Bu Sayıda

 Toplum ve Bilim’in farklı ilgilere hitap eden yazılar içeren dağınık sayılarından biri, elinizdeki... Bu çeşitleme içinde, odaklarımız hatta bir küçük dosyamız da eksik değil.

Ömer Turan’ın makalesi, iz bırakacağını düşündüğümüz parlak bir katkı. Turan, İttihat ve Terakki’nin liberal-demokrat diyebileceğimiz efrâdından Ahmed Rıza’nın 1922’de Fransızca yayımlanan Batı’nın Doğu Politikasının Ahlâken İflâsı risalesini yeniden- okuyor. Aslında ilk okuma da sayılabilir, zira siyasal düşünce tarihi araştırmalarında pek üzerinde durulmamış bir metindir bu. Soru: Acaba Ahmed Rıza’nın Batı eleştirisi, postkolonyal eleştiriye ‘erken’ bir katkı olarak değerlendirilebilir mi? 19./20. yüzyıl dönümünde Osmanlı İmparatorluğu’nun informel sömürgeleşme süreci bağlamında değerlendirilebileceğini düşünen yazar, bu soruya evet cevabı veriyor ve Ahmed Rıza’nın Batı eleştirisini Oryantalizm tartışmaları bağlamında tartışıyor. 
Şerif Mardin’in 1984’te Toplum ve Bilim’in 24. sayısında yayımlanan “aydınlar” makalesi, dergimizin en fazla yankı uyandıran yazılarından birisidir. Mardin bu makalede Türkiye’de aydınlar meselesini daimonik boyutun eksikliğini sorgulayarak tartışıyordu. H. Ünal Nalbantoğlu, geçen sene Toplum ve Bilim’in 113. sayısında yayımlanan eleştirisiyle, bu tartışmanın yeniden yankılanmasını sağladı. Elinizdeki sayıda da genç bir sosyal bilimci, Boğaç Erozan, Mardin’in bu önemli katkısının 25. yıldönümünde, Mardin ve Nalbantoğlu’nun makalelerini, Hannah Arendt’in kavramlarıyla ve tasavvuf geleneğiyle tartarak tartışıyor. Erozan’ın müdahalesi, sosyal teori ortamımızdaki salih tartışma kıtlığında, büyük nimettir!
Her şeyden önce ‘Arayışlar’ını bitirmemesiyle saygıyı hak eden H. Ünal Nalbantoğlu’nun bu sayımızda da bir katkısı yer alıyor. Nalbantoğlu bilinen düşünsel titizliğiyle, Eleştirel Teoride iz sürerek, aura kavramının imkânlarını yokluyor. Bu kavramı uhrevî bir gizemle yükleyen hâle ile Türkçeleştirmenin doğru olmadığını öne sürerek başlıyor; sanatsal deneyimin –ve aslında modern yaşam deneyiminin– şey4 leşmeyle-yabancılaşmayla cengindeki eleştirel sezgisi oranında bir aura konduruyor başımızın üstüne... 
Alman siyaset bilimci Joachim Hirsch’in 1980’de çıkan kitabıyla kullanıma soktuğu Güvenlik Devleti kavramı, bugün muhtelif çeşitlemeleriyle ve çok farklı referanslarla yaygın biçimde kullanılıyor. Kadim özgürlük-güvenlik ikileminin girdabında, güvenlik ideolojisi –ve güvenlik paranoyası– gitgide güçleniyor. Güvenlik kaygılarına hitap eden ve onları besleyen uyarılar, önlemler, “güvenlik öncelikleri”, istisna hukukunun alanını genişletirken, politikanın alanını daraltıyor. Toplum ve Bilim’in bu sayısında, güvenlik ideolojisinin ve ‘güvenlikçiliğin’ hayatı nasıl kuşattığını inceleyen iki makaleden oluşan bir küçük dosyaya yer verdik. Güvenliğin ekonomi-politiğine eğilen makaleler bunlar. Evren Balta Paker, güvensizlik algısının/duygusunun inşâ edildiğini savunuyor ve bu korku mitine tekabül eden bir gerçek güvensizlik durumunun olmadığına dikkat çekiyor. Ancak, yaratılan paranoyanın yarattığı ihtiyacın, bir güvenlik endüstrisinin oluşumuna temel oluşturduğunu görüyoruz. Velhâsıl güvenlikçilik, sosyal devlet yapılarını tasfiye eden neo-liberal rejimin rıza üretim ve meşruiyet ideolojisi işlevinden öte, bizzat piyasasıyla da önemli! Evren Balta Paker’in “güvensizlik endüstrisi” olarak tanımladığı güvenlik piyasasına, Sibel Yardımcı daha yakından bakıyor. Özel güvenlik hizmetinin hukuksal çerçevesini ve “vaadlerini” koyduktan sonra, artık bir “sektör” olan bu alanın kurumlarını, çalışma koşullarını, aktörlerini/çalışanlarını inceliyor. Özel güvenliğin yayılma dinamiğini neo-liberal yönetimsellik anlayışı bağlamında değerlendiren Yardımcı’nın, bu “sektörün” kent yaşamını nasıl deforme ettiğine dikkat çekişi, önemli. 
Tabii güvenlik topyekûn endüstrileşmiş, piyasalaşmış değil; devletin resmî ‘Emniyet’i de var! Polis şiddeti, yurtta da cihanda da, güvenlik politikalarının esaslı bir boyutunu oluşturmaya devam ediyor. Kerem Altıparmak, makalesinde, Türkiye’de işkence, kötü muamele ve “orantısız güç kullanma” sorununun son yıllardaki gidişatını inceliyor. Bu ayrıntılı hukuksal-teknik analiz, insan hakkı ihlâli niteliğindeki bu şiddet pratikleriyle ilgili tanımlar etrafında verilen mücadelelerin ve bunların cezalandırılması talebi-uğraşı ile cezasız kalmasını sağlayan önemler-politikalar arasındaki çekişmenin zorlu ve iç karartıcı bir muhasebesi niteliğinde. Gerek hukuksal çerçevede gerek gündelik algıda, bir insanlık suçu olan işkenceyle ilgili duyarlılığın aşınması, daha kötüsü oluşamaması, kanıksanamayacak bir vahamettir. 
Türkiye’nin toplumsal ve politik hayatının ritmini belirleyen muayyen günler arasında, en az on beş yıldır, Newroz’un da yeri var. İslâmiyet öncesi baharı/yeni yılı karşılama günü olarak birçok Ortadoğu ve Asya ülkesinde geleneksel şenliklere vesile olan Newroz, Kürt siyasal hareketinin uluslaşma ritüeli olarak yeniden anlamlandırıldı. Yücel Demirer “iktidarlandırma pedagojisi” kavramıyla yorumluyor bu ritüeli. Türkiye Devletinin Nevruz’u bir Eski Türk âdeti olarak hatırlayıp alternatif kutlama ritüelleriyle cevap verme stratejisini ise “ehlileştirme pedagojisi” olarak tanımlıyor. Demirer, Newroz ve Nevruz etrafında dönen ‘şenlikli’ ve ama sert politik mücadelenin anlam haritasını çiziyor.
Yine genç bir sosyal bilimcinin, Utku Balaban’ın cesur ve özgün makalesi, bu sayımızın değerli taşlarından biri. Balaban, kentsel dönüşüm-göç ilişkisini, “varoş apartmanı” dediği yapılaşma pratiği üzerinden, apartmanlaşmayla yoksullaşmanın eşzamanlılığına dikkat çekerek tartışıyor. Mimarlık ve şehircilik/şehir planlama alanının yanı sıra, toplamda modernleşme literatüründeki kireçlenmelere iyi geleceğine inandığımız, heyecanlı bir makale bu. 
Mahir Kalaylıoğlu’nun İsveç’in göçmen politikasıyla ilgili makalesi, bu yıl 80. yaşını dolduran Jürgen Habermas’ın tabiriyle “dünya iç politikasının” temel meselelerinden birini mercek altına alıyor: Global göç olgusu, göçmenlerin insan/vatandaş olarak hakları ve Kuzeyli/Batılı zengin-müreffeh devletlerin dışlayıcı-ayrımcı vatandaşlık politikaları... Kalaylıoğlu, sosyal refah devletinin veya sosyal-korporatizmin şampiyonu sayılan İsveç örneğinde, göçmenlerle ilgili cömert eşitlik vaadi ile fiilî eşitsizlik durumu arasındaki mesafeyi sorguluyor.
Gelecek sayımızdan itibaren, “Türkiye toplumunu birarada tutan nedir?” sorusu etrafında bir tartışmayı örmeye başlamayı umuyoruz.