” konu etme biçimlerini gözden geçiren Ayşe Buğra, özellikle onların yoksulluğu/yoksulları tasavvur etme biçimlerine eğiliyor.

Bourdieu’nun sınıf analizine getirdiği, ‘sınıf kültürlerinin’ simgesel kurgular ve mücadeleler temelinde tahliline elveren kavramsal açılım, dosyaya katkıda bulunan birçok yazarın faydalandığı donanımı oluşturdu.

Seçil Doğuç, yaptığı mülakatlara dayanarak, yeni orta sınıfların zenginliği ve yoksulluğu nasıl bir simgesel koordinat sistemi içinde algıladıklarını inceledi: Tüketim kalıpları, kültürel beğeniler ve bireyci zihniyet üzerinden tanımlanan bir koordinat sistemi bu. Jean-François Pérouse ile A. Didem Danış’ın, İstanbul’da yeni zenginlerin güvenlikli sitelerini ele alan incelemesi de bu izleği devam ettirdi. Yazarlar, 1980’lerin “yeni zengin” tipolojisini çıkarırken, onların kendi farklarını koyma ‘ihtiyaçlarının’ ve talep ettikleri (hak saydıkları) ayrıcalıklara ilişkin tahayyüllerinin mekâna yansımasını yorumladılar. Zeynep Mağgönül, İstanbul’un Nişantaşı-Teşvikiye semtinin “yerli” sakinlerinin, kendi elit konumlarını algılama biçimlerine baktı. Yaşam tarzına ilişkin zevkini ve kültürel üstünlüğünü serveti olarak gören bu grup, Türkiye’de zenginler arasında özgül bir zümreyi ve zenginlik ‘bilincinin’ gözden kaçırılmaması gereken bir veçhesini örnekliyor.

Toplum ve Bilim’in “Yoksulluk” dosyasına da yoksulluk-zenginlik imge ikiliğinin edebiyattaki tezahürünü yorumlayarak katkıda bulunmuş olan Ömer Türkeş, “Zenginlik” dosyasında bu tartışmayı sürdürdü. Bu kez, 2000’li yıllarda Türkiye’de zenginlik imgesinin sakınımsızlaşmasına, –kendisinin yazısında sadece bir yerde kullandığı sözcükle– teşhircileşmesine odaklandı.

Süha Ünsal’ın yazısı, önemli: Türkiye’deki bellibaşlı “zengin olma/zengin yaratma” süreçlerinden birisini teşkil eden müteahhitliğin kısa tarihçesini verdikten sonra, müteahhitlikten gelen servetin sermayeye dönüşme sürecine dikkat çekiyor. Bu arada, müteahhitlerin zenginliği nasıl anlamlandırdıklarına da bakıyor.

Dosyanın mücavir alanında yer alan bir yazı: Sevim Odabaş’ın modern beden kültürünün güzellik salonlarındaki yeniden üretimini incelediği çalışması. Bu yazı, zenginliğin ve genellikle ‘elitliğin’ bir ayırdedici ‘zevk’ ve tanzim sahası olarak bedene bakmanın gösterebileceklerine ilişkin ilham veriyor.

Ulaş Sunata’nın Türkiye’den beyin göçüne ilişkin makalesini de dosyanın mücavir alanında konumlandırabiliriz. Bu yazıda, Türkiye’nin yeni tahsilli elitinin kendi konumunu, dünyayı ve geleceği tasavvur etme biçimlerine göz atılmakta.