16 Aralık 1775’te toprak sahibi sınıfa mensup bir taşra rahibinin kızı olarak Steventon’da dünyaya geldi. Altı erkek kardeşi ve hayatı boyunca en yakın dostu ve sırdaşı olan kız kardeşi Cassandra ile birlikte geniş bir ailede büyüdü. On bir yaşından on yedi yaşına kadar tuttuğu defterleri Gençlik Eserleri’ni oluşturur; ne kadar geniş bir edebi dağarcığı olduğu, bu kısa eserlerin, resmî tarihyazım üslubunu, dönemin romanlarını ve zevkini alaya almasından bellidir. Babasının emekliliğine kadar aynı Güney İngiltere kasabasında yaşayan Austen, 1801’de bir mesire kenti olan Bath’a yerleşti. 1805’te babasının ölümünden sonra annesiyle birlikte çeşitli yerlerde kaldılar ve nihayet 1809’da Chawton, Hampshire’a geldiler. Austen hayatı boyunca yazmasına rağmen hem kitaplarını sürekli elden geçirdiği, hem de babası ve kardeşleri aracılığıyla yayıncılara gönderdiğinde reddedildiği için eserleri geç yayımlanabilmiş bir yazardır. Hayatı boyunca yalnız dört eseri okurlara ulaşmıştır: Sağduyu ve Duyarlılık (1811), Gurur ve Önyargı (1813), Mansfield Park (1814) ve Emma (1815). Austen, ufacık bir fildişi parçası üzerine küçük bir fırçayla resim yapmaya benzettiği hikâyeciliğine güven duymasa da, ismini geçirmediği kitapları çok okundu ve beğeni gördü; Prens George bir aracı yoluyla Emma’nın kendisine ithaf edilmesini bile istemişti. Austen, çevresindeki erkeklerden ilgi görmüş olmasına ve evlenme teklifleri almasına rağmen hiç evlenmedi. 1817’de sağlığı kötüleşmeye başladığında, doktorunun yakınında olmak için kardeşi Cassandra ile birlikte Winchester’a gitti. Durumu hızla kötüleştiği için, burada başladığı The Watsons romanını yarıda bırakmak zorunda kaldı. Jane Austen, 18 Temmuz 1817’de hızla ilerleyen bir hastalığın ardından hayata gözlerini yumdu; cenazesi Winchester Katedrali’ne defnedildi. Ölümünden sonraki yıl Northanger Manastırı ve İkna isimli iki romanı ağabeyi Henry Austen’ın kardeşinin hayatına dair kısa notlarıyla yayımlandı. Bu sayede, önceki romanların da Jane Austen’a ait olduğu tüm okurlarına duyurulmuş oldu. Jane Austen’ın bütün incelikleri, görgü kuralları ve kendine özgü kültürüyle anlattığı Sanayi Devrimi öncesi “Regency dönemi” hayatı, 19. yüzyılın hızlı değişimi içinde geride çok az şey bırakarak yok oldu. Bu yüzden romanları, kaybolan bir dünyadan geriye kalan tatlı andaçlar gibidir.