Bu sayıda...

Askerde, tabur komutanı binbaşı arazide piyade eğitimi sırasında ağzından köpükler saçarak bağırıyor, mangaların birbirlerine yaklaşmamasını, her mangadaki erlerin de aralarındaki mesafeyi korumalarını istiyordu. Belli sayıda askerle mümkün olan en geniş cephe hattını oluşturabilmek, ama aynı zamanda her askerin bir diğerini koruyabilmesini sağlamak için “manga düzeni” şarttı – Binbaşı öfkeden boğaz damarları şişmiş bir halde bunu anlatmaya çalışıyordu bize. “Kıbrıs Barış Harekâtı”na katılmış. Oradaki kara çıkartması sırasında çok kayıp verilmesinin nedeni buymuş – Türk piyadelerin en büyük zaafı nizami bir şekilde hattı koruyamamakmış. “Pat diye ölürsünüz,” diyordu binbaşı, “Bu iş ana kuzularının işi değil, bizimkiler korkup birbirlerine yaklaşıyorlardı, böylece kolay hedef oluyorlardı.” Kurşun yağmuru altında, çaresizlik içinde, birbirinden medet umarak, tek başına ileri doğru gitmektense, arkadaşlarına doğru seğirten, toplaşan, çocukluktan yeni çıkmış genç erkekler şimdi sizin de gözünüzün önüne gelmiştir. Binbaşı yanılıyordu: Ne de olsa her erkeği de –hiç olmazsa şimdilik– bir kadın doğurduğuna göre, tam da ana kuzusuydu onlar.

Hepsi de ilk anda erkekliği akla getiren şu fiiller: dövmek, sövmek, küfretmek, hâkim olmak, maruz bırakmak, taciz etmek, tecavüz etmek ve benzerleri. Bu fiiller mantıki sonuçlarına götürüldüğünde, erkek, “ölebilen ve öldürebilen” er kişi olarak belirir.

Bu yüzdendir ki “yaşayan” hiçbir erkek tam erkek değildir. Her erkek, tam da yaşıyor olduğu için, deniz kıyısındaki çakıltaşları gibi ileri geri yuvarlanacak, köşeleri yontulacak, az çok “yuvarlaklaşacak”tır. Erkeğin erkekliği hep başka erkeklikler nezdindeki bir erkekliktir. Bu yüzden hep eksik gibidir – yetemez, yatışamaz, doyamaz.

Erkek çocuk erkekliğe atanır. Atandığı yere layık olmak için çabalar, ama huzur bulur bulmaz yeniden atanacaktır – avlanmaya, evin dışına, güçlü olmaya, ayakta kalmaya, tökezlememeye, diğer erkeklerle kıyasıya rekabet etmeye, teknik erkek işlerini yapmaya, problemleri çözmeye, ketum, zalim ve kıyıcı olmaya, ya da en azından yumuşak olmamaya, sözünün eri olmaya, acı duymamaya, işin hülasası “savaşmaya” atanır – yalnızca gerçek orduda gerçek bir asker olarak savaş zamanında değil, bütün temel güdülerinde orduyu taklit eden sıradan günlük yaşamda da, gelmekte olan büyük savaşa sinsi bir hazırlıktan ibaretmiş gibi duran normal barış zamanında da…

Erkek çocuk Yasa’ya atanır. Hem nesnesidir Yasa’nın, hem de öznesi olacaktır – öznesi olması beklenir. Olur da nitekim. Ne ki hiçbir özne yasayla bire bir örtüşemeyeceği içindir ki özne hep yarım kalır; hep yarım, hep arızalı duyumsar kendini. Birşeyler “yapmayı” öğrenmiştir ama hiçbir zaman yasanın tasvir ettiği haysiyete ulaşamayacak, hiçbir zaman kendinden beklenen haysiyetli duruşa yerleşemeyecektir. Yaş aldıkça bu uçurum kapanacağına açılır, bir uçurum olduğu görünür bir hale gelir. Erkeğin –sadece kadınların değil, birçok erkeğin de gayet iyi bildiği– o aniden dellenmeleri, öfke krizleri, sonra bir anda yatışmaları, şefkatleri hep bu uçurumun getirdiği baş dönmesinin sonucudur. Bu yüzden her erkek huzur bulmak için emekliliğini bekler. Anlaşılabilir bir şeydir bu, emeklilik kadar ötelenmelidir ki hayat, obsesif, obsesifliğinin keyfini yaşayabilsin.

Bu sayıda erkekliği çalışma alanı olarak seçmemizin ardındaki temel saik, erkek bireyin atandığı/tayin edildiği bu konumun nasıl boşaltılabileceği, boşaltılıp boşaltılamayacağı üzerine kafa yormaktır diyebiliriz. Bu “boşaltma”nın mümkün olabileceğine dair deliller yok değil. Her şeyden önce bunların farkında olan, vazgeçen, bırakan, ama yine de erkek olan erkekler var – benim binbaşının Kıbrıs anılarını haykırdığı 1985’te sokağa çıkıp “ben askerlik yapmam” demek, yani bunu kamuya söylemek cesaret edebileceğimiz bir şey değildi. Ama şimdi hatırı sayılır sayıda Vicdani ve Siyasi Redci var. Günlük hayata müdahil olmak, çocuk bakımıyla ilgilenmek için yüzünü eve, hayata dönen, paylaşan erkekler var; daha önemlisi bunu dışardaki “savaşı” bir üst kertede sürdürmekten cayarak yapan, bunun için emekliliğini beklemeyen çok sayıda erkek var. Erkek-kadın rollerini melezleştiren, karıştıran ve yeniden karan bireyler var. Henüz kısmi de olsa bu farkındalığı kuşkusuz en başta feminizmin ve eşcinsel hareketinin çözücü etkilerine borçluyuz.

Yine de umutlu olunabilecek noktadan hayli uzaktayız.

Başka konularda olduğu gibi, bu konuda da asıl inciten, yaralayan, aslında doğrudan iktidar pozisyonlarının yapıp ettikleri değil, iktidarı çözündürmesi, ona alternatif yaratması beklenen muhalefet hareketlerinin, demokratik, sivil girişimlerin içinde de kadın-erkek ilişkilerinin ağırlıklı olarak aynı erkek hegemonyasını yansıtmakta oluşudur. Asıl umutsuzluk veren, farklı yaşam alanlarında, kendini alternatif gibi hisseden, tanımlayan muhalif odaklarda yer alan erkek bireylerin –büyük düşünceleri, iddiaları, tasarıları olan erkeklerin– iş kadına yer açmaya geldiğinde, kültürün temel güdülerine tekrar yakalanmaları, kaçamamalarıdır.

Hatırlanacağı gibi, 80’lerin ikinci yarısı ve 90’ların başında, feminizmin toplumda hamle yaptığı ve kadınlık durumunu tartışma konusu haline getirdiği yıllarda, tipik bir erkek tavrı belirmişti feminizmin argümanlarına karşı. Ağzının kenarında sırıtışı, sürekli “kadın ile erkeği karşılaştıran”, “kimin üstün olduğunu konuşan”, sürekli kadınları ağzına dolayan, ama kendinden konuşmayı ısrarla reddeden, nesneler, sözcükler, ne bulursa kadınsılaştıran orta sınıf erkek sinizmi – kestirmeden “Çük-Kafa”. Ama bu tipin hakkını vermek için, onun yatılı erkek okullarından medya starlığına yükselişine, yükselişinin desteklenişine, haltlarının maaşa bağlanışına, aynı yıllarda bu sınıfın geneldeki yemlenmesiyle erkek topluluğuna gitgide daha çok başarı abidesi gibi görünüp erkekler tarafından içselleştirilişine de dikkat yöneltmek gerekir. Bu tipin geniş anlamda –örneğin İslâmî kültürden değil– “laikleşmiş” milliyetçi kesimlerden, “Sol” kültürden, ya da Türk moderni’nden türemiş olduğuna da dikkat etmek gerekir. Bu “Hıncal Abi” ekolünün bugün kentliler arasında ilk anda göründüğünden daha geniş bir etkisi var. Toprağına bağlı adamın, ya da Cumhuriyetçi ilk kuşakların devlet memurlarının “erkek haysiyeti” değil bu. Neredeyse haysiyetsiz – bunu dert de etmiyor zaten. Doğrudan cinsel iktidar imasıyla konuşuyor, “ben bütün dünyayı düzerim,” diyor. Farklı toplum kesimlerinde farklı ifadelerle de olsa, kadınlığın hak arayışlarını “cadılaştırıyor”, erkekliğin “kadınsılık”, “piçlik”, “iktidarsızlık” korkularıyla oynayıp erkeklerin erkeklikten dışarı kaçışlarını önlüyor. Görünen o ki şimdilik muhalif biçimler de kendini bundan kurtarabilmiş değil.

Reşat Nuri Güntekin’in Yaprak Dökümü’nü düşünelim bir an. Orada asri zamanların ayartıcı çağrısına uyarak haneden kaçan çocuklarına, ama özellikle de Türk modernleşmesinin vazgeçilmez teması olarak cezbedilip yollarından şaşan karısına ve kızlarına boyun eğen, adından da anlaşılabileceği gibi sonuçta hep rıza gösteren yaşlı baba Ali Rıza Bey’in kendini “haysiyetsiz” duyuşunu, iki arada bir derede kalışını, kendi kendini yiyişini hatırlayalım. Reşat Nuri’nin aynı zamanda Ali Rıza Bey’in kişiliğinde, çökmüş, yenilgiye uğramış devletin yabancıya teslim oluşuna, benliğini kaybedişine, iktidarsızlığına dolaylı dolaysız atıflarda bulunuşu –daha geç bir tarihte çekilen filminde bu vurgular iyice öne çıkmıştır– daha sonra defalarca tekrarlanacak modern Türk ikileminin, ikircikliğinin erken örneklerinden biri yapar kitabını. Şimdi Ali Rıza Bey’in trajedisini, sözün gelişi, 90’larda Şişli Belediye Başkanlığı yapan, sonra dolandırıcılık suçu nedeniyle Amerika’ya kaçan Gülay Aslıtürk’ün, gazetecilere “ne olmuş kızım çaldıysa, herkes çalıyor,” diyen pederi zatın pişkinliğiyle karşılaştırın. Bu zaten, çok değil 70-80 yılda, babasız kaldığımız anlamına gelmiyor mu. Baba yok – onun yerine kötü kopyaları olan, poz kesen ağabeyler var.

Söz ettiğimiz ikirciklilik hayli uzun süredir Türkiyeli “modern” erkeğin ruhsal haritasını çizmeye devam ediyor. Şizofren bir ruh hali bu: Erkek, hem kadının modernleşmesini, kendi başına ayakta durabilmesini, kendi adına birşeyler yapabilmesini istiyor, kadını öne doğru iteliyor, kendi özel hayatında modern kadını arzuluyor, kadının modernliğinden kendine paye çıkartmaya çalışıyor, ama aynı zamanda ketliyor, haddini aşmaması, fazla ileri gitmemesi gerektiğini düşünüyor, sınırlamaya, tanımlamaya, kuralları koymaya devam etmek istiyor. Mazbut etek-döpiyesiyle olsun türbanıyla olsun kadının, kadın bedeninin toplumun bu kadar merkezine oturmuş olması da bundan. “İstediğiniz zaman, istediğiniz yerde, istediğiniz kişiyle güvenle düzüşebilirsiniz,” diyen prezervatif reklamıyla aynı anda “zina”yı kamu suçu haline getirmenin tartışılıyor oluşunu başka nasıl anlayabiliriz.

Ama bütün alametler aslında bir eşikte olduğumuzu, Türkiye toplumunun önündeki en temel meselelerden birinin kadının özgürleşmesi olduğunu gösteriyor. Erkek bunu daha fazla erteleyemeyecek – bununla hesaplaşması, yüzleşmesi ve evet, değişmesi gerek.

Bu sayıyı tasarlarken işte bu nedenle “Erkeklik” dedik. Feminizmde, ya da feminist argümanların sosyal olarak algılanmasında ve anlamlandırılmasında genel olarak bir “kadın sorunu” üslubu var. Elbette bu kadınlık durumlarının tasvirinde olsun, kadınların sosyal ve ekonomik durumunu, eğitim durumunu ele alan feminist bir sosyoloji için olsun yeterince anlamlı. Ama diğer yandan, aslında “kadın sorunu” derken, problem olan, normalden sapan, arazlı olan kadınlarmış gibi bir tını da çıkartıyor, sorunun çekirdeğinde erkekliğin, ataerkinin yattığını bir anlamda örtmüş oluyoruz. Bu anlamda “kadın sorunu” aslında erkek sorunudur. Bazı veçheleriyle zaten kadınlar ve kadınlık durumu etrafında araştırılmış şeyleri, problemin odağına bu kez “erkekliği” yerleştirerek ele almak istedik – bir toplumsal cinsiyet rolü olarak erkekliğin bugün içinde bulunduğu hali, çıkmazları, beyhudeliği tartışmak, erkek-kadın ikiliğini bu çift uçluluğundan kurtarmak için bölünmenin nedenlerini deşifre etmek, erkekteki kadınsılığı, kadındaki erkeksiliği konu edinerek bölünmenin kalın konturlarını flulaştırmak, geçersiz kılmak, ya da kimbilir, belki hakkını teslim etmek…

Bereketli bir alan bu – cevaplanmayı, araştırılmayı bekleyen birçok soru sökün ediyor: Erkeklik nasıl inşa ediliyor, yeni kuşaklarca nasıl benimsenip içselleştiriliyor? Ya da içselleştirilebiliyor mu? Bu inşada kadınların rolü ne? Kadınların ataerkine suç ortaklığından söz edebilir miyiz? Erkek çocuğun rol modelleri olarak ana babayla ilişkisi ne? Bu rol modellerinin erkek öznelliğinin kuruluşundaki yeri ne? Zaman içinde erkeklik kurguları nasıl değişiyor, değişiyor mu? Erkek özneden kadınların ve diğer erkeklerin beklentileri? Erkeklikle şeref, onur kavramları arasındaki ilişkiyi nasıl anlayabiliriz? Edebiyatta, sinemada, popüler kültürdeki erkeklik temsillerinden ne anlayabiliriz?

Kuşkusuz bunlara eklenebilecek daha birçok açılım var. Bu sayıyı hazırlarken dört başı mamur, kapsayıcı bir sayı kurmaya çalışmadık. Özellikle erkek öznenin erkekliğini silmeden, ya da sildiğini zannetmeden konuşmasını önemsedik. Öncelikle alanı tanımlamak, adını koymak istedik – sayıyı bir başlangıç, bir giriş olarak okursanız seviniriz. Toplum ve Bilim’in ileriki sayılarında konunun farklı açılımlarına yer veren, özellikle de daha yerel bir antropolojiyi merkezine alan yeni yazılara yer vermek istiyoruz, umuyoruz.