Bu sayıda...

İçinden geçtiğimiz otoriterleşme dalgasını anlamak, tasnif etmek, kavramsallaştırmak sosyal bilim alanının en revaçta konularından birisi haline geldi. Bu sayı da bu genel dert çerçevesinde düşünüldü ve planlandı. Temel amaç, okuyucuya günümüzde yaşanan özgün otoriterleşme deneyimlerinin sınıfsal ve toplumsal dönüşüme bağlı arka planını aktarmak, bunu da belirli sayıda ülke analizi üzerinden yapmak.

Fakat dert elbette bu kadar düz ve teknik değil. Sayı oluşturulurken yazarlar arasında ülke deneyimlerini ele almakla ilgili teorik veya kavramsal bir birlik kaygısı güdülmedi. Fakat yine de arka planda bütünlüğü oluşturacak ortak bir sorunsal mevcut: çevre toplumsal formasyonlarda küresel kapitalizme eklemlenme ve yeni(den) otoriterleşme. Dolayısıyla aslında, sınırlı sayıda vaka üzerinden gidiyor olsa da, dosyanın temel mesajı otoriterleşme dalgasının kapitalistleşme sürecinin aşama ve güncel biçimiyle ilişkili olarak ele alınması gerektiğidir. Bu temel vurgu bizce önemli, zira bu konjonktürü anlamayı zorlaştıran iki akademik eğilimin tam da bu temel vurguyu dışladığını düşünüyoruz.

Bunlardan ilki her türden siyasal yapılanmayı söylem ve araçları üzerinden ele alan yönelim. En genel anlamıyla “popülizm” kavramı çerçevesinde gelişen aka- demik yazının bu eğilimin en baskın olduğu literatür haline geldiğini söylemek mümkün. Marksist yaklaşımın ağırlığını hissettirdiği dönemde popülizm, özellikle de Latin Amerika popülizmi etrafında dönen tartışmalar sınıf ekseninde şekilleniyordu. Laclau kökenli post-Marksist yaklaşımların, 1980’ler neoliberalizminin taşıyıcısı olan sağ otoriter parti ve liderlerin siyaset tarzlarına yönelik analizlerin (bkz. Weyland, 2001) ve popülizmle ilgili gelişen siyaset bilimi mahreçli akademik yazının (bkz. Mudde ve Kaltwasser, 2019) yükselmesiyle birlikte sınıfsal analiz popülizm tartışmalarından âdeta yok oldu. Bu analizlerin popülizmle ilgili kavrayışımıza çok şey kattığı şüphe götürmez. Fakat öte yandan bu yaklaşımların popülizmin ve popülizm kavramsallaştırması adı altında ele alınan otoriter siyasetlerin giderek bir siyaset tarzına ve bununla ilgili söylem ve örgütsel biçimlere indirgenmesine yol açtığını da tespit etmek gerekir. Biçimsel ve söylemsel kıstaslar çerçevesinde yapılan analizlerin en büyük zaafıysa elmayla armudu aynı kefeye koyması, yani toplumsal ve sınıfsal içeriğine bakmaksızın, örneğin, Erdoğan, Chavez ve Duterte’nin merkezinde olduğu siyaset ve yönetimleri popülizm veya otoriterizm kavramları altına sıkıştırmasıdır.

Bu “sıkıştırmayı” farklı bir biçimde uygulayan diğer akademik yönelim hibrit (karma) rejimler çalışmalarıdır. Türkiye’de daha çok “rekabetçi otoriterizm” üzerinden rağbet gören bu çalışmalar temel olarak liberal demokrasinin, daha doğrusu “poliarşinin” kriterlerini esas alıp, bundan sapmaları analizin odağına oturtur.

Her ne kadar epistemolojik ve yöntemsel kökenleri İkinci Dünya Savaşı sonrası beliren modernleşme ve demokratikleşme literatürüne dayansa da, hibrit rejimler çalışmalarının, 1980’lerden itibaren yaşanan “demokratikleşme dalgalarının” liberal demokratik tahayyülün kıyılarına vuracağı beklentisinin 2000’ler itibarıyla boşa çıkmasının ürünü olduğu söylenebilir. Demokratikleşmenin “gerçekleşmeme biçimleri” üzerine yaptığı analizlerle her ne kadar ana akım, liberal akademik çalışmalar açısından bir gelişmeyi ifade etse de, hibrit rejimler çalışmaları da demokratikleşme ve demokratikleşememe süreçlerini, kapitalizme eklemlenmenin değişen ve dönüşen biçimleri ile ilgili toplumsal ve sınıfsal dönüşüm ve çatışma süreçlerini büyük oranda dışarıda bırakarak ele alır (Rodan ve Jayasuriya, 2007; 2012). Böyle olduğunda da elimizde kalan, liberal bir biçimde demokratikleşememenin aldığı biçimlere dair bir siyasal rejim taksonomisidir (örnek olarak bkz. Wigell, 2008).

Dosya yazıları, Melehat Kutun’un yazısı hariç tutulursa, bu literatürlerin doğrudan bir eleştirisini içermemekte, bunun yerine yukarıda işaret ettiğimiz gibi, günümüzde otoriter rejimlerin gelişmesini yarı çevre toplumsal formasyonların neoliberal kapitalizme eklemlenme biçimlerinin neden olduğu sosyal-sınıfsal dönüşümler ve çelişkiler üzerinden okuyarak kendi bakış açısını ortaya koymaktadır. Fakat her “dosya girişimi” gibi ilk planlandığı hale ulaşmaktan uzak kalmıştır. Böyle bir dosyada Hindistan, Güney Afrika, Rusya gibi ülkelerin ele alınamamış olması bir eksikliktir ve bu eksiklik dosyanın editörleri olan bizlere aittir. Şimdilik bu eksikliği önümüzdeki sayılarda gidermeyi ummaktan öte bir şey yapamıyoruz. Yine de Latin Amerika, Avrupa ve Güneydoğu Asya topraklarına değen bir dosyanın kısıtlı da olsa bir çeşitliliği okuyucuya ulaştıracağını ümit ediyoruz. Dosyanın ikinci kısmı olarak düşünebileceğimiz “Türkiye yazılarının” ise rejimin bütünlüklü bir analizini sunması en baştan hedeflenmemiştir. Bu kısımdaki yazıların farklı kaynak ve mecralarda süregiden ve öyle görünüyor ki süregidecek olan tartışmalara katkı sunacağını düşünüyoruz.

Dosyanın ilk iki yazısı Latin Amerika’nın en önemli iki ülkesi olan Brezilya ve Meksika üzerine. Brezilya’nın 21. yüzyılına damgasını vuran İşçi Partisi (PT) iktidarı, geniş ancak örgütsüz bir tabana dayanması, iktisadi büyüme hedefli devlet müdahaleciliği, uluslararası sistemde özerklik arayışları ve gelir dağılımındaki bozukluğu kısmi olarak düzeltme gayretleri ile 20. yüzyılda Latin Amerika’da çeşitli biçimlerde iktidarda yer alan popülist deneyimlerle karşılaştırılabilir. Ancak “klasik popülizmler” ile PT’nin neoliberal popülizmi arasındaki önemli bir fark ilkinin korporatist düzenlemeler yoluyla siyasal bir özne olarak inşa etmeye çalıştığı işçi sınıfına dayanırken, ikincisinin toplumun en örgütsüz ve siyaseten güçsüzleştirilmiş kesimlerine dayanmasıdır. Barış Alp Özden’in makalesi, PT iktidarı döneminde bu stratejinin biçimlendirdiği özgül politikaları inceliyor. Kendisini var eden uluslararası ekonomik ve siyasal ortamın değişmesi ile Brezilya burjuvazisi ile işçi sınıfının farklı talep ve arzularını dolayımlama yetisini kaybetmesi, PT popülizminin de sonunu getirmiştir.

Makale, PT’nin kendisine destek olan alt sınıfları pasifleştirerek neoliberal hegemonyaya uyumlu hale getirmekteki rolünün, Dilma Rousseff’in azledilmesi ve Lula’nın tutuklanması karşısındaki cılız sosyal tepkiler ile gelişen siyasal ve ekonomik krize otoriter bir çözüm öneren Bolsonaro’nun sürpriz seçim zaferini açıklamakta yardımcı olacağı iddiasını taşıyor. Brezilya’dan çok farklı bir örnek sunan Meksika ise 2000’li yıllarda Latin Amerika’yı boydan boya kateden “pembe dalga”nın dışında kalmıştı. 2018’e gelindiğinde ise, bölgede otoriter ve aşırı sağ ittifakların bazen yumuşak bazen de doğrudan askerî darbeler ile iktidarı ele geçirdiği bir karşı dalga gelişirken Meksika yine farklı bir istikamete yönelmiş, bu sefer sola doğru bir siyasi yönelim sergilemiştir. Ertan Erol’un makalesi, Meksika’daki bu güncel dönüşüme yol veren ekonomik ve toplumsal krizi inceliyor. Aynı zamanda siyasal iktidarın sınıfsal kompozisyonundaki ve ekonomik yapıdaki muhtemel değişimler üzerinden Andrés Manuel López Obrador’un Dördüncü Dönüşüm adı verilen post-neoliberal iddialar taşıyan projesinin kapasitesi, sınırları ve çelişkilerini sorguluyor. Polonya ve Macaristan, dünyadaki otoriterleşme dalgasının Avrupa kıtasındaki en dikkat çekici örnekleri olarak ön plana çıkan iki ülke. Joachim Becker ve Ümit Akçay’ın makaleleri bu iki ülkenin rejimlerinin son on yılda sergiledikleri otoriterleşmeyi, post-sosyalist coğrafyada yaşanan kapitalist dönüşümün derinleştirdiği sınıfsal eşitsizlikler ve çelişkiler bağlamında ele alıyor. Her iki ülke de önce 1990’larda birbirine benzer “şok terapi” programlarıyla hızla kapitalizme geçiş yapmış, ardından 2000’lerde Almanya’nın merkezinde yer aldığı Avrupa entegrasyonuna dahil olarak neoliberal dönüşümlerini tamamlamışlardı. Joachim Becker’in Macaristan üzerine makalesi, 90’larda yaşanan sanayisizleşme süreci sonunda emeğin bir siyasal referans noktası olmaktan çıkmasının ve 2010 öncesindeki sosyal liberal hükümetlerin başarısızlıklarının Fidesz’in “sosyal popülist” bir siyasal strateji izlemesinin önünü açtığını gösteriyor. Ümit Akçay’ın Polonya deneyimini ele alan makalesi ise Hukuk ve Adalet Partisi’nin (PiS) Polonya’da otoriter bir post-neoliberal rejim inşa etme girişiminin 90’lı yıllardan itibaren emeğin ekonomik, siyasal ve örgütsel-kurumsal gücünün geriletilmesi ve buna bağlı olarak da solun etkin bir özne olmaktan çıkması sayesinde mümkün hale geldiğine işaret ediyor. Toplumsal eşitsizliklerin derinleştiği ama emeğin toplumsal ve siyasal bir aktör olarak siyaset sahnesinden çekildiği bir ortamda 2008 krizi ile karşılaşan bu toplumlar, kültürel bir komünite olarak ulus inşasına çağıran ve otoriter bir proje sunan partilerin etki ala-nına girdiler. Her iki makalede öne çıkan diğer bir ortak tema, yarı çevre özellikler sergileyen toplumsal formasyonlarda kapitalist küreselleşme sürecinin alt sınıflarda yarattığı çözülmenin yanı sıra sermaye sınıfı içindeki ayrışma ve çelişkileri de büyütmesidir. Hem Fidesz hem de PiS iktidara geldiklerinde finans sermayesi ve çokuluslu sermaye karşısında yerli sermayeyi destekleyerek bir “ulusal kapitalizm” modelinin inşasına girişmişlerdir. Becker ve Akçay’ın makaleleri kayırmacı dağıtım ilişkilerinin sınırlı bir hegemonya projesi geliştirebilen yarı çevre ülkelerin genel bir özelliği olduğunu da gösteriyor.

Dosyanın Türkiye dışındaki vakaları ele alan kısmının son yazısı olan Ahmet Bekmen’in makalesi ise 1997’da Güneydoğu Asya’da başlayan, sonrasında Rusya ve Brezilya’ya aşıp 2001’de Türkiye’ye ulaşan küresel ekonomik krizin merkez üssü olan Tayland’la ilgili. Tayland, işadamı kökenli olup popülist bir siyaset tarzı üzerinden alt sınıfların desteğini almaya başaran Thaksin Shinawatra’nın 2001’de gerçekleşen seçimle iktidara gelmesiyle başlayan ve yaklaşık on üç sene süren kaotik bir dönem yaşadı. Bu süreye iki askerî darbe, dört seçim, (1997’dekinden sonra ve 2017’dekinden önce olacak şekilde) bir yeni anayasa ve yüzlerce insanın öldüğü sokak savaşları sığdıran Tayland’ın yaşadığı ve 2014’teki askerî darbe ile sonlanan bu olağanüstü dönemin arka planında kapitalist gelişmenin Tayland’da ortaya çıkardığı eşitsiz gelişim vardı. Yazı bu eşitsiz gelişmenin İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren ortaya çıkardığı sınıfsal dizilimleri merkeze alıyor ve ülkedeki siyasal iktidar biçimlenişi bu dizilim üzerinden anlamaya çalışıyor. Yukarıda değinilen siyasal kaos dönemini de, küresel kapitalizme eklemlenme ile birlikte ülkenin sınıfsal güç ilişkilerinin dönüşümü bağlamında ele alan Bekmen’in makalesi, neoliberal dönemde popülist siyasetin ve buna muarız siyasal kesimlerin toplumsal arka planına ışık tutmaya çalışıyor.

Dosyanın Türkiye ile ilgili kısmı ise üç makaleden oluşuyor. Melehat Kutun’un yazısı dosyanın tek “literatür eleştirisi” olma niteliğini taşıyor. Türkiye’deki otoriterleşmeye yönelik “yeni kalkınmacılık” ve “rekabetçi otoriterlik” merkezli açıklamaları ele alan Kutun, bu yaklaşımlar üzerinden ana akım kurumsalcılığın yöntemsel kısıtlarını ortaya koyuyor. Bu yaklaşımlar, otoriter yönelimi AKP’nin ekonomi yönetimine yönelik müdahil manevralarına ve “güçlü devlet geleneğine” yaslanmayı tercih etmesine dayandırmaktadır. Böylelikle ekonomi-siyaset ve devlet-toplum arasında ana akım kurumsalcılığın olmasını vazettiği sınırların ihlal edilmesi anlamına gelen siyasalar, otoriterleşme analizlerinin merkezine oturmaktadır. Bunun yerine tarihsel-ilişkisel bir yaklaşımı öneren Kutun, Türkiye’deki otoriter yönelimi anlamak açısından, neoliberalizm ile demokrasi arasındaki uyumsuzluğun hem genel hem de Türkiye özelinde aldığı biçim itibarıyla masaya yatırılması gerektiğini vurguluyor. Pınar Bedirhanoğlu’nun yazısı da benzer yöntemsel eleştirilerden hareket ediyor ve çubuğu finansallaşma ve otoriterlik ilişkisine büküyor. Finansallaş- mayı sermayenin emek, toplumsal ilişkilerin bütünü ve devletler üzerinde artan tahakkümü olarak gören Bedirhanoğlu, finansallaşma sürecinin demokratik devletin çözülmesi ile ilgili ortaya çıkardığı tartışma noktalarını hem genel kapitalist devlet düzeyinde hem de Türkiye’de, AKP iktidarı özgünlüğünde ele alıyor. Böylelikle Türkiye’deki otoriterleşme süreci küresel kapitalizmin geçirdiği kriz ve dönüşümler bağlamına yerleştiriliyor ve AKP iktidarının hamleleri ile bu kriz konjonktürüne verdiği cevaplar çerçevesinde anlaşılıyor. Dosyanın son yazısı olan Biriz Berksoy’un makalesi ise, “Türkiye’de ihbara yönelik yasal-kurumsal bir yapılanmanın ortaya çıkmasının, ihbarı teşvik eden resmî çağrılar yapılmasının ve vatandaşların birbirlerini giderek daha fazla ihbar etmesinin” arkasında yatan sosyopolitik nedenlere odaklanıyor. CİMER, polis hatları, toplum destekli polislik gibi ihbarı temel alan mekanizmalara, bunların kurumsal ve yasal dayanaklarına odaklanan Berksoy’un makalesi meseleyi güvenlik devletinin gelişimi bağlamına oturtuyor. Bu bağlamda ortaya çıkan ve gelişen ihbar mekanizmasını bir faşistleşme potansiyeli olarak ele alan Berksoy, ortaya çıkan devlet formu ile “her bir bireyi potansiyel şüpheli haline getiren ve tehditleri bertaraf etmek için her bir bireyi sorumlulaştıran neoliberal yönetim rasyonalitesi” arasındaki ilişkileri serimliyor.

Dosyanın konusu öyle görünüyor ki –maalesef– bizle olmaya devam edecek. Eksikleri daha sonra tamamlamak ümidiyle...

AHMET BEKMEN - BARIŞ ALP ÖZDEN

KAYNAKÇA
Mudde, C. ve Kaltwasser, C. R. (2019) Popülizm: Kısa Bir Giriş, Nika Yayınevi, Ankara.

Rodan, G. ve Jayasuriya, K. (2007) “Beyond Hybrid Regimes: More Participation, Less Contestation in Southeast Asia”, Democratization, 14(5): 773-794.

Rodan, G. ve Jayasuriya, K. (2012) “Hybrid Regimes: A Social Foundations Approach” J. Haynes, Jeffrey. (der.) Routledge Handbook of Democratization içinde, Routledge, Taylor & Francis Group, Londra, 175-189.

Weyland, K. (2001) “Clarifying a Contested Concept: Populism in the Study of Latin American Politics”, Comparative Politics, 34(1): 1-22.

Wigell, M. (2008) “Mapping ‘Hybrid Regimes’: Regime Types and Concepts in Comparative Politics”, Democratization, 15(2): 230-250.