Sunuş

İnsanların hikâye anlatma isteği çağlar boyunca farklı biçimlere bürünmüştür. Bu isteği var eden tarihsel, toplumsal ve bireysel nedensellik yeni türlerin ve anlatı biçimlerinin ortaya çıkmasına yol açar. İnsanlığın inşa ettiği yeni toplumsallık biçimleri beraberinde sözün de biçimlenmesini getirirken, yazının icadı, sözün oluşumunu ve dolaşımını da etkileyen bir müdahalede bulunur. Artık hafıza gibi biyolojik sınırlılıklara tabi olmadan elle tutulabilir hale gelen söz, sınırsızca dolaşabilecek ve bir anlamda bağımsızlaşacaktır. Bu bağımsızlık kendi içerisinde var ettiği yeni kurallarla birlikte sözün de niteliğini, biçimini ve anlamını belirlemeye başlayacaktır. Bu çatışma ve gelişme içerisinde eski biçimler daha çok şiirsel ve mitolojik bir içerikteyken, yeni biçimler daha “gerçekçi” olma iddiasını egemen kılmaya başlayacak ve sonuçta yazının gerçekliği ile yazı ile ifade edilen sözün gerçekliği arasında bir bütünleşme yaşanacaktır. Sonuç itibariyle insan toplumsallığının gerçeklik ile kurmuş olduğu ilişkinin bir parçası olarak da sözün yazılı biçimleri egemenliğini ilan etmiştir. Burada en genel anlamıyla sadece edebiyatın değişmesinden bahsetmiyoruz; kutsal kitaplardan devlet arşivlerine, seyahatnamelerden mahkeme kayıtlarına, romanlardan anı veya günlük notlarına kadar bütün yazılı metinler, sözün gerçekliğini yeni baştan kuran bir etkiye ve güce sahip olmuştur.
Modern çağlara geldiğimizde aslında bu biçimlerin de bir parçası olan bir anlatı biçimi kendisini öncekilerden ayrıştırdı. Bu defa gerçeklik iddiasının ötesine geçerek, gerçekliğin ispatını sağlayacak bir “bilimsellik” üzerinden kendisini var etmeye başladı bu yeni biçim. Tarihyazımı veya bir akademik disiplin olarak tarih, artık kendisini edebiyatın muğlak gerçekliği ile değil, daha “tanımlanabilir” bir gerçeklik üzerinde kurmak ihtiyacını dile getirdi. Tarihyazımı üzerine yapılan çalışmalar bunun nasıl ortaya çıktığını uzun uzadıya anlatırken modern tarihçiliğin aslında kendisini somut bir başka alandan ayrıştırma çabası içerisine girdiğini de vurgular. Bu ise o zamana kadar sözün en egemen biçimi olan edebiyattır şüphesiz. Edebiyat ve tarih arasındaki gerilimli ilişki, yalnızca sözün biçimlenişine dönük bir rekabetin sonucu olarak değil, daha çok her ikisinin de farklı düzeyde “gerçeklik” iddiasında bulunmasıyla gelişir. Modern zamana geldiğimizde, özellikle roman türü, kendisini gerçekliğin “yansıması” olarak diğer edebî türlerden ayrıştırırken, tarihyazımı ile oluşturulan anlatılar kendisini gerçekliğin “sunumu” üzerinden meşrulaştıracaktır. Yakın zamanlara geldiğimizde ise bu ayrışmanın ve geçişkenliğin sınırları üzerine sıklıkla tartışıldığı görülür. Çünkü bu tartışmanın kendisi hangi birinin diğerinin alanına girdiği sorusunun ötesinde, gerçekliğin temsili ve oluşturulması üzerinden giderek de politikleşen bir düşünsel faaliyeti kurmuştur. Bu konuda literatür oldukça geniş olmakla birlikte, benzer sorular farklı zamanlarda yeniden sorularak farklı cevaplar üretmemize de olanak tanımaktadır. Çünkü edebiyat ve tarih arasındaki ilişkinin kendisine ait de bir tarihselliği vardır. Tarihsel ve edebî anlatılardaki karşılıklı boşluklar ve çarpıtmalar üzerine düşünmek, aynı zamanda bu ikisi arasındaki geçişkenliği ve yakınlığı da ortaya koymak anlamına gelir. Edebiyatın anlattığı hikâyedeki boşluğu tarih, tarihyazımının çarpıttığı ve eksilttiği hikâyedeki boşluğu da edebiyat doldurabileceği gibi, her ikisi birlikte veya karşı karşıya da işleyebilir. Tarih ve Toplum-Yeni Yaklaşımlar dergisinin bu özel sayısında yapmaya çalıştığımız da bu yüzden neredeyse Ahmet Büke’nin son romanı Kırmızı Buğday’da söylediklerine benzer: “Elbette düzenbaz Mihail’in anlattıklarında kendince boşluklar vardı. Ama her hikâyenin bir amacı vardır. Daha doğrusu ihtiyaç hâsıl olunca hikâye denilen nane doğar. Belki de işin aslı aşağı yukarı şöyle olmuştu.” Bu sayının içeriği ise aşağı yukarı şöyle oluştu... Sayının ilk ve yöntem tartışmalarına değinen makalesi, edebiyat ve tarih arasındaki giderek silikleşen ilişkinin tarihselliğini ve sonuçlarını ele alıyor. Mehmet Şamil Dayanç’ın çalışması, temelde “postmodern eleştiri”yle birlikte gelişen edebiyat ve tarih alanlarındakietkileşimin sorun ve sonuçlarını tartışırken, nihai olarak tarih ve edebiyat anlatılarının “hakikat”le olan sorunlu ilişkilerinin tekrardan altını çiziyor. Olcay Akyıldız ve Bilgi Ulusman, edebiyat ve tarih alanlarında kadın merkezli anlatının ötesinde, bu alanların bütününe dair oluşturulabilecek bir feminist müdahale biçiminin aslında nasıl da yeni bir etik ve estetik anlayışın kuruluşuna yol açabileceğini dile getirdikleri çalışmalarında, her iki alandaki eril kanon anlayışlarını sorguluyorlar. Böylelikle, edebiyatı ve tarihi birbirinden ayrıştırmadan her iki alandaki hâkim anlayışa bütünlüklü bir feminist müdahalenin de mümkün olabileceğini vurguluyorlar. Nahid Sırrı Örik’in klasikleşmiş eseri Sultan Hamid Düşerken, bir dönem romanı olmasının ötesinde, tarihsel bilginin yerleşik kaynaklarını da sorgulamanın aracı haline gelebilir. Tülin Ural, Örik’in bu romanından yola çıkarak tarihsel özne sorununun sınırlarını zorlamaya çalışıyor. Anlatılanların ötesinde “dışlananlara” da bakarak, Örik’in farklı zamanlarda “vesikalardan çıkan tarihin” bile nasıl değişebileceğine dönük uyarısını, Tolstoy’un tarihi meydana getiren şeyin “ona katılan bütün insanların eylemleridir” sözüyle birleştiriyor. Cinai veya polisiye romanlar, Siegfried Kracauer’den Ernest Mandel’e kadar çok farklı noktalarda konumlanan yazarların politik ve felsefi tartışmalarının konusu olmanın ötesinde, toplumsal tarihe dair oldukça ilginç sonuçlar da verir. Bu türün Türkiye’deki macerasına dair yeni çalışmalara imza atan Seval Şahin, bu defa Sultan Abdülhamid ve Sherlock Holmes arasındaki ilişkiyi inceliyor. Yervant Odyan’ın 1911 yılından başlayarak çeşitli düzlemlerde yayımlanan Abdülhamid ve Sherlock Holmes romanı üzerinden, metinler, cemaatler ve tarihsel gerçeklik olgularıyla iç içe geçen yeni edebî ve tarihsel analiz imkânlarını tartışıyor. Bulgaristan’daki Türkçe edebiyat metinleri üzerine çalışmalarına Bulgaristan arşivlerinde devam eden Ahmed Nuri, bu araştırmasının ilk sonuçlarını bu sayıdaki yazısında paylaşıyor. 1944-1969 yılları arasında Bulgaristan’daki Türkçe edebî kültürün ilk defa bu genişlikte tanımlandığı yazısı, ilerleyen dönemlerde Türkçe edebiyat literatürünün yeni baştan tanımlanmasında önemli ipuçları sunacağı söylenebilir. Engin Kılıç, Mütareke Dönemi’ne dair bilindik literatürün dışında yeni anlatıların imkânını Nâzım Hikmet’in Kan Konuşmaz isimli romanı üzerinden tartışmaktadır. Egemen tarihsel anlatıya alternatif kanon üretimi tartışmaları içerisinde de kendisine bir yer bulacağını düşündüğümüz çalışmasında, milliyetçi tarihyazımı karşısında sınıfsal bir tarihsel bakışın Nâzım Hikmet’in fazla tartışılmamış bu çalışmasından yola çıkarak nasıl görülebileceğini ortaya koyuyor. Bu sayıda yer alan son makale Yaşar Kemal’in edebî anlatı gücünün esnek ve işlevsel farklılığına odaklanıyor. Erkan Irmak, Yaşar Kemal’in Yer Demir Gök Bakır başlıklı romanı üzerinden dönemin hâkim “köy edebiyatı” anlayışı ile Yaşar Kemal’in köyü ele alış biçimindeki farklılıkların tarihsel bir sorgulamasını yaparak, edebiyatın yerel ve evrensel düzeydeki biçimsel imkânlarına vurgu yapıyor.  Şüphesiz ki, hiçbir derleme çalışma ele aldığı konunun bütün yönlerini kapsayabilecek bir içeriği yaratamaz. Ama her zaman bu işe soyunanların ilk amacı bu ulvi amaca ulaşmak olmuştur. Başlangıçta, edebiyat ve tarih arasındaki ilişkinin iki cephesini buluşturmak ve konuşturmak burada da amaçlandı elbette. En azından edebiyat tarihi veya metin analizi üzerine çalışanların tarihi, tarih çalışmaları yapanların da edebiyatı tartıştıkları bir sayı tahayyül edilmişti. Tartışmanın ikinci kısmına dair eksiklik hemen göze çarpacaktır. Bu yüzden özellikle tarihçilerden oluşan bir yuvarlak masa tartışması üzerinden bu eksikliği gidermeye çalıştık. Benim “katılımcı kolaylaştırıcılık” rolünü üstendiğim bu tartışmada Erol Ülker, Gülhan Balsoy ve Oktay Özel, tarih ve edebiyat arasındaki ilişkinin temelde metodolojiye ilişkin bir sorun olduğu konusunda ortaklaşmanın ötesinde, bu ilişkiyi geliştirecek yeni sorular da sordular. Tarih ve edebiyat arasında yeni imkânların ve yeni mecraların tartışılmasına yol açması ümidiyle...