Disiplinlerarası çalışmaların katkılarından biri kuşkusuz, birçok konuyu, birçok kavramsal aracı konvansiyonel kullanım sahalarıyla sınırlı kalmaktan çıkartarak sosyal teorinin ortak avadanlığına maletmesi oldu. Psikiyatrinin bu faydalanmaya en fazla açılan, başka bir deyişle yöntem, kavram ya da belki daha çok mecaz ‘yağmasına’ en fazla maruz kalan bir disiplin olduğunu söyleyebiliriz. Travma konusu, travma kavramı, bunun güçlü örneklerinden biridir.
Travma araştırmaları, sosyal psikoloji geleneği içinde belirli bir geçmişe sahipti, ancak yakın dönemde travma kavramına ve travmayla başetme deneyimlerine daha geniş ve kaynağı itibariyle multidisipliner bir ilginin uyandığını gözleyebiliyoruz. Dünyanın artan ölçüde travmatik bir yere dönüştüğünü, travma kaynaklarının çoğaldığını, çeşitlendiğini söyleyebilir miyiz? Özge Yenier Duman ile Erol Göka’nın makalesinde belirtildiği gibi, globalleşmenin önemli bir boyutu da travmanın globalleşmesi mi? Yahut, maruz kalınan travmalar üzerine ve onunla başetme yordamları üzerine düşünme “kapasitesini” artırmayı, bir insan ihtiyacı olarak ya da bir “uygarlaşma aşaması” olarak talep edebilir miyiz, etmeli miyiz? Her halükârda, travma kavramının ve konusunun, tıbbın travmatoloji branşına mahsus olmaktan çıkmasının sebepleri ve faydaları vardır.
Her konuyu, her kavramı, her disiplini hedeflemesini istediğimiz bu arayış çerçevesinde, Toplum ve Bilim’in 90. sayısında, “travma”yı konu alan bir dosya hazırlamaya çalıştık. Siyasetbilimci Serpil Sancar’ın alan araştırması ile psikiyatr hekim Tuba Olgun’un tez çalışması, Toplum ve Bilim’de yayımlanacak makalelere dönüşürken, bizde böyle bir dosya hazırlama fikrini uyandıran itkiyi teşkil ettiler. Kendilerine teşekkür borçluyuz.
İlkin, dosyaya kuramsal katkılara değinelim. Travmaların insani/beşeri “doğallığını” ve travmaları “çalışmanın”, travmalarla meşgul olmanın insan/beşer için bir yaşam gereği olduğunu hatırlamak gerek önce: Doğum ve ölüm ‘çaresiz’ yaşantıları, bunu buyuruyor. Bugünkü dünyadaki, travma konusundan, travmayla yüzleşmekten kaçınma eğilimi, bu anlamda insani/beşeri olmayan –yukardaki sorumuza atıfla diyebiliriz ki, uygarlık kaybı yaratan!- bir eğilim. Bunları düşündüren yazısında Saffet Murat Tura, psikanaliz kuramlarının imkanları ve kısıtlılıkları içinde doğum ile ölümün ‘fundamental’ travmalarını anlamlandırma biçimlerini ele alıyor. Erdoğan Özmen’in denemesindeyse, travma kavramının, bizzat bir travma teorisi niteliği taşıyan baştan çıkarma teorisinin terkine bağlı olarak şekillenişini anlattığı psikanaliz kuramındaki yeri hakkında söyledikleri özellikle önemli: Nevrozları travmatik olaylarla eşitleyen kaba mekanistik görüşün aşılması, travmanın artık sadece bir öznenin iradi davranışının sonucu olarak düşünülmemesi…
Türkiye’de travmayı tartışırken ilk akla gelen olay nedir? Şayet ilki değilse, ilklerden biri, Güneydoğu’daki çatışmalar, ya da “düşük yoğunluklu savaş”, olmalı. Çatışmalarda evlatlarını yitiren annelerin bu travmayla başetme/başedememe biçimleri, bahsi çok geçen, politik ve duygusal olarak çok ‘kullanılan’, fakat gerçekliği görülmezleştirilen bir bastırılmış tecrübe birikimi oluşturuyor. Serpil Sancar’ın makalesinin, bu bakımdan, özel önem taşıdığına inanıyoruz. Türk ve Kürt annelerin kayıplarını yaşama ve anlamlandırma biçimlerine ilişkin zengin gözlemler içeren makale, annelerin, simgeleştirilerek yüceltildikleri durumda bile –belki de özellikle o durumda!- özne olma potansiyellerinin nasıl baskılandığı sonucuna ulaşıyor.
Tuba Olgun’la Şahika Yüksel’in makalesi, yakınlarını travmatik bir şekilde kaybedenler (silahlı çatışma ya da “faili meçhul” bir cinayet sonucu ölenler, yahut akibeti belirsiz olanlar, bulunamayanlar) ile lösemi nedeniyle kaybedenlerin ruh durumlarını ve yas tepkilerini mukayeseli biçimde inceleyen bir saha çalışmasına dayanıyor. Akademik çalışmalarda örneği az bulunabilecek duygusal yükler getiren bir çalışma bu. Travmayla “uzman mesafesinden”, “profesyonel yardım” amacıyla meşgul olmanın da bizzat travmatik etkiler yaratan bir süreç olduğunu biliyoruz. Tersine; Özge Yenier Dumar ve Erol Göka’nın makalesinin hatırlattığı gibi, bu ‘karşılaşmanın’, travmaya maruz kalmış kişiler açısından yeni sorunlar, zedelenmeler (ya da yeni bir travma?) yaratmaması için de bir çaba gerektiğini biliyoruz. Olgun ve Yüksel’in çalışmasında, tutulan yasın şiddetinde ve biçiminde, başka etkenlerin yanısıra yakınını kaybetme nedenine bağlı olarak anlamlı farklılaşma eğilimleri saptanıyor. Bu araştırmanın yazarlarca ifade edilen bir bulgusunu çok önemli buluyoruz: “…travmatik kayıpların çok sık yaşandığı bir ülkede yaşıyor olmamıza karşın, karmaşık yasa aday risk gruplarının yeterince bilinmediğini, kriz müdahalesinin çok az uygulandığını ve bu kişilerin ihtiyaç duyduğu ruhsal ve sosyal desteğin yeterince sağlanmadığını düşünüyoruz.”
Özge Yenier Duman ve Erol Göka’nın, tıp alanının, hekimlik tecrübesinin bilgisini taşıyan makalesi, travma araştırmalarının etik sorunlarını ele alırken, benzer bir soruna temas ediyor. Bu makalenin konusu, medyada ve kamuoyunda görünmezleştirilen açlık grevleri ve ölüm oruçlarıdır. Ki yazarlar, kamuoyunun duyarsızlığının, politik tercihleriyle birçok travmaya hazırlıklı olarak ölümü göze alan bu insanları belki de en fazla travmatize eden olay olabileceğine dikkat çekiyorlar. Sorunun hekimlik etiği açısından tartışılması da, ölümlerin sorumluluğunu hekimlerin üzerine (de) yıkmaya dönük iktidar ve medya manipülasyonları düşünüldüğünde, bu yazının önemli bir izleğidir.
Duman ile Göka’nın deyişiyle bir “travma ülkesi” olan Türkiye’de travmaya hazırlık ve travmayla başetme deneyimlerindeki yetersizliği, daha sonra ekonomik kriz ve 11 Eylül New York katliamı vesilesiyle de tekrarlanan “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” medyatizasyonunun doğuşuna vesile olan Marmara depremi tecrübesiyle ilgili olarak Sedat Işıklı vurgulamakta. Işıklı, doğal felaketlerin ‘doğal’ olmayıp sosyal bağlam içinde etki ettiğini, felaket sonrası yaşanan kaosun ‘büsbütün kaotik’ bir davranış gibi düşünülmemesi gerektiğini vurguluyor. Marmara depreminin mağdurlarında yarattığı travmatik etkilerin (travma sonrası stres hastalığının) irdelenmesi, Ebru Şalcıoğlu’nun makalesinin konusunu oluşturuyor. Depremzedelerin sıkıntıları, acıları, “kötü olma” halleri ile ilgili umumi malumatın, sahici bir duygudaşlığa ve “iyilik hali” yaratmaya yarayacak bir bilgiye dönüşmesi için, böyle bir bakışın, böyle bir incelemenin gerekliliği kesin. Şalcıoğlu, bulguları temelinde, bilişsel-davranışçı bir terapinin imkanlarına dikkat çekiyor.
Tümüyle modernliğin anlaşılması açısından olduğu gibi, modern zamanların travmatolojisi açısından da, kazai, ayrıksı sayılmaması gereken bir deneyim: Nazi toplama ve imha kampları. Mahmut Mutman’ın, Primo Levi’nin anılarına dair kısa yazısı, bu pratiğin, bellek ve “travma çalışması” açısından önemini vurguluyor.
Dosya dışı yazıların çok olduğu bir sayı, elinizdeki. Bunlardan birinin, Faik Gür’ün Türkiye’de resmî tarihin görselleşmesi bağlamında Atatürk heykellerinin simgesel anlamını çözümlediği makalenin konusunu, belki estetik alanındaki travmatik etkileri itibariyle dosyayla bağlantıranlar da çıkabilecektir! Makalede bu heykel estetiği, iki dünya savaşı arası dönemin korporatist rejimleriyle, ama bilhassa Sovyetler Birliği’yle kıyaslanarak yorumlanıyor. Yine Cumhuriyetin kuruluş süreciyle –ve kurucu mitolojisiyle- ilgili bir inceleme: Nurşen Mazıcı, bugüne dek değerlendirilmemiş birincil kaynaklara dayanarak, Menemen (Kubilay) Olayı’nın politik bağlamı içinde geniş açılı bir okumasını yapıyor.
Cep telefonunun, gerek gündelik hayat avadanlığı gerekse statü simgesi olarak önemli bir alet olduğu açık. Asuman Suner’in, Türkiye’de cep telefonu kullanımına bir “bağlantı koparma aracı” tanısı koyduğu makalesi, konusu itibariyle herhalde bu sayının en “popüler” yazısı. Suner, cep telefonu vasıtasıyla “her an her yerde bağlantı arama” ile bağlantısızlaşma arasındaki paradoksu, Türkiye toplumunun yakın dönemindeki derin aidiyet ve yer-yurt krizlerinin, ve göç arzusunun yansıması olarak yorumluyor.
“Alevi sorunu”, 1980’lerin sonu ila 1990’lardaki güncelleşmesinden sonra, yine gettolaşmış bir konu olma istidadı göstermiyor mu? Fazıl Hüsnü Erdem’in Alevilik konusunu, sorun oluşunun tarihsel perspektifi içinde değerlendiren makalesini, konuyu/sorunu sosyal teori içinde tartışma girişimi olarak anlamlı buluyoruz.
Sınıf analizlerini ve sınıf şemalarını Türkiye örneğinde ampirik olarak test eden çalışmasında Ahmet S. Aktaş, politik ve kültürel davranış kodlarına eğilmeden, sınıf oluşumunun iktisadi ve toplumsal belirleyenlerine ağırlık veriyor. Yöntem tartışması açısından ilgililerin işine yarayacağına inandığımız çalışma, öncelikle, sınıfların var ve görülebilir olduğu sonucuna varıyor.
İki katkı daha: Nilgün Baykara, globalleşme ve neoliberalizm çağında devlet-ekonomi-politika ilişkilerinin analizine ilişkin Fransa’daki kuramsal üretimi toparlıyor. Mutlu Binark, “Soğuk Savaş Sonrası Avrupa’da Etnik Kimlikler ve Siyasal Eylem” Sempozyumunu özetliyor.
Toplum ve Bilim’in bu sayısının, dosya kısmıyla da dosya-dışı kısmıyla da, doyurucu bir derleme olduğunu zannediyoruz. Önümüzdeki sayıda “Tarihyazımı” dosyası için de aynı muhasebeyi yapabilmek umuduyla…
TANIL BORA
GELECEK SAYILARDA
91 KIŞ 2001/2002
Tarihyazımı
Son yıllarda akademik popülerlik kazanan tarihçilik/tarihyazıcılık, kuramsal bir muhasebeyi hakediyor. İlk anda akla gelen bazı merak noktaları: Mâduniyet Okulu’nun tarihyazımına açtığı ufuklar... Postmoderniteyle ilgili kuramların tarihyazımına etkisi... Sözlü tarihin verimleri... Annales Okulu, Hobsbawmgil tarih çalışmaları gibi, iki-üç kuşak usta yetiştirmiş devrimci etkiler yaratmış tarihçilik yaklaşımları...
92 BAHAR 2002
Türkiye Politikası
Türkiye’de politika alanının, yerleşik kurumlarıyla (MGK’dan partilere), terminolojisiyle, “düzeneği” ile, koordinat sistemiyle, güncel ilgilerin üstüne çıkabilen bir analize ihtiyacı var. Bu alanda “makro-kavramsal” uyarlamalarla tasvirî gücü bile sınırlı kalan monografilerin gideremediği açığa dikkat çekmeyi hedefleyen bir sayı tasarlanıyor.
93 YAZ 2002
Kültür
“Kültür” nedir? Kültürel çalışmalar okulu... Türkiye’de bu yaklaşımın olanakları ve mevcut araştırma anlayışlarının eleştirisi...
94 GÜZ 2002
Toplum Bilimlerinden İçeri Bir İktisat
İktisat öteki toplum bilimleriyle arasındaki kan bağını toptan yitirmiş midir? Bilme yordamları günden güne matematikselleşmiş, salt kendine özgü bir dili konuşan, yalnız kendi yağında kavrulan bir iktisat, toplum bilimleri ailesinin hâlâ asal bir üyesi sayılabilir mi? Bir yanda kendi içine kapanmış, dilini değiştirmiş, ailenin ne içinde ne de büsbütün dışında gibi duran bir disiplin, diğer yanda onun borsa/faiz/döviz kuru döngüsüne indirgenmiş yansıması olduğu halde, ‘toplum bilimlerinden içeri’ nasıl bir iktisatçılıktan söz edilebilir? İktisadın toplum bilimlerinden uzaklaşmasına yerinmeye değil, bir düşünme sistemi olarak iktisadın bugünkü yerini yurdunu belirlemeye, insana, topluma ilişkin diğer bilme alanlarına göre yerlemini irdelemeye dönük yazılar için bir ilk çağrı.