Bu sayıda...

Toplum ve Bilim’in bu sayısında Bakım Emeği’ni ve en çok da sosyal politikayla ilişkisini tartışmaya açacağız. Bakım emeğini gündeme almak bir yönüyle bedenli varoluşumuzu şefkatle buluşturmaya, hayatımızı sürdürmemizi sağlayan ilişki ve emek biçimlerini fark etmeye, kişisel olanın politikliğini hatırlamaya ve yalnızlaştıran sağlamcı uygulamaları ifşa ederek dayanışmaya ve sesimizi bulma arayışına bir davettir. Son yıllarda sağın yeniden üretim, bakım, beden gibi alanlarda söz söyleme ve uygulama hızını düşünürsek alanın öznelerinin kendi seslerini görünür kılması kritiktir. Yaşamımızı şekillendiren, eksikliğinde ya da farklılığında bambaşka olacağımız olgular gündelik hayat içerisinde “olağan” hale gelir, ideolojik mekanizmaların işleyişle varlıklarını fark etmeden yaşarız. Bakım da varoluşumuzu borçlu olduğumuz görünmeyen emek biçimlerinin başında gelir. Bakım verenler ve bakım alanlar için (ağırlığı farklı olmakla birlikte çoğunlukla iki tarafta da yer alırız) süreci tek bir sıfatla tanımlamak mümkün değildir. Bakım, aynı kişi için hem huzur veren hem de tüketen bir etkinlik olarak tanımlanabilir. Bu çeşitlilik bakımın çok boyutlu bir süreç olmasından kaynaklanır. Kapsayıcılığı nedeniyle literatürde en sık referans verilen tanım Tronto ve Fisher’e aittir: “Bakım, bir varlığın (insan ya da doğa) yaşamsal ihtiyaçlarını sürdürmek, onarmak ya da dönüştürmek için yapılan etkinlikler bütünüdür (Tronto ve Fisher, 1990). Bakım günlük hayatta özen, ihtimam, çekip çevirmek gibi sözcüklerle de anılır, dile getirmek istemediğimiz ama en sık akla gelen kavram ise kırılganlıktır. Bazıları daha kırılgan olarak işaretlenmiştir. Buna paralel olarak yaşadığımız dönemin hâkim ideolojisi olan neoliberalizmde vatandaş kendi kendine yeten birey olarak kurgulanır, sağlamcılık (ableism) bu normun önemli bir bileşenidir. Bakım etiği çalışmalarında sıkça vurgulandığı üzere bu mit bizi yalnızlaştırmakta ve bir depresyon toplumu üretmektedir. Agamben’in “çıplak hayat” ve Mbembe’nin “nekropolitika” kavramlarının izini sürdüğümüzde, biyopolitikayı “kimler yaşatılmaya değer” sorusu etrafında şekillenen bir yaşam ve ölüm yönetimi olarak okuyabiliriz; bu aynı zamanda kimlerin bakım görmeye değer olduğuna dair bir karar mekanizmasını da içerir. Bakım ihtiyacının sistematik şekilde kırılgan ve aşağı olarak işaretlenen bedenlere atfedilmesi, paternalist politikalar ve ihmallerle iç içe ilerleyen bir sistem oluşturur. Bakım ihtiyacı, sadece belirli “ötekilere” ait istisnai bir durum değil, varoluşun kaçınılmaz ve evrensel bir parçasıdır; ancak bazı bedenlerde bu ihtiyaç daha görünür hale gelir. Bu görünürlük ise, politikanın hangi yaşamları önceliklendirdiği ve hangi hayatları arka plana ittiğiyle yakından ilişkilidir. Oysa varoluşumuzu sürdürebilmemiz için birbirimize ihtiyaç duyarız. Fil Adam (The Elephant Man, 1980) bakım gördüğünde, kültür ve toplumla ilişki kurduğunda insan olmuştur, Arendt’in ifadesiyle yaşamak, “insanların arasında olmak”la mümkündür. Ancak bakım süreçlerinin özel alana hapsedilmesi, bakım alanları ve verenleri kamusallıktan mahrum bırakır; Tronto’nun “katılım etiği” kavramsallaştırmasında vurguladığı gibi, bu sessizlik özneleri edilgen kılmakla kalmaz, demokratik bir toplumun gerekliliği olan eşit katılım ve temsil hakkını da ihlal eder. Gøsta Esping-Andersen’e göre, “sosyal politika, toplumsal risklerin kamusal idaresidir” (Esping-Andersen, 2006: 39). Esping-Andersen’in üçlü tipolojisi (liberal, muhafazakâr, sosyal demokrat/evrenselci) dışında Maurizio Ferrera, aileye dayalı, parçalı ve seçici özellikler taşıyan Güney Avrupa-Akdeniz refah rejimi’ni tanımlamıştır. Türkiye de Güney Avrupa modeli içinde değerlendirilmektedir. Türkiye’nin uzun süreli bakım ihtiyacı olanlar için uyguladığı ana politika 30 Temmuz 2006 tarihinde yayımlanan “Bakıma Muhtaç Özürlülerin Tespiti ve Bakım Hizmeti Esaslarının Belirlenmesine İlişkin Yönetmelik”le hayata geçirilen evde bakım uygulamasıdır. Bu uygulamadan yararlanabilmek için kişinin sağlık raporunda tam bağımlı ibaresi bulunması, hanede kişi başına düşen gelirin asgari ücretin üçte ikisinden az olması gibi kriterler vardır. Bu kriterlerin dışında kalanların ise piyasadan hizmet satın alabilecekleri varsayılır. Piyasalaşmanın sonuçları bu dosyadaki her yazıda farklı boyutlarıyla görülmektedir. Örneğin Melda Yaman toplumsal yeniden üretimin ve bakım emeğinin tüm sistemin varlığı için ne kadar hayati olduğunu aktarırken, Başak Akkan Türkiye’nin bakım rejimini “karşılayabilenler için metalaşan, karşılayamayanlar için ‘aileleşen’ bir süreç” olarak tanımlamakta ve istatistikî verileri ortaya koymaktadır. Çağla Ünlütürk çarpık metalaşmayı mümkün kılan söylemleri ifşa etmektedir. Ayşe Akalın ise aileci politikanın boşluklarını “yamamak” için kullanılan göçmen emeğinin izini sürüyor. Serpil Aygün Cengiz’in yazısı, aileciliğin ve bakımın piyasalaşmasının yarattığı sonuçlara dair çarpıcı bir tanıklık sunmaktadır. Aygün, genç bir kadın olarak, demir-çelik fabrikasından emekli, 52 yaşında kansere yakalanan babasının bakım sorumluluğunu üstlenmek durumunda kalır; otuz yıl sonra ise bu kez demans hastası annesinin bakımını üstlenir. Zamanın ve koşulların değişmiş olması, kendisine piyasadan bakım hizmeti satın alma olanağı sağlamış görünse de, ebeveyninin bakım sürecinde özenin, dikkatin ve sorumluluğun kurumsal düzeyde sağlanmadığı bir tablo ortaya çıkmaktadır. Sürecin tüm organizasyon yükünü üstlenmiş olmasına rağmen, sistemdeki denetimsizlik ve yapısal ihmal karşısında bireysel çabası yetersiz kalır. Piyasadan hizmet satın alındığında bile aileciliğin ve biyopolitikanın gölgesinden kurtulmak mümkün olmamaktadır. Bu deneyim, bakımın devredilemez boyutlarına ve bakım emeğinin kamusal bir sorumluluk olmaktan uzaklaştığında gerçekleşemez olduğuna işaret etmektedir. Evde bakım uygulaması, bakım ihtiyacı olan bireylerin aile ortamında desteklenmesi şeklinde formüle edilmektedir. Dosyadaki metinlerde de görüldüğü gibi evde bakım uygulaması, gelenek ve toplumsal cinsiyet rollerini yeniden üreten, devletin sorumluluğu hane içine ve özellikle kadınlara devrettiği, ekonomi-politik bir “tasarruf” olarak okunabilir. Gelir tespitine dayalı bu uygulama, “bir hak eden yoksul (deserving)” tipolojisi talep ediyor ve muhtaç olduğunuzu her zaman kanıtlamanız isteniyor. Primer bakım verici yedi gün yirmi dört saat baktığı kişinin tüm ihtiyaçlarını karşılamakla yükümlü. Kişinin hastalığının ağırlığı, evde bakım ihtiyacı olan başka kişilerin olması ise (çocuk, yaşlı ya da bakım ihtiyacı olmayan ama yeniden üretim faaliyetlerine katılmayan hane üyeleri) iş yükünü daha da arttırmaktadır. Uzun süreli bakım ihtiyacı olanlar ve onların primer bakım vericileri bu düzenlemede izolasyona maruz kalmaktadır. Bakım ihtiyacı olanlar iyileşme ya da durumun stabilizasyonu için gerekli olan tedavilere erişmemektedir, sosyal ihtiyaçlar ise bu sistemde neredeyse akla gelmemektedir. Bakım verenler ise tükenmişlik ve zaman yoksulluğu nedeniyle bir anlamda “yaşamamaktadırlar”. Yoğun iş yükü, zaman yoksulluğu, sosyal izalosyon gibi etkenlerle bakım vericiler “konuşmayı unuttuklarını” sıkça dile getiriyor, pek çok çalışma ise bakım vericilerin depresyon riskinin diğer gruplara göre yüksek olduğunu ortaya koyuyor. Evde bakım ücretinin hanenin gelirine katkı olarak mı, bakıcıya bir ödeme olarak mı ya da bakım ihtiyaçlarını karşılamak için mi verildiği net olarak ortaya koyulmamaktadır. Bakım verenler sigorta sistemine dahil değildir, bir nevi kayıt dışı işçi durumundadır. Yani bu sistem “yardıma muhtaçlığı” nesiller boyu sürdürecektir. Bakım alanların ise kendi kaderini tayin hakkı bulunmamaktadır. Kaynak yetersizliği nedeniyle hayatta kalmakta ancak insanca yaşamamaktadırlar. Denetimsizlik nedeniyle ihmale ve şiddete maruz kalmaya açıklar.1 Hal böyle olunca, Türkiye’deki evde bakım uygulaması hak sahipleri ve uzun süreli bakım ihtiyacı olanlarla toplumsal hayatta karşılaşma sıklığı düşük. Primer bakım vericiler, farklı aidiyet, köken, sınıf ve yaşam tarzlarına sahip, ağırlıklı olarak kadınlardan oluşan bir gruptur. Bakım vericiler hastane, rehabilitasyon merkezi, medikal şirketler, sosyal medya ve sivil toplum gibi alanlarda birbirleriyle tanışmaktalar. Piyasa odaklı bu sistemde sınıf ve toplumsal cinsiyet eşitsizliği hem karşılaşma alanlarını belirlemekte hem de sorunları derinleştirmektedir. Sivil toplum ise kabaca “hak odaklı” ve “yardım odaklı” olarak kategorize edilebilir. Bu şartlar altında kamusal alandan uzaklaştırılmış bakım alanların ve primer bakım vericilerin özne olarak konuşabilmesi oldukça zorlaşıyor. Özetle, Türkiye’deki evde bakım uygulaması, bakım ihtiyacı olanları yalnızca hayatta tutulacak bedenlere, hatta “sosyal atıklara” indirgerken, bakım verenleri ise görünmez bir emek ve tükeniş döngüsüne hapseden bir nekropolitik tasarruf rejimi olarak işlev görmektedir. Ancak bakımın tek boyutu bakım yükü değildir, Lynch’in aktardığı gibi kişiler ne kadar bakım görürse o kadar bakım verme kapasitesine sahip olur. Sevgi, yakın ilişki kurma, duygusal emek gibi boyutlar bakımın devredilemez alanlarına işaret eder. Bakım görmek ve bakım vermek bizi iyileştirir, bedenlerimizle, başkalarıyla ve yaşamla ilişki kurma kapasitemizi arttırır (Lynch, Baker ve Lyons, 2009). Bakım, etik, felsefi ve politik yönleriyle çok boyutlu bir kavramdır. Ancak Türkiye’nin cinsiyetçi ve piyasa odaklı bakım rejimi, acil ihtiyaçların görünürlüğü için gündemimizi daha çok bakımın ekonomipolitik, toplumsal yeniden üretim ve sosyal politika boyutlarına odaklamaktadır.
                                                                             * * *
Toplumsal yeniden üretim teorisyenleri, emeğin ücretli emek dışındaki biçimlerini görünür kılmışlardır. Melda Yaman’ın “Toplumsal yeniden üretim çerçevesinde bakım emeği” başlıklı yazısı, kapitalist üretimin sürekliliğini sağlayan toplumsal
yeniden üretim faaliyetleriyle onun ayrılmaz bir parçası olan bakım emeğini birlikte düşünmeye çağırıyor; bu iki alanın kesişiminden doğan analitik olanaklara işaret ederek indirgemeci olmayan, bütüncül bir analiz perspektifi sunuyor. Yaman, bakım emeğini yalnızca üretimin gizli dayanağı olarak değil, toplumsal bağların, ilişkilerin ve duyguların taşıyıcısı olarak da ele alıyor. Başak Akkan, “Bakım krizi ve Türkiye’nin dönüşen bakım rejimi” başlıklı yazısında, bakım alanında çalışanlar için –kamudan akademiye– en sık akla gelen ikilem olan bakım krizi anlatısını ele alıyor. Krizlerin yarattığı kritik eşiklerin dönüşüm potansiyelini vurgulayan Akkan, Nancy Fraser’ın “sınır mücadeleleri” ve Emma Dowling’in “bakım düzenlemesi” kavramları çerçevesinde Türkiye’nin bakım rejiminin dönüşümünü analiz ediyor. AKP döneminde kamu geride duran (residualist) bir politika izlemiş ama en çok toplumsal yeniden üretimi gündemine almıştır. Aileci politikalarda en sık başvurulan araç olan nakit transferleri yoluyla hem kadının bakım emeği metalaştırılmakta hem de toplumsal yeniden üretimin sınırları mekânsal olarak sabitlenmektedir. Bakım alanındaki piyasalaşmanın ulaştığı boyut ise çalışmada somut verilerle ortaya konulmaktadır. Çağla Ünlütürk, “Türkiye’de bakımın ekonomipolitiği” isimli çalışmasında Türkiye’nin bakım rejimini üç temel dinamik ekseninde ele almaktadır: bakım hizmetlerinin çarpık metalaşması, cinsiyetlendirilmiş ailecilik ve İslâmi muhafazakârlık. Bu çerçevede, güncel siyasal söylemi analiz ederek bakımın ekonomipolitiğinin nasıl inşa edilmeye çalışıldığını ortaya koymaktadır. Söylem ile yapısal dönüşümler arasındaki ilişkiyi görünür kılan bu bütünlüklü yaklaşım, dosyamızdaki diğer metinlerle diyalog içindedir. Ayşe Akalın, Türkiye’nin bakım rejiminin hikâyesini “Göçmen ev işçilerinin bakım emeği: Yirmi beş yıllık bir değerlendirme” başlıklı yazısında göçmen kadın işçilerin bakım alanında istihdam edilmesinin son çeyrek asırlık seyrini ele almaktadır. Son yirmi beş yılı bakım boyutunda süreklilik, göç boyutunda ise değişim olarak değerlendirmekte ve aile temelli bakım rejiminin ortaya çıkardığı boşlukların piyasa ve göçmen emeği ile nasıl doldurulduğunu göstermektedir. Serpil Aygün Cengiz’in “Babanın bakım veren kızı olmak: Otoetnografik bir yüzleşme” isimli yazısıysa çağrışımsal ve analitik otoetnografiyi birlikte kullanarak kişisel deneyimin toplumsal bağlamını görünür kılmaya olanak tanıyor. Otoetnografi, sadece yazara değil, okuyucuya da kamusallaşmak ve reflektif düşünmek için alan açmalıdır. Bu nedenle otoetnografik çalışmayı analiz etmenin yolu, belki de aynı yöntemle bizde nereye tekabül ettiğine bakmaktır: “Politikanın dışında bırakılarak özel alana itilen hayatlarımız bizi anlamsız, havada asılı hâlde bırakır.” Bu cümleyi emek yoğun bir sürecin sonunda babamın fiziksel olarak oldukça iyileştiği ama duygusal olarak bir yer değiştirme ile onun ebeveyni gibi olduğum, yani bakım yükümün devam ettiği tez sürecimde yazmıştım. Bu cümle, benim için yalnızca genel geçer bir bilgi değil; o dönemdeki duygularımın da bir yansımasıydı. Kendimi bildim bileli benliğimin ve savunma mekanizmalarımın bir parçası olan sessizlik –çokça düşünüp az konuşmak– bakım verme sürecimin de temel bir öğesi oldu. Bez değiştirmek, yara bakımı yapmak, tüm varlığını yaralı bir bedeni ve ruhu korumaya göre yeniden düzenlemek gibi meseleler, içimdeki örtük inanca göre “başkalarını ilgilendirmeyen” şeylerdi (bu örtük inanç ve davranış elbette bakım emeğinin görünmezliği, kadın olmak, yoksulluk gibi birçok kültürel ve politik yapı ile ilişkili). Ancak bunları anlatmadığımda, anlatacak bir şeyim de kalmıyordu. İşte bu nedenle, Serpil Aygün Cengiz’in bakımın utanç verici, iğrenç, coşkulu yönlerini kapsayan otoetnografik anlatımı, otuz altı yıl sonra benim için de terapötik bir etki yaratıyor. Çünkü bu anlatım, yalnızca kırılganlığı görünür kılmakla kalmıyor, kırılganlığı bir bilgi kaynağı ve yöntemsel duruş olarak merkeze alıyor. Bilgi üretim süreçlerini sorgulamaya açıyor. Ayrıca bu dosya için sosyal politika, refah rejimleri ve demografi alanında yaptığı öncü nitelikteki çalışmalarıyla tanınan Gøsta Esping-Andersen ile bir söyleşi yaptık. Sosyal politikanın bugününe odaklanan söyleşide yükselen sağ, bakım emeğinin paylaşımı, çocukluk gibi başlıkların yanı sıra Esping Andersen’ın alanla kişisel ilişkisine de değinildi. Son olarak bu dosyada iki dosya-dışı yazı da yer alıyor. Aksu Akçaoğlu, Zarif ve Dinen Makbûl kitabında tartıştığı muhafazakâr orta sınıflara dair takibini devam ettiriyor. Makalesinde, “muhafazakâr orta sınıfların son yarım yüzyılda geçirdiği dönüşümleri 1967’de İzmir’de kurulan Akevler Kooperatifi ve 2002’de Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidara gelmesinin ardından çok katlı lüks binaların ve sitelerim mantar gibi çoğaldığı, eski bir gecekondu mahallesi olan Çukurambar örnekleri üzerinden” ele alıyor. Siyasi temsil bağlarının muhafazakâr orta sınıfların dönüşümünde oynadığı role eğiliyor. Gülay Uğur Göksel ise otoriterleşme literatüründe sıklıkla adı geçen Hindistan’ın, bağımsızlıktan sonra hangi aşamalardan geçerek adım adım otoriter bir yönetime doğru ilerlediğini ortaya koyuyor. Bunu yapmak içinse Narendra Modi liderliğindeki Bharatiya Janata Partisi’nin (BJP) otoriter yönetim stratejilerini, seçim başarılarını ve halk desteğini fikirler-çıkarlar-kurumlar çerçevesinde inceliyor.